17 Nisan 2010 Cumartesi

Protokol ve sol

Protokol ve sol

17 Ekim 2009 Cumartesi
10 Ekim günü Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokoller, hem Dünya hem de Türkiye medyasında tarihi bir adım olarak duyuruldu. Ufak çaplı 3 saatlik gecikme krizi tarafların Dışişleri Bakanlarının imza sonrasında konuşma yapmaktan imtina etmeleriyle aşılmıştı.

Gerçekten de televizyon ekranlarından izleyebildiğimiz imza töreninde, dikkat çekici bir kompozisyonla karşı karşıya olduğumuz apaçıktı. İmza serenomisi esnasında iki Bakan'ın arkasında fon olarak ABD, Fransa, Rusya ve ev sahibi olarak İsviçre Dışişleri Bakanları ve de Avrupa Birliği'nin üst düzey temsilcisi arzı endam etmekteydiler.

Bu fotoğraf bizim izlemekte olduğumuz imza töreninin sıradan bir tören olmadığını açıkça gözler önüne sermekteydi.

Demek ki olay son derece önemli.

Ancak tarafların öne çıkan çözülememiş dağ gibi iki sorunu mevcut. Ermenistan için ‘jenosidin’ kabulü, Türkiye için Karabağ meselesi.

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından, Kafkasya'da ulus devletlerin yeniden yapılanışının sancılarına şahit olundu, halen de bu sancılar sürüyor. Bu sürecin temel karakteri yeniden yapılanmanın etnik kimliğe dayalı niteliğidir.

İşte bu niteliksel özellik Azerbaycan sınırları içinde yer alan Karabağ'daki Ermeni nüfus, yeniden yapılanma sürecinde genel gidişata uygun davranış biçimine uyarak, Ermenistan'ın da desteğiyle Karabağ'ın Azerbaycan'dan kopuşunu gerçekleştirdi.

Her ulus devletin yaptığı gibi Azerbaycan bu durumu toprak kaybı olarak değerlendirerek diplomatik atağa geçti. Her ne kadar kendisi Kıbrıs'da başka bir devletin topraklarına asker gönderip oraya yerleşmiş olsa da, nasıl olsa dünya diplomasisi de çifte standarta aşina olduğuna göre, halen en yetkili ağızlarda pelesenk edilmekte olan 'İki millet, tek devlet' avazeleriyle Türkiye Azerbaycan'a destek olmak için Ermenistan sınırını kapatıp, diplomatik ilişkileri kesti. Sene 1993. Şimdi bu durum Türkiye için protokollerin uygulamaya geçmesinde ön koşul mu? Değil mi? Hükümet yetkililerinin çelişkili beyanlarına bakılırsa, en hafif ifadeyle durum müphem gözüküyor.

Ermenistan içinse 1915 faciasının Ermeni halkı üzerinde yarattığı travmanın basıncı sürüyor. Türkiye'de ulus devletin kuruluş sürecinin bir katarsis süreci olduğu tarihin yaprakları arasından süzülüyor. Süzülüyor ama, sistemin egemenler koalisyonu bu gerçeği kabul etmek niyetinde değil. Olsa olsa koalisyonun bir bölümü hakikati, süreci süründürerek örtmek peşinde.

Egemenler katında amaç bir yöntem farklı olarak tezahür ediyor. CHP, MHP, Saadet Partisi gibi ulusalcı yelpazenin değişik uçlarında bulunan siyasi aktörler şoven-milliyetçi bir uslupla çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatıyorlar. AKP-Liberal kanat ise ‘Jenosit’i tarih komisyonuna havale ederek süründürmek, Karabağ meselesinin de Dünya’nın büyük devletlerinin enerji kaynakları akışında Kafkasya’yı stabilize etme zorunluluklarının sonucu olarak çözüleceğini, Ermenistanın zayıflığı, ve izolasyonunun onu zorunlu olarak bu çözüme razı edeceğini düşünüyorlar.

Peki bu iki yöntemin farklılığı amaçta birliği içerdiğine göre sonuçta kim ne elde edebilir? Ulusalcı odak ulusal çıkarları savunduğunu söyleyerek izlediği gerilim politikasıyla anlaşmazlıkların sürmesine hatta savaşların bile çıkmasına zemin hazırlayabilir. Yukarda ulusal çıkara dayalı politikayı başka yöntemle sürdüren AKP - Liberal kampın reel diplomasinin güce,zayıflığa dayalı yönteminin son tahlilde barışın yolunu açacak ahlaki bir politika olduğu söylenebilir mi?

Yoksa bütün bunlar ulus-devlet sisteminin partilerinin iyi polis, kötü polis rollerinin tezahüründen mi ibarettir?

Solun görüşü var mı?

Şimdi işin bizden tarafa daha da önemli yanına değinmek istiyorum. Şu protokol öncesi ve sonrası sistem partileri ve ideologlarının dışında kalan sistem muhalifi siyasi aktörlerin değerlendirmelerini bekledim. Kimler olabilir, sosyalist parti ve gruplar, Kürt hareketi, anarşistler, bu siyasetlerin dergileri yayınları veya olabilecek açıklamalarıydı beklediğim. Aslında beklediğim diyorum ama herhangi bir refleks beklemiyordum da doğrusu. Nitekim, kendini sistem dışı olarak niteleyen örgütlerin grupların büyük çoğunluğunun konuyla ilgili görüşlerini deklare etme ihtiyacında daqhi olmadığını, ya IMF protestosunda, ya bir grevde, ya da kendine özgü başka bir sorunda takılıp kaldığı açıkça bir kez daha ortaya çıktı.

Bunun yanında belirtilen görüşler de demokrat olmakla beraber resmi görüşün paradigması sınırları içerisinde sıkışıp kalıyor.

Tespit edebildiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Araştırmaya TKP ile başladığımda, partinin bu konuyla ilgili bir açıklaması olmadığını gördüm. Yalnızca, bu partinin oluşturduğu Yurtsever Cephe'nin yayın organı olduğu bilinen Sol sitesinde Bursa'da oynanacak Türkiye - Ermenistan maçı ile ilgili bir yazı göze çarpıyor. Bu yazıda protokol üzerine bir cümleye rastlıyoruz 'Hafta sonu Türkiye ile Ermenistan arasındaki protokollerin ufak çaplı bir kriz sonrasında imzalanmasıyla birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir döneme girdi. İki ülkenin ABD öncülüğünde çizilen genel hat üzerinde anlaşmaya varmış oldukları gözükse de, söz konusu meselenin karmaşıklığından dolayı hâlâ süreç gerilimli ve bıçak sırtında ilerliyor.' Böylelikle konunun 'karmaşık' olduğunu öğrenmiş! oluyoruz.

Yine, biraz uzun olacak ama, EMEP çizgisinde yayın yapan Evrensel gazetesinin 12 Ekim tarihli editörden köşesinde şu ifadeye rastlanıyor. 'Diplomatik gelişmeleri dikkatle izleyenler, çeşitli konjonktürel nedenler ve dönemsel çıkarlar açısından Türkiye ve Ermenistan’ı bu normalleşmeye büyük güçler tarafından zorlanmış olmasalar, bu protokolün de imzalanmayacağını biliyorlar. Yani aslında medyanın iddia ettiği gibi, Türkiye hükümetinin ve yönetenlerinin bu konuda ortaya koydukları bir özveri siyaseti bulunmuyor. Aksini savunan medya organları, iki ülke arasındaki protokollerin imza töreninin 3.5 saat gecikmesine yol açan sorunların başında gelen Karabağ sorununda, Türkiye’nin ‘taviz vermeme’ siyasetini aşan bir yaklaşımı olup olmadığını sorgulamalıdır."

Herhangi iki ülke arasındaki sorunların sadece tek taraftan taviz bekleyerek çözülmesi mümkün müdür?' Bu ifadeler, yazarın günümüz devletler sistemi paradigması doğrultusunda hakkaniyete dayalı karşılıklı tavizlerle çözüm arayışını işaret ediyor.

Sonuç itibarıyla sistem karşıtı siyaset iddiasında bulunan siyasi öznelerin yukarda belirtilenlerin dışında epey miktarda mevcut olduğunu biliyoruz. Ama karşımıza çıkan tablo yalnızca Türkiye'yi değil tüm dünyayı ilgilendiren siyasi olgu karşısında, ya yukarda görüldüğü üzere kapsamlı olmayan ve sistem partilerinin görüşlerini aşmayan 'demokrat' görüşlerle konu geçiştiriliyor ya da tamamen ilgisizlikle karşılanıyor.

Peki bu durum sol hareketin gerilemesinden doğan bir refleks kaybından mı kaynaklanmaktadır? Bunun temel neden olarak düşünülmesi yanıltıcı olur. Herhalde daha önemli olan parametre uluslararası politika konusundaki ideolojik-politik sol görüşün sistem partilerini aşmayan 'Halkların Kardeşliği' çağrısında ifadesini bulan sistem içi 'barışcı' bir aktör olarak kendisini sınırlamış olmasıdır.

Kapitalizmin varlığının temeli olan ulus-devlet sistemi, ekonomik ve siyasi eklemlenmeyle bir dünya sistemini oluşturmaktadır. Ulus-devletler sistemi savaşı da kardeşlik ve barış politikasını da bünyesinde taşımaktadır. Sol bu paradigmanın ikileminin barış tarafında yer almakla sanıldığı gibi sistem karşıtı bir rol oynamış olamaz. Zira sistem partileri de koşullar gerektirdiğinde bugün AKP'nin yapmakta olduğu gibi 'Barış' aktörü olabilirler.

Ulus-devlet sisteminin dünya sistemi olarak kabullenildiği günümüz dünyası 'ulusal çıkar'ın politikanın belirleyici bir faktörü olmasından kendini kurtaramamıştır, zaten kurtarma niyeti de olamaz . Paradoksal gözüken ama esasında ulus devlet sistemi içerisinde yer alan, şu eski 'sosyalist' ülkeler olan Çin-Sovyet çatışmasını, Vietnam-Kamboçya savaşını hatırlamak bile bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlamak için yeterlidir.

Kapitalist dünya sisteminin bütünleyici parçası olan ulus-devlet sistemini aşmak yerine 'ulusal bağımsızlık' politikasını temel alan sol siyaset, yukardaki ifadelerde görüldüğü gibi ulus devletlerin anlaşmazlıklarında yine 'ulusal çıkar' doğrultusunda hareket ettiğinden, ya karmaşıklıktan bunalacak ya da sistemin zaten içselleştirdiği 'karşılıklı tavizler' diline esir olacaktır.

Kapitalist küreselleşme karşısında, küresel devrimin yerine ulus - devlet savunuculuğuna savrulan sol, hem muhafazakarlaşıyor, hem de Dünya'yı okuma yeteneğini kaybediyor. Sol ulus devleti savunurken yanılsamaya sürükleniyor, zira kapitalist dünya sistemi temel parametresi olan ulus devleti ortadan kaldırsa, kendi kendinin berheva olmasıyla karşı karşıya kalacaktır.

Artık solun, sosyalistlerin gelecek dünya tahayyüllerinin sistem içi prangalardan kendisini kurtararak, güncel siyasi olgulara da bu pencereden bakması gerekmiyor mu?

Hani devletin sönümlendiği, hani sınırların ortadan kalktığı, hani ulusun değil insanlığın kurtuluşu istemi, hani eşit ve özgür dünyaya olan özlem vardı ya onu hatırlamak ve hatırlatmanın şimdi tam sırası.
Yazar:Ferhan Umruk

Hiç yorum yok: