30 Haziran 2010 Çarşamba

SAMİMİYETSİZ BİR DÜNYADA TARAF OLMAK

HAKKI YÜKSELEN

PKK’nin koşullu ateşkese son verip “aktif savunma”ya geçmesiyle 26 yıllık savaş yeni bir aşamaya girdi. Seçim propagandasını fiilen başlatan hükümet, suçu İsrail’in üzerine yıksa da, konuyla az çok ilgili olan ve en azından ortalama bir zekâ seviyesine sahip herkes gerçeğin farkında. Savaşın yeniden alevlenmesi, intikam peşindeki İsrail’in, Türkiye’nin “yükselişini” engellemek ve tabii hükümeti devirebilmek amacıyla tam da referandum döneminde PKK’yi ‘taşeron” olarak ileri sürmesiyle ilintili değil. Gelişmelerin temelinde bir yıl önce büyük bir alâyişle ilan edilen ve duruma göre sürekli isim değiştiren “açılım”ın yattığı açıkça ortada. Tabii, bu söylediğimin “Terörün nedeni, hükümetin açılım politikasıdır!” türü, burjuva muhalefetine has bir bayağılıkla ilgisi yok. Söylemek istediğim, bu “açılım”ın daha en başından itibaren boğazına kadar bir samimiyetsizliğe batmış olması.
Her Şeyin Başı…
Dilimizde “Her şeyin başı samimiyet!” diye bir söz vardır. Ancak ortada samimiyetten başka her şey var. Öyle bir manzara ki, iyi polis-kötü polis oyunu oynayan ve her sıkıştıklarında dişlerini göstermekten çekinmeyen devletlû birileri, sorunu gerçekten çözmenin değil, istedikleri kıvama getirip ucuza kapatmanın peşinde. Zaten sureti haktan görünüp var olan egemenlik biçimini bu defa da “çözüm ve demokrasi” kisvesi altında sürdürmek isteyenlerle neyi çözeceksiniz ki? “Eski mutlu ve Kürtsüz günler”in hayaliyle yanan ve “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” diyenleri saymıyorum bile!
Cumhurbaşkanı’nın geçen yıl “İyi şeyler olacak!” diye müjdelediği “açılım”ın gerekçelerine bakmak bile yeterli: “Model ortak” ABD, yeni projelerine uygun bir Ortadoğu şekillenmesinde bize “bölgesel güç”, yani bölgesel hegemon rolü vermeyi kabul etmiş. Devletimizin içinde bugüne kadar görülmemiş bir uyum ortamı oluşmuş. AB, bir zamandır “terör örgütü”ne desteğini kesmiş. “Herkeslerin” tasfiyesine karar verdiği PKK, iyice sıkışıp çaresiz kalmış, hatta dağılıp bitme noktasına gelmiş. Yani “devlet içi uyumu” saymazsak neredeyse tamamen “dış kaynaklı” bir mesele. Tabii, haklarını yemeyelim, bir de “Analar ağlamasın!” gerekçesi var ki, insanın “Allah razı olsun!” diyesi geliyor!
Netice itibariyle Barzani’yi, Talabani’yi saymazsak şöyle Kürtsüz cinsinden güzel bir çözüm imkânı! ABD-Irak-Irak Kürdistan Yönetimi bir de Biz. Yani, meselenin asıl politik muhataplarının, BDP’nin, PKK’nin yok sayıldığı, hatta tasfiye edilmeye çalışıldığı, öyle kendi aramızda, baş başa; halksız, haksız, adaletsiz, eşitliksiz ve de tekinsiz bir çözüm. Hem de temelleri onca yıldır kimi devlet güçleri ve bağlantılı sivil güçlerce atılmış her türlü provokasyona açık, oynak, kaygan ve de faşizan bir zemin üzerinde.
Eşitlik Korkusu!
Bizde özellikle “milli meselelerin” reformlar yoluyla çözümü, yani diz boyu samimiyetsizlikte uydurmasyon reform işleri epey eskilere dayanır. Ermeni meselesinde olduğu gibi, uydurma çözümler, gerçek kırımlara yol açmıştır her daim. Bu reform işi tehlikeli bir tahterevalli gibidir. Birileri kazanacağını hayal ederken, birileri de kaybedeceğini düşünür. 1879-1951 yıllarında yaşamış İstanbullu yazar ve gazeteci Aram Andonyan, ilk defa 1913’te yayımlanan ‘Balkan Savaşı’ adlı kitabında, imparatorluktaki Türk unsuruyla diğer unsurlar arasındaki ilişkilere değinirken, gerçek bir reformun temelinin eşitlik olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Ama şu var ki, memlekette gerçek bir eşitlik kurulursa, Türk unsuru, sadece en çok avantaja sahip unsurlarla eşit olmamakla kalmayacak, daha da geride kalacaktır(…) Eşitlik sistemi içerisinde, sayısının azlığı yönetim yollarını kapatacaktır önünde. Zanaat, ticaret, alışveriş onun işi değildir. Sayıca kendisinden çok aşağı olan unsurlar bile, eşitsizlik engeli kalkınca onu geçeceklerdir(…) Şu halde reform varlığını sürdürmek için şart olmakla beraber, eşitlik sisteminden kaçınmak da şarttı. Eşitlik olmadan ise reform olamazdı. Reform yapılırsa Türk unsur muhakkak kaybedecek; reform yapılmazsa muhtemelen Türkiye elden gidecekti(…) Mithat Paşa bu kördüğümle karşılaştı yolu üzerinde. ‘Türkiye Türklerindir’ ilkesinin ilk bayraktarlarından olan bu devlet adamı, aynı zamanda hem memleketi hem de Türk unsuru kurtarma çabası içinde, reformu eşitlik ilkesiyle birlikte kabul edemezdi(…) Çaresiz samimiyetsiz bir sistem buldu: Memleketin hoşnutsuz unsurlarını parlak laflarla yahut biçimsel bir düzen ve kurumlarla oyalayacak, her şeyi vaat edip hiçbir şey vermeyecekti. Dış görünüşüyle liberal, gerçekte zorba bir sistem olacaktı bu. 1908’de Mithat Paşa’dan otuz yıl sonra, Jön Türkler bu samimiyetsiz sistemi uyguladılar.’
Eşitlik korkusundan mütevellit derin ve çaresiz bir samimiyetsizlik hastalığı…
Yeniden Paylaşmak
Tabii, o zamandan bu zamana köprülerin altından çok sular aktı. Her şeyden önce bugün hâlâ kaşınanlar olsa da artık imparatorluk falan değiliz. Üstelik kendi ulus devletimiz içinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyoruz. Bütün yönetim yolları, ardına kadar açık, önümüzde uzayıp gidiyor. Gayrimüslim mülklerinin Türklere devri işi ise (çokuluslu yatırımları ve “hoşgörümüze” sığınmış birkaç azınlık mensubunu saymazsak) büyük ölçüde tamam. Türkler zanaatı da, ticareti de, alışverişi de öğrendi; hem de şeytana külahı ters giydirecek tüm fırıldaklarıyla birlikte. Kimi internet provokatörlerinin “Ey Türkoğlu uyan, her şey Kürtlerin eline geçti!” veya “Zenginlerin çoğu Kürt!” türü hikâyelerine bakmayın, bu memlekette patronun kim olduğunu herkes bilir. Ancak yine de ortalıklarda “eşitlik ihtimali”nden kaynaklı bir yığın korku ve endişe vardır. Sıradan Türkler arasında epeyce yaygın olan, ‘Elimin altındaki Kürt de giderse ben kimi aşağılarım?’ endişesini; ölen evlatlarının hesabını, asıl sorumlulardan değil, Kürtlerden sorma eğilimini ve zaman zaman kabaran faşizan ruh halini hesaba katmak zorundayız. Unutmayalım, hayali de olsa “iktidar”, iktidardır!
Tabii, bir de “üst düzey” endişeler var. Siz bakmayın kimi hakiki iktidar sahiplerinin “Bu Kürtlere yüz verirsek astarını da isterler!” veya “Önce kültürel haklar, ardından da bölünme!” söylemine. Dertleri, yalnızca “devletin, vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne halel gelmesi ihtimali değil; aynı zamanda bir şeyleri de Kürtlerle paylaşmak zorunda kalmaktır. Yani, birlikte paylaşarak yaşamak, neredeyse ayrılıktan beterdir! Eh alışmamışlar ne de olsa!
Üzerine pek laf edilmez, ama işin bir de bu yönü vardır. Anayasa maddesi haline gelmiş bir “siyasi eşitlik” ekonomik, toplumsal ve idari alanları da zorlar. Kendimizi, kaynakların yeniden dağılımı, daha eşit paylaşımı gibi mevzuları tartışırken buluveririz. Bölgeye aktarılacak ekonomik kaynaklar, yapılacak yatırımlar, ciddi eğitim ve sağlık harcamaları, zorunlu sosyal politikalar, kültürel hakların gerekli kıldığı destekler, idari reformlar ve daha bir yığın şey. Hepsi masraf kapısı. Şimdi bir de kendi boğazından kesip Kürde yedir; olacak iş değil. Tabii, her şey ekonomiyle kültürle de bitmiyor. Öyle anayasalara falan geçmiş kolektif hak ve özgürlüklere dayalı bir eşitlik, bugüne kadar birilerinin yararına “tıkır tıkır” işleyen, adeta doğal bir düzeni de bozacaktır. Milli eğitimin yeniden düzenlenmesinden tutun da, anadilinde eğitime, tarih vs. ders kitaplarının yeniden yazımına, harp okullarına öğrenci alımına, en hassasları da dahil, devlet kurumları üzerinde ortaklık taleplerine kadar bir yığın devlet ve memleket işi… Küflenmiş resmi ideolojimizin açık ve güneşli bir havada şöyle bir havalandırılması, “hallaç pamuğu” gibi atılması, sadece devlet mitolojimizin değil, burjuva egemen ideolojimizin de çivilerini yerlerinden oynatır! Hele bir de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi veya “özerklik’ türü ihtimalleri de eklediğinizde ortaya önce yerel, ardından da ulusal planda siyaset yapmaya başlayan, kendisine yeni makam ve mevkiler talep eden, eskisinden çok daha güçlü ve iştahlı bir Kürt siyasi sınıfı ve bürokrasisi çıkacaktır. Tabii bu durum, bir “yeniden yeniden paylaşım” konusunu da gündeme getirecektir. Yani, bir alay risk, bir yığın bela!
Hassas Mevzular
Böylesine tarihi öneme sahip meselelerin, işleri bazen “hot-zotla” bazen de sahtekârca bir koyun pazarlığı ile yürütmeye alışmış çapsız, riyakâr, fırsatçı, korkak ve samimiyetsiz insanların eline kalması çok tehlikelidir. Çünkü bunlar, kendilerinin ve temsil ettikleri güçlerin kayıplarını sanki halkın kaybıymış gibi göstermeyi iyi bilirler. İşlerin sarpa sardığı bir noktada, bütün çılgın darkafalılıklarıyla, zaten uzun yıllardır çeşitli resmi-gayri resmi kışkırtmalarla fokurdatılan kin ve nefret kazanının ateşini harlamaları işten bile değildir.
Bakın bu memlekette, “milli meseleler” nedeniyle çok kan dökülmüştür. Yani konu, hassas bir konudur. Bu hassasiyet özellikle “açılım, çözüm ve reform” dönemlerinde çok artar. Osmanlının son yüzyılında reformun sadece sözünü ederek, ancak gerçekten reform yapmayarak Hıristiyanları öfkelendirmek; aynı anda da “Gâvurlar tepemize çıkacak!” diyerek Müslümanları kışkırtıp saldırganlaştırmaktan başka bir işe yaramayan yönetim anlayışı, “devlet yönetiminde süreklilik” ilkesi gereği, bu memleketin sırtında hâlâ bir kambur gibi durmaktadır.
Özgürlük Eşitlik Kardeşlik!
Oysa Kürt halkının kazancı, Türk halkının emeğiyle yaşayan büyük çoğunluğunun da kazancı olacaktır. Sabahtan akşama kadar “birlik” nutukları çeken egemenlerin en büyük korkusu Türk ve Kürt emekçilerinin özgürlük ve eşitliğe dayalı gerçek birliğidir. Onlar, bu birliği engellemek için şeytanın dahi aklına gelmeyecek yolları bulurlar.
İşlerin yoluna girdiği inancının çokça yayıldığı dönemler, aynı zamanda tehlikelerin de arttığı dönemlerdir; hele ki arabanın direksiyonu, malum kişilerin elindeyse.
Bugün “çözüm” mevzuunun dışında tutulmak istenen sadece Kürt halkı, Kürt emekçileri değildir; aynı şekilde Türk halkı ve Türk emekçileri de devre dışı bırakılmak istenmektedir. Oysa halkın, emekçilerin dahil ve müdahil olmadığı, destek vermediği ‘çözümler’ sadece yeni ve belki de daha kanlı çözümsüzlüklere kaynaklık eder.
Taraf Olmak
Tarihteki büyük meseleler, eğer zamanında ve doğru araçlarla çözülememişlerse, ortalıkta kalan dev bir leş gibi çürümeye, eskilerin deyişiyle “tefessüh” etmeye, yani kokuşmaya başlarlar; yanlarındaki, yörelerindeki hemen her şeyi, bu arada mücadele eden güçleri de çürütüp kokuşturarak. Kürt meselesinde de durum yaklaşık olarak budur.
Yıllarca süren “kirli savaşla” iyice kirlenip çıkmaza giren, her türlü enfeksiyona açık hale gelen mesele, emperyalizmin ve bölge egemenlerinin oyunlarıyla “kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen” bir Ortadoğu klasiğine dönüştü. Meselenin genel toplumsal, siyasi ve vicdani çürümeye etkisinin yanı sıra Türkiye solundaki çözülme ve çürümeye etkisi de çok açık.
Sözüm, yıllardır “akıntıya karşı yüzenlere” veya zaten “her şeyi bilen, gören ve her zaman haklı” olanlara değil; dayanılması güç bir şovenizm fırtınası karşısında zorlukla ayakta kalmaya çalışan, hatta sık sık yolunu şaşıran emekçilere, solculara sosyalistlere ve hatta çok sayıda “eski dosta!”
Kafalar karmakarışık. Çoğu zaman bir bıkkınlık ve kendini hiçbir yere ve hiçbir şeye ait hissedememe hali egemen. Her şey yabancı, kirli ve uzak. Birçok sosyalist, artık her şeye (en başta Kürtlere!) kızıyor, her şeyden aynı derecede uzak durmaya gayret ediyor. “Temiz” kalmaya, ruhunu kurtarmaya çabalıyor. Ancak yine de gücün, gündelik “fikirlerin”, vasatın, sabah akşam oradan buradan duyulan sözlerin, bayrakların, asker cenazelerinin, fısıltıların, e-postaların, haberlerin, “bilgilerin”, “mahalle baskısının” etkisinden kurtulamıyor ve bin bir bahaneyle, giderek “onlara” benzemeye başlıyor. En iyi ihtimalle, “Her türlü milliyetçiliğe karşıyım”ın, yani kimi zaman “içimizdeki Türk’ü” gizleyen dermansız bir “tarafsızlığın” limanına sığınmaya çalışıyor. Hatta bunu “proletarya enternasyonalizmi” adına yapanlar bile var! Oysa bitaraf olmanın mümkün olmadığı, “taraf olmayanın -en azından düşünsel olarak- bertaraf olduğu”, sonunda “eksen kaymasına uğradığı” bir dünya burası.
O halde, yapılması gereken ilk iş taraf olmak.
Peki, hangi tarafta olmak? Elbette kendi tarafında! Bu ülkenin ve bu dünyanın gerçek sahiplerinin işçi ve emekçilerin, yoksulların ve kaderlerini onların kurtuluşuna bağlamış olanların olması gereken tarafta.
Nereden Başlamalı?
O zaman, nereden başlamalıyız? Önce, bazı “batıl itikatlardan” kurtulmakla başlayabiliriz
Mesela “Bütün milliyetçilikler her zaman birbirinin aynı” değildir. Bir şeye, sırf o şeyin soyut tanımı ve “en sonunda” varacağı noktayı ileri sürerek düşman olmak; ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında bir fark olmadığını söylemek aslında hiçbir şey söylememektir. Gerçek bir politik tavrın temeli, kavramların sözlüklerdeki zaman ve mekân dışı soyut tanımları değil, belirli bir tarihsel bağlamda ifade ettikleri toplumsal dinamiklerdir. Her şeye toplumsal mücadele içindeki konumuyla bakmalıyız. Bizler falcı değiliz. Bu nedenle asıl işimiz geleceğe ilişkin tahminler yapmak değil, önce halihazırdaki durumu, gidişatı kavramaktır.
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği farklı sınıfsal, sosyal, demokratik, politik dinamikleri barındırır. Biri tarihsel dönüşümünün sonbaharında, her türlü ırkçı, şoven, karşıdevrimci rezilliğin göbeğindedir. Diğeri bir anlamda tarihsel yolunun başlangıcında, nesnel olarak ilerici, devrimci, demokratik özellikler taşır; ta ki, yolun bir yerinde şu veya bu “zorunluluk” nedeniyle emperyalizmle oynaşmaya; emperyalist bir işgale destek vermeye; işçilere, emekçilere düşmanca davranmaya; ezen ulus egemen sınıfıyla devrimci hareketlere karşı işbirliğine; veya bir ezen ulus milliyetçiliğine dönüşüp mesela Irak Kürdistanı’nda Arapları, Türkmenleri, Asurileri, Yezidileri, Keldanileri ve diğerlerini aşağılayıp ezmeye başlayacağı güne kadar.
Ancak o zaman bile önderliğin durumuyla halkın talepleri ve mücadelesi arasındaki ayrımı unutmamak gerekir.
Kısacası ezilen ulus milliyetçiliğine, yani ulusal kurtuluşçuluğa bakışımızdaki bu fark, onun pirüpak bir şey olmasıyla veya bizim ona safça bir hayranlık duymamızla değil, tarihsel konumuyla ilgilidir.
Yoksa Troçki, devrimci bir siyasetçi ve bir gazeteci olarak izlediği Balkan Savaşları üzerine yazdığı makalelerden birinde şöyle der:
“Milli ihtilalciler, sosyal ihtilalcilerin tersine şiddet eylemlerini daima ya kendi ülkelerinin ya da başka ülkelerin hanedan ve diplomatlarıyla bağlantılı hale sokmaya çaba harcarlar.
Mesele, genç bir ulusun toprak ve siyaset ile ilgili kendi kaderini tayin etmesi olunca, Carbonari’nin sabırsız eylemleri, çokluk yalnızca hanedanlık ve diplomasi güçlerinin, hep ağırdan aldıkları hamleleri başlatmaları ve tamamlamaları için teşvik etmeye yöneliktir ve ilk fırsatta politik inisiyatifi söz konusu ikinci kuvvetlere bırakır.”
Fark budur ve günümüz örneklerinde olduğu gibi, mücadelenin sosyal kurtuluş boyutu silindikçe, “millici” -diplomatik boyutu parlamaya başlar. Diplomasi sadece “dış güçlerle” değil, aynı zamanda egemen “iç güçlerle” de yürütülür veya yürütülmek istenir. Bu, devrimci sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçsüz olduğu hallerde, neredeyse bir tabiat kanunudur. Ancak, diplomasinin kirli ve karanlık dehlizlerinde “kurtuluş ışığını” ararken, zamanla yolunu şaşıran kimi önderliklerle hesabımızı kestiğimiz durumlarda bile, bizim tavrımız kendi burjuvazimizin yanında yer almak veya her şey kahredip küsmek değil, ezilen halkların yanında yer almaktır.
Birlikten Yana Olmak
Amacımız sınıf mücadelesini yükseltecek imkân ve dinamikleri ıskalamamak, işçi ve emekçilerin birlik ve dayanışmasına ve bütün halkların gerçekten kardeş olduğu bir dünyaya giden yolu bulmak olmalıdır.
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını” kayıtsız şartsız desteklemek zorundayız. Bu, “politik anlamda bağımsızlığı, ezen ulustan politik irade yoluyla ayrılığı” da içeren, ancak “hiçbir biçimde ayrılma, kopma ve küçük devletler kurma ile eşdeğer olmayan” bir haktır.(Lenin’in görüşü; joker kullanmak amacıyla değil, doğru olduğu için aldım.) Yurtsever küçük burjuvamızın kafasının karıştırsa da bu “çelişkili” ifadelerin anlamı açıktır: Eğer gerçek birliği istiyorsan, ayrılma hakkını da kabul edeceksin! Ulusların gönüllü birliği başka türlü mümkün değildir. Bu iş biraz da evliliğe benzer, eğer boşanma hakkı yoksa, sonu ya ihanete ya da cinayete varır.
Birlikten, hem de bugünkünden çok daha geniş bir birlikten yana ve “Balkanlaşmaya” karşı olmalıyız. Sadece “Misakı Milli sınırlarını değil bütün Ortadoğu’yu, Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı, Avustralya’yı ve Kuzey ve Güney Amerikayı istemeliyiz. Yani gözümüz yükseklerde olmalı; ancak bizimle kalmak istemeyen hiçbir halka da bu talebinden dolayı kurşun sıkmamalı, sıkanlarla da işbirliği yapmamalıyız. Birliğin propagandasını yapmalı; kapitalizme ve emperyalizme karşı ortak mücadelenin ve örgütlenmenin her türlü yolunu aramalıyız; ama nihayetinde halkların özgürce vereceği kararlara da saygı göstermeliyiz. Teklikten değil, gerçek ve özgürlüğe dayalı bir birlikten yana olmalıyız. Bu birlik kimsenin kimseyi ezemediği, zorla asimilasyonun olmadığı, eli sopalı “ağabeylerin” “model”lik yapamadığı bir birlik olmalı. Halkların, ulusların, dillerin, kültürlerin gerçek eşitliğine, adalete, devrimci dayanışmaya, proleter enternasyonalizmine dayanan bir birlik. Bugün gideni yarın bulup kucaklayacak bir birlik…

Bir de Şu PKK Olmasa!
Kürt ulusal sorununun varlığı “normal” zamanlardaki teorik beklentilerin aksine sınıf mücadelesini güçlendirmediği gibi işçi ve emekçilerin önemli bir bölümünün de şoven milliyetçiliğin etkisine girmesine neden oldu. Burjuvazinin iki mücadelenin birleşmesini (Bir zamanlar Zonguldak-Botan hattı’ndan söz edilirdi.) engellemek için sarf ettiği kanlı çabaların yanı sıra sosyalist hareketin deva bulmaz sorunları da bu durumu pekiştirdi. Evet, işler umulduğu gibi yürümedi; üstelik hiçbir zaman gönüllerimize uygun bir PKK de olmadı! Ancak PKK’nin nesnel bir olgu olduğunu ve mücadelenin zihinlerimizde değil maddi dünyada yaşandığını unutmamak zorundayız. Öncelikle durumumuzun asıl olarak PKK’nin varlığıyla doğrudan ilişkisi olmadığını kabul edelim. Bu duruma esasen sınıf mücadelesindeki sert gerilemenin ve bunun yanı sıra kendi güçsüzlüğümüzün, kavrayışsızlığımızın, yönsüzlüğümüzün ve zaman zaman kuyrukçuluğumuzun sonucunda geldiğimizi unutmayalım. Bazı genetik hastalıkların ve sınıf pusulasını kaybetmenin yarattığı körlük, insanların kimi güçlerin pırıltısına kapılmalarına yol açtı. Bazıları, güçler dengesi değiştiğinde, daha önce, “peşlerinden ayrılmadıklarına, hatta milletvekili pazarlıkları yaptıklarına” düşman kesildiler. İktidar açlıklarını devlet kapısının önünde milliyetçiliğin çeşitli kılıklarına girerek gidermeye çalıştılar; hâlâ da öyleler.
Sosyalist devrimci bir önderlik altında yürümeyen her türlü ulusal hareket, sosyalistlerin sürekli “eleştiri kırbacı” (Troçki) altında olmalıdır. Ulusal hareket önderliklerine verilecek destek eleştirel, sınırlı bir destektir ve bu destek yukarıda sayılan olumsuz durumlarda tamamen çekilir. Ancak bu, “devrimci bahaneler” bularak, ezenle ezilen arasındaki mücadelede taraf olmaktan kaçarak, bir halkın ulusal özgürlük mücadelesine sırt dönerek veya Türk emekçilerine ulusalcılığı uygun görüp Kürt emekçilerinden proleter enternasyonalizmi talep ederek düzenin yanında yer almak anlamına gelmemelidir.
Teröre Terör Demek
Açık sözlü olmalı ve eşyaya adıyla hitap etmeliyiz. Mesela durakta bekleyen, otobüsle işe giden, yolda yürüyen emekçinin, parkta oynayan çocuğun canını alan, neredeyse kimin yaptığından bile emin olunamayan teröre, açıkça “terör” diyerek onu kendi dilimizle protesto etmeliyiz. Nasıl ki terör eylemiyle aradaki farkları bilerek siyasi mücadeleye “siyasi mücadele”, silahlı mücadeleye “silahlı mücadele”, gerilla mücadelesine de “gerilla mücadelesi” diyorsak. Egemenlerin düzene karşı her türlü silahlı, hatta silahsız mücadeleye “terör” adını taktığını biliyoruz; ancak kimi zaman, terörün, devrimci kitle mücadelesinin yerini alan, sonuçta halklar arasındaki milliyetçi nefreti körükleyen bir siyasi araç olarak kullanıldığının da farkında olmalıyız.
Bireysel terörü ve teröristi çok iyi tanıyan Troçki, siyasal baskının belirli sınırları aşması durumunda yalıtık terörist patlamaların kaçınılmaz olduğunu belirtip hemen ardından “Terörizmin çıkmaz sokağında provokasyonun eli güvenle hükmeder” demiş. Terörün nedenlerini biliyoruz, ancak bu bilgi, bazı istisnai tarihsel koşullar dışında, teröre karşı çıkmamıza engel olmamalıdır. Çünkü terör her şeyden önce ancak kitlesel eylemlerle oluşabilecek sınıf bilincinin en büyük düşmanıdır. Kitlesel sınıf mücadelesinin yerini bireysel terörün aldığı durumlarda kitleler ya gökten inecek “kurtarıcıları” beklemeye başlar ya da büyük bir ürküntüyle otoritenin, yani düzenin yanında yer alır. Bu nedenle terör, bir siyasi araç olarak kesinlikle reddedilmelidir.
Barış!
Anayasaya geçmiş hakların dahi fiilen hükmünün olmadığı bir memlekette, anayasaya geçmemiş veya “bireysel” kalmış hakların hiçbir hükmü olmayacaktır. O nedenle yarın bu ülkenin, hangi kökenden gelirse gelsin bütün emekçilerinin ağır ve kanlı bir bedel ödememesinin tek yolu, bugüne kadar olduğu gibi “teklik” değil, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe dayalı gerçek bir çözümdür. Savaş gerçek anlamda ancak böyle bitecek; barış, ancak bu temelde, geçici bir “ateşkes” olmaktan çıkıp gerçek bir barışa dönüşecektir. Ve bu barışın asıl teminatı başta Türkler ve Kürtler olmak üzere bu memleketin bütün emekçilerinin sınıfsal birliği ve ortak mücadelesinden başka bir şey değildir.
Adalete, eşitliğe özgürlüğe ve kardeşliğe dayalı onurlu bir barıştan yana olmalıyız. Gerçek barışın ancak “işçilerle geleceğini” ve bunun da işçi ve emekçilerin birliği ile mümkün olduğunu her yerde söylemeliyiz. İşçi ve emekçilerin her iki kesiminin emperyalizme ve kapitalizme (Tabii milli kapitalistlere de!) karşı birliği, ancak ortak mücadele ve güven temelinde sağlanabilir. Bizim için en yüksek ilke emekçilerin birliğidir. Sonra… Sonra, dost düşman bütün dünya, “ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin” nasıl bir şey olduğunu görecektir…
Taraf olmak en iyisidir, tabii ki, kendi tarafımızda olmak şartıyla…

1 yorum:

Hasan Gürkan dedi ki...

Meramınızı bu kadar uzun anlatırsanız,kendinizyazar kendiniz okursunuz