11 Temmuz 2011 Pazartesi

Empati, Kimlik ve Vicdan Üzerine

Oşin Çiringel



Bir insanı anlamak istiyorsan, gökte üç ay

eskiyene kadar onun ayakkabılarıyla dolaşmalısın.

Kızılderili atasözü



Empati gerçekten mümkün mü?

Kavrama kimliğini kazandıran Carl Rogers’a göre bu mümkün; insanlar birbirleriyle empatik ilişki kurabilir!


Carl Rogers’in empati tanımı, konunun analizi için uygun bir başlangıç sayılabilir: “Empati, bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesidir.”



Tanıma göre empatik ilişki, üç adımlı bir süreci gerektirmektedir. İlk adımda empati kuracak kişi, kendisini karşısındakinin yerine koymakta, olaylara onun bakış açısıyla bakmaya çalışmaktadır. Bunun için de kişinin, empati kurduğu kişinin gerçeklik alanına girmesi gerekmektedir.



Her insan, gerek kendisini gerekse çevresini, kendine özgü bir biçimde algılar. Bu, onun gerçeklik alanıdır. Kısaca her insan, dünyaya kendi bakış açısıyla bakar. Empati kurmak isteyen kişinin dünyaya karşısındakinin bakışıyla bakması gerekmektedir. Empati kurma sürecinin en önemli aşamasının bu ilk adım olduğu anlaşılmaktadır.



Peki, insanın kendi gerçeklik alanından çıkarak karşısındakinin gerçeklik alanına girmesi, dünyaya onun bakış açısıyla bakması mümkün mü? Bu can alıcı sorunun daha yalın şekli şu: İnsanın kendi kimliğinden sıyrılarak karşısındakinin kimliğine bürünmesi mümkün mü? Bir adım daha atarak sorumuzu daha anlamlı kılalım: Kimliklerimize rağmen empati mümkün mü? Görüldüğü üzere empatinin olabilirliği, kimlik sorununa gelip dayanmaktadır.



Empatinin kimliğe ve aidiyete gelip dayanması onu kuramsal kılar ve olabilirliğini sorgulama düzlemine taşır. Empatiyi, kimlik gerçekliğinin temel özellikleri bağlamında irdelemek, onun bu özelliğini net olarak açığa çıkarır. Bunun için ‘kimliğin kimliği’ni sorgulayan ‘kimlik nedir?’ sorusunu yanıtlamamız gerekir.



Kimliğin en kestirme tanımı bi’şey olmaktır. Kimlik, çoğunluğu

insan ilişkilerinden kaynaklanan, bir kısmı da doğuştan gelen özelliklerin bütünü, daha doğrusu bu özelliklerin bileşkesi, sentezidir. Biz doğuştan neleri taşıdığımızı tam olarak bilemeyiz ama toplumsal ilişkilerden neleri aldığımızı, hangi özelliklerimizi edindiğimizi saptayabiliriz. İşte bu özelliklerin her biri bi’şey’dir (ruhumuzun yapıtaşları). Yüzlerce bi’şeyimiz bir araya gelip kaynaşarak bize bir bileşke-kimlik kazandırır.



Kimliğin olumlanarak algılanışı, çağdaş insanın tanık olduğu en büyük yanılsamadır (bi’şey olma yanılsaması). Sorun tepesi üstü durmaktadır. Doğu düşüncesinde aşılması gereken bir sorun olarak kabul edilen kimlik, Batı düşüncesinde benimsenen ve yokluğu bunalım belirtisi olarak algılanan bir gerçekliktir.



Bu, neden böyledir? İnsanın evrenle ilişkisinde bütüncül bir ilkeye sahip olan Doğu felsefesinde kimlik, varlığı bakımından bir bunalım kaynağı değil, salt aşılması gereken bir sorun olarak görülür. Çünkü bu felsefeye göre kimlik – bi’şey olmak – sınırlandırır, koşullar, ufku daraltır, cehaleti çoğaltır, sığlaştırır, tek boyutlu kılar, düşünsel yaratıyı öldürür, etik kalıplar üretir, çerçeveler, dondurur, duyguları güdüler ve en önemlisi insanın yaşamla olan bağlarını hırpalar, onu evrenle bütünlüğünden koparır, gerçekten uzaklaştırarak yoğun bir sis perdesinin ardına taşır.



Öte yandan, insanın evrenle ilişkisinde Doğu’nun tersine parçacıl bir ilkeye sahip olan Batı felsefesinde ise kimlik, varlığı bakımından değil yokluğu bakımından bir bunalım kaynağıdır.Çünkü bu felsefeye göre bi’şey olan insan, tüm dünyayı bi’şey açısından görür ve öyle değerlendirir. Bununla da kalmaz, tüm yaşamını bu bi’şey’e temellendirir.



Oysa bu, bir ufuk daralması, insanın kendi kendine uyguladığı zulümdür. Sınırsızlığı ve çeşitliliğiyle tezahür eden bir yaşamı, sınırlı ve tek boyutlu bi’şey’in bakış açısıyla algılamak mümkün mü? Böylesi bir algılayış tutsaklık değil de nedir? Her şey olan yaşam bi’şey’in bakış açısıyla anlamlandırılabilir mi ? Her şey’in manevi zenginliği ve derinliği, bi’şey’in fukaralığı ve sığlığıyla nasıl bağdaşabilir? İşte kimliğin bu muhteviyatı, empatik ilişkiyi imkansız kılar!



Empati için zorunlu koşul, empati kuracak olan kişinin kendi kimliğinden tümüyle kurtulması, kendini sıfırlamasıdır. Kimliklerini korudukları, ondan kurtulmaya çalışmadıkları sürece iki kişi arasında empatik ilişki kurulamaz.* Çünkü buna ihtiyaç duyulmaz. Ölümle ya da psikolojik bir yıkımla sonuçlanacağı muhtemel bir didişmenin tarafları empatiye ihtiyaç duyar mı?



Empati sürecinde ikinci adım, ilişki kurulan kişinin duygu ve düşüncelerinin doğru olarak anlaşılması ve / veya hissedilmesidir. İlk adım için öne sürdüğümüz itiraz, bu adım için de geçerlidir. Çünkü, kolayca anlaşılacağı üzere ikinci adım, birinci adımın türevidir. İlk adımda kimliğin, empatik ilişkiyi imkânsız kıldığı sonucuna varmıştık. Aynı saptama farklı bir düzlemde ikinci adım için de geçerlidir. Yine aynı nedenle kişi, empatik ilişki kurmaya çalışacağı kişinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlayamaz ve / veya hissedemez. Bunun olabilirliği, ruhsal ve düşünsel özdeşliği gerekli kılar.



Yazımızın girişinde yer verdiğimiz Kızılderili atasözü, sorunu salt ‘pratiğe dayalı anlama’ düzleminde ele almakla gerçekçi bir yaklaşım sergilemektedir. Böylece sorun, kuramsallıktan pratiğe taşınmıştır. Atasözündeki ‘ayakkabı’ bir simgedir. Bir insanı anlamak istiyorsan, uzunca bir süre (gökte üç ay eskiyene kadar, galiba doksan gün) onun ayakkabılarıyla dolaşmalı, onun yürüdüğü yollardan yürümeli, onun yaşamını yaşamalısın. Deneyim, empatiye ilişkin kuramsal yaklaşım ve açılımlardan daha öğretici ve daha sonuç alıcıdır. Çünkü insan ruhu, kuramın değil pratiğin etkilerine açıktır ve önemli ölçüde bu etkilerle biçimlenir.



Empati kurma sürecindeki üçüncü adım, kişinin, empati kuracağı kişiyi bilgilendirmesi, durumu ona iletmesidir. İlk adımda empati kuracak kişi, kendisini karşısındakinin yerine koyuyor, olaylara onun bakış açısıyla bakıyor; ikinci adımda o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlıyor ve hissediyor. Üçüncü ve son aşamada ise, empati kurulan kişiye bu durum iletiliyor. Aslında iletme, bir anlamda devreyi kapatma eylemidir.



Buna göre, kişi, empati kurduğu kişiye şöyle diyesidir: “Dünyayı, insanları ve olayları senin algıladığın gibi algılıyorum. Tıpkı senin gibi değerlendiriyor, seni anlıyor, durumuna üzülüyorum. Bunu bilmeni istiyorum. Yalnız değilsin!” Bu iletme, doğrudan sözlü olabileceği gibi, eylem ve duruşlarla dolaylı da olabilir. Empati sürecini tamamlayan üçüncü adım için akla gelen soru şudur: Kişi, empati kurduğu kişiye durumu neden iletiyor?



Empati-kimlik ilişkisini kimliğin bazı temel bileşenleri bağlamında ele alarak iki uygulamayla örneklemek ilginç olacaktır. Bilindiği üzere kimliğin sonsuz sayıda bileşeni vardır, ama bunlardan özellikle dinsel ve ulusal olanı öne çıkar. Bu iki bileşen, çağımız insanının ruhunu büyük ölçüde etkilemekle kalmaz, aynı zamanda belirler de



Din, insanın ruhunu biçimlendiren en eski ve en etkili gerçekliktir. Bir dine mensup olmak, bir dine inanmak, hani neredeyse insan doğasının kaçınılmaz bir yansıması gibi algılanıp benimsenmektedir. Oysa insanlar dinlerini genellikle kendi özgür iradeleriyle değil, toplumsal bir dayatmayla seçer. Çocuk doğar doğmaz, törenle bir dine mensup kılınır. Din, sanki biyolojik bir özellikmişçesine irsi bir kimlik kazanır; babadan evlada, kuşaktan kuşağa geçer. İnsan doğasına aykırı olan bu antidemokratik ritüel, çocuğu ana rahminde tutsak alır.



Kimliğimizin ikinci önemli bileşeni olan ulusal aidiyet de çağımız insanını en az dinsel aidiyet kadar belirlemektedir. Ulusal aidiyet, toplumsal evrimin zorunlu bir uğrağı olarak başlangıçta olumlu bir rol oynamış, ama zamanla bu özelliğini yitirerek tam bir yabancılaşma kaynağına dönüşmüştür.



Her aidiyet insanı tutsaklığa götürür, tek boyutlu kılar, ufkunu daraltır, ruhunu sığlaştırır, hayal gücünü köreltir, duyguları sınırlar, düşünceyi yavanlaştırır, kavramları buzdan kristallere dönüştürür, zihnin illüzyon yeteneğini doruğa çıkarır, kısaca oluşu dondurur, insanın dünyasını karartır.



Her aidiyette insan tıpkı ateş çemberindeki akrebin akıbetine uğrar: Sağa git ateş, sola git ateş, yukarısı ateş, aşağısı ateş, hangi yöne gidersen git hep kabul edilen aidiyetin ideolojik ateşi! İşin asıl trajik yanı, insanın içine girdiği bu ruhsal girdabın farkına varamaması, aidiyeti hani neredeyse kutsallıkla, huşu içinde bütün ruhuyla benimsemesidir.



Oysa her aidiyet, cehaleti çoğaltmakla kalmaz, onu aynı zamanda derinleştirir. Çünkü her aidiyet, insanın ruhunda dogmalardan örülü hoşgörüsüz ve acımasız bir dünya örer.



İnsanı yaşamın bütünlüğünden koparan, onu diğer hemcinslerine yabancılaştıran, toplumları dikenli tellerle kamplara ayıran, birbirlerine boğazlatan ulusal aidiyet, küçülerek neredeyse bir köye dönüşen çağımız dünyasında dahi etkisini ve gücünü korumaktadır.



Ulusal ve etnik aidiyetin en büyük tahribatı, insanın hak ve adalet duygularını yerle bir etmesi, içsel ışığı sayılan vicdanını perdelemesidir. Kısacası ulusal aidiyete endekslenmiş bir insan tükenmiş, bitmiş bir insandır.



Çağımız insanı tam bir kuşatma altındadır. Ruhumuz sanki bir aidiyetler atlası gibidir. Tıpkı kendi doğasının dışına savrulmuş kanserli bir hücrenin çoğalarak kendine yabancılaşması gibi ruhumuz da her aidiyetle biraz daha kendinden, cevherinden uzaklaşmaktadır.



Ulusal ve etnik kimlikler aşılıncaya, buharlaşıp önemini yitirinceye değin dünyada yabancılaşma sürecek, düşmanca politikaların sonu gelmeyecektir. Her aidiyet gibi ulusal ve etnik aidiyet de insanı kendine yabancılaştırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.



Empati, ruhbilimsel bir terapi arayışıdır. Kuramsallığı aşılamamış, henüz pratikte doğrulanmamıştır. Empati, yine de insancıl içeriğiyle insanlara cazip gelmektedir. Ne var ki, pratiğe geçişin yolları keşfedilmedikçe, yüreklere akacağı mecralar bulunmadıkça empati bir ütopya olarak kalacaktır. Onu temellendirmek, gerçek yurduna, insanın içsel ışığı olan vicdana taşımak gerekir. Sadece vicdandan kaynaklanan düşünce ve edimler, empatinin ima ettiği insancıllığa götürür insanı.



Ne var ki, çağımız insanının vicdanı, kimliklerin cenderesinde, ruhun derinliklerindedir. Hüner, ruhun dibine çökelmiş olan vicdanı canlandırmak onu derinliklerden bilince ve yüreğe taşımaktır. Külü eşeleyerek dipte için için yanmakta olan kor ateşi açığa çıkarmak, onun çevreye sıcaklık yaymasını sağlamaktır.



James Joyce, “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” adlı başeserini noktalarken, insanoğlunun bu dünyadaki macerasını, bu maceranın öznesi olan vicdanı görkemli bir ifadeyle şöyle anlamlandırır: “Ey yaşam, hoş geldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”



Joyce, bir varoluş, kendini ortaya koyuş biçimi olarak seçtiği sanatsal eyleminin asıl amacının, soyunun yaratılmamış vicdanını ruhunun örsünde dövmek olduğunu vurgulamaktadır. Sanatçının görevi, insan vicdanını yaratmak, onu ruhun örsünde işlemek, biçim vermek ve sürekli duyarlı tutmaktır. Çünkü vicdan, insanın varoluşunu olduğu kadar onun sanatsal eylemini de anlamlı kılan en temel iç gerçekliğidir.



Joyce’nin sanatçı için biçtiği misyon, bütün insanlar için geçerlidir.



Türk ve Ermeni halkları dinsel, ulusal ve diğer aidiyet ve kimliklerden kurtularak vicdan temelinde birlikte yaşayacakları bir süreci er geç başlatacaklardır. Hiçbir güç bu gelişmeyi durduramayacak, ‘sıfır noktasındaki insan’ın doğuşu demek olan Artin’in Artin, Ali’nin Ali, Hans’ın Hans, İvan’ın İvan, Josef’in Josef, Tom’un Tom, Aleko’nun Aleko ve İzak’ın İzak olmaktan kurtulması sürecine engel olamayacaktır.

———————————————————————————



* Empati matematiksel olarak, iki kutuplu bir denklemle ifade edilebilir.



Kutuplardan biri ‘öteki’, diğeri de ‘beriki’dir. Öteki, azınlığı, ezileni ve dışlananı



temsil eder. Beriki ise ezen ve dışlayan çoğunluğun bir mensubu olmasına



karşın ötekiyle kendini eşitlemek ister. Buradan çıkan matematiksel sonuç şudur:



İki kişi arasında bir empatik ilişkinin kurulabilmesi için yeter ve gerek şart, iki



kutbun da pozitif olmasıdır.

Hiç yorum yok: