11 Temmuz 2011 Pazartesi

Mahşerin Atlıları…Milliyetçilik, Muhafazakarlık ve siyasal İslamcılık

Ahmet Doğançayır



Milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık Türkiye’de taşranın siyasal zemininde on yıllardır görüldüğü ve 1980ler den beri yeni sağ dönemiyle bir gerçeklik haline geldiği gibi, kimi zaman bu üç akım arasındaki sınırların ortadan kalktığı ve hatta iç içe geçtikleri de görülebiliyor. İslam’ı milli birliği güçlendiren bir unsur olarak görenlerden, milliyet unsuru olarak görenlere kadar uzanan alan, 1950’lerde tohumları atılıp 1960’larda serpilerek Türk sağının ideolojik çerçevesini oluşturan milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin temeli oldu.
 1980’lerde din toplumsal istikrarı ve devlete sadakati güçlendirici bir unsur olarak resmi ideolojiye yapıştırıldı. Dincilik değil ama dindarlık resmi milli kimliğin tamamlayıcı unsuru oldu. Bu devletçi milliyetçi-muhafazakârlık yorumu 70’lerin ikinci yarısında aydınlar ocağı milliyetçi-muhafazakâr Türk ve İslam bileşimini Türk-İslam batı sentezi yaklaşımıyla resmi ideolojinin batıcılığına ve Kemalizm’e bağlamaya çalıştı. Özal döneminin ‘’devlet millet barışması’’söylemi dini, milli kültürün en önemli unsuru sayarak dindarları rahatlattı. Bu rahatlama piyasa ilişkilerinin önünün açılması ile ve kapitalistleşme ile birleşti. Piyasa ve onun araçları dini ve milli değerlerin temellerinden koparak yan yana gelmelerini sağladı. Kalkınmacılık amacı ile ilişkisi bulunan İslamcılığın piyasaya uyma yeteneği ve zenginleşme yönü takviye edildi. İslamcı akım 1970’lerin sonuna dek milliyetçi-muhafazakâr çizgiye güç sağladı. Bu dönemin İslamcılığı anti-komünist seferberliğin hizmetinde etnik-dinsel toplulukları yücelten şoven ve ırkçı damarı güçlü bir akım oldu. Milliyetçi-muhafazakâr doğrultunun dışına çıkışlar olsa bile bunlar 90’larda RP’nin iktidara yaklaşıp sistemin merkezine yerleşmesine paralel olarak geriye döndüler. İslami hareketin geleneksel ana gövdesinde dinin asli önemde bulunduğu bir Türk milliyetçiliği düşüncesinin kabul gördüğünü söyleyebiliriz. İslam ile Türklüğü madde-mana, beden-ruh, ruh-şuur tamamlayıcılığı ile sunmaya çalışılan pratik öğretilere İslamcılarda başvururlar. Osmanlının sırrının İslam imanı ve Türk gücünün birleşmesi ile açıklanması bunun bir örneğidir. İslamcılıkla milliyetçiliği birleştiren bir diğer unsur öteki ve yabancı sayılana karşı düşmanlık üretme potansiyelidir. Bosna, Azerbaycan, Kıbrıs gibi ‘’milli davalar’’nedeniyle tarihi ve ezeli düşmanlar olarak algılanan Yunan, Ermeni, Yahudi, Rus, Sırp karşısında kabaran tepkiler kolayca kan-soy-sop sözcüklerinin kullanılmasını sağladı. Bunlar İslamcılığın güya reddettiği şovenizm ve ırkçılığın en açık örneklerini gösterir. Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığı, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiği görülüyor. Dini dünya görüşü ile milliyetçilik arasındaki ihtilafların var olmaya devam etmesi, sol açısından ‘karşı cephenin bölünmesi’ gibi bir değerlendirmenin çok ötesine uzanan bir ufka işaret etmektedir.



Yeni dönem saflaşmaları



Bugüne kadar yaşanan çatışma Türkiye siyasal tarihine yüz yılı aşkın süredir damgasını vuran Cevdet paşadan, Hürriyet ve itilaf’a, serbest fırkadan DP’ ye AP’den ANAP ve AKP’ ye uzanan dini öne çıkaran konumlarını sermaye sahibi olmayla birleştiren muhafazakâr kanatla, ittihat terakkiden CHP ye uzanan otoriter modernleşme çizgisini benimseyen, devletin kurucusu olmanın verdiği idari, siyasi ve toplumsal imtiyazları koruma refleksiyle hareket eden diğer bir muhafazakâr kanat arasında süregelen mücadelenin devamıdır. Bu kanatların amacı başlangıçtan itibaren birbirlerini yok etmek değil, hegemonyalarını kalıcılaştırıp diğerine kabul ettirmek olmuştur. Bugün olanda zaten uzlaşmaz olmayan muhafazakârlıkların aynı mecrada akmaya başlamasıdır. Sürecin iki tasarım arasındaki iktidar mücadelesinde birincilerin ağır bastığı bir uzlaşma-sentezle sonuçlandığı söylenebilir. Bu Türkiye de Cumhuriyetten hatta İttihat terakkiden beri ‘’modernleşme’’ sürecindeki hâkim rolünü sürdüren ‘’devletçi seçkinlerin’’ bu konumlarından uzaklaştırılmasının işareti olarak görülebilir.



Şu anda ordu kışlasında AKP iktidarda Abdullah Gül cumhurbaşkanı, geleneksel merkez partisi iddiasındaki partilerin durumu da ortada. Muhafazakârlık, “İslamcıların” ve milliyetçilerin en yetkin temsilcisi olma hususunda yarıştıkları alan olan ortak değerler ve kültürler alanı, onların aynı zamanda beslendikleri ortak alanlardır. Muhafazakârlık her iki ideolojinin temsilcisi iddiasını taşır. Türkiye’de İslamcılık ve milliyetçilik varlıklarını sürdüren ideolojiler olmakla birlikte hiçbir zaman tek başlarına hegemonya oluşturabilecek güçte olamamışlardır. Merkezin ve merkez sağın bir unsuru ya da şamar oğlanı olmuşlardır. Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk, vurgun ve çürümüşlüklerin yaşandığı yıllarda İslamcılık ve milliyetçilik bu gidişata karşı bir duruş gerçekleştirmediler. Bununla birlikte bu olumsuzlukları geçiştirebilecekleri çevre ve kuruluşlarla iş birliği kapılarını açık tuttular. AKP’nin bahsettiği muhafazakârlık, milliyetçilik ve İslamcılığın geçmişleriyle hesaplaşmadan ve referanslarının düşmekte olmasından yola çıkarak geçmişi unutturmaya çalışan bir muhafazakârlıktır.



AKP dini –muhafazakâr inançlarıyla burjuva kapitalist dinamikleri iç içe geçirmiş genel kimliği içinde modernleşmeye ne kadar istekli olduğunu göstererek taleplerini dini gerekçelere dayandırmadı. MSP-SPçizgisinden ayrılmasının ve merkez sağın tabanıyla birleşip yüksek bir oy gücüyle iktidara ve merkezin iktidarına yükselişinin asıl nedeni bu yaklaşımıdır. AKP temsil ettiği sınıfların ekonomik ve sosyal karakterlerinin farkında olarak neo-liberal bir dille ortaya çıktı. AKP’nin muhafazakâr-demokrat niteliği ve onu oluşturan burjuvazinin muhafazakârlık zemininde yer alan unsurları yerleşik büyük sermaye ve asker sivil bürokratik kastı tasfiye etmeyi değil onunla eşitlenmeyi düşünmekte ve bunun için bir uzlaşı zemini oluşturmaya çalışmaktadır. Anayasa tartışmaları sürecinde 12 Eylül anayasasının aynen korunması CHP-MHP ve ordu ile aranan uzlaşma çabaları bunun ilk örneğidir.



AKP’nin muhafazakârlık kimliğine eklediği demokrat eki muhafazakâr kimliklerdeki referansın düşüşüne karşı açığı kapatma eğilimini ifade eder. Bu yaklaşım demokratik değer ve kurumları kabulle birlikte genel sağ siyasetin fikirlerini ve karakterini yansıtmayı ifade eder. 1990larda ANAP ve DYP bu yaklaşımın iki farklı örneğini temsil etmiştir. AKP’yi kuranlar yolsuzluk ve vurgun konusunda aralarında nüans farklılıkları oluşturan bu iki partinin iskeletini oluşturan kesimlerdir. Şimdilik bu kanaldan gelenler ve yönetimi oluşturan İslami milliyetçi çekirdeği bir arada tutan şey pragmatik ekonomik nedenlerdir. AKP’ye şimdilik ‘’alternatifsiz’’ görüntüsünü veren de onun en zayıf halkasını oluşturan da bu yapılanmadır. AKP’nin bugün AB’ye üyelik konusuna önem vermesinin nedenlerinden bir tanesi geleneksel güç odaklarına karşı konumunu sağlamlaştırmaksa, diğer bir nedeni de bu harcı var olduğu haliyle devam ettirmektir. AB’ye üyelik konusunda herhangi bir oyalama veya sürecin uzaması, ABD ile ilişkiler, YÖK ve “türban” konularında sorun çıkarmamış olan bu dengenin yeniden sağlanmasını zor kılacaktır. Bugün alternatifsizlik konusunu AKP’yi merkeze koyarak konuşuyor olmamız bu partinin çok daha fazla Türk ve orta sınıfları temsil ediyor olmasıdır.



Bugün Kuruluş dönemi anlayışını belirleyen ‘’devletli’’zümre ve kurumlarının siyaset üzerinde ağırlıklarının büyük ölçüde azaltılmasını kendi zafer hanesine yazdıran AKP yaşanacak yeni sürece en hazırlıklı parti gibi gözüküyor. AKP son anayasa değişiklikleriyle yargı organını büyük ölçüde kendi nüfuz alanına dâhil etme fırsatını kullanarak ‘’devlete hâkim’’pozisyona geçtmiş olmasını dikkate aldığımızda bu partinin 1920’ler CHP’sine benzer bir konumda olduğu tespitinin hiç de zorlama bir benzetme olmadığını söyleyebiliriz. Önümüzde ki dönemde AKP ‘’kurucu’’pozisyonda olmanın (oy desteği ile takviyeli) rahatlığıyla bu konumunda rötuşlara bile ihtiyaç duymayabilir.



AKP büyüme odaklı bir kapitalizmle içselleşmiş bir muhafazakârlığa konumlanmıştır. Sosyal ve insani sorunların çözümündeki açıkları geleneksel yardımlaşma, sadaka kurumlarının tesisi yoluyla kapatmaya çalışan bu muhafazakârlık ideolojik söylemine yakın etnik ve mezhepsel sorunları da hiyerarşik kabulleri dâhilinde bastırmaya kararlıdır. Sünni muhafazakâr bir tarihsel miras yorumundan da beslenen, liberal ve sol liberaller tarafından demokrasi havarisi ilan edilen AKP Anayasa tartışmalarıyla birlikte başlayan hak ve özgürlükler eksenli olması gereken tartışmalarda ‘’demokrasinin evrensel batılı değer, standart ve sınırları’’ yerine, ‘’ kültür ve medeniyet mirasımıza ait değer, standart ve sınırları’’ ifadelerini dile getirmesi muhtemeldir. AKP’nin MHP ile yeni bir anayasa girişimine yanaşabileceği yaklaşımı bu tavrın bir göstergesidir. Bu partinin Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin sorunlarını çözmek gibi bir derdi, daha doğrusu anayasa talebi yok. Başbakanın yeni anayasa ile kastettiği başkanlık sistemi ile ilgili değişikliktir. Yeni anayasadan çok yeni bir statüko ittifakı oluşturma arayışı vardır.



Türkiye de egemen sınıflar uzlaşmaları ve küresel yayılma içindeki konumlarını esas olarak Kürt-Türk çatışmasını ayakta tutmak üzerine kurmuş görünüyorlar. Geleneksel devletçi kesimler bu çatışmayla konumlarını sürdürmeyi hedeflerken, AKP de olgunlaşan yeni seçkinler aynı çatışmayı hem geleneksel kesimlerle pazarlık ederken, hem de dâhil olmak istedikleri küresel pazar güçleri ile hesap yaparken kullanmayı düşünüyor ve ezilen kesimler karşısında pozisyonlarını en açık şekilde ortaya koyuyorlar. Türk- Kürt çatışması üzerine inşa edilen politikalar sürekli hazır tutulmakta. Yeri ve zamanı geldiğinde bu çatışmanın (Türk milliyetçiliğinin) egemen kesimler tarafından tahrik edileceği de bir gerçek. Aynı çatışmalı durum Ergenekon operasyonu ile de devam ettiriliyor. Yaşanan yakalamalar ve belgelerle işlerin hiç de kolay yürümeyeceği mesajı verilirken topluma ‘’biz vazgeçmeyeceğiz’’ denilerek demokrasi havariliği yapılıyor. Bir yandan da kurumlar arası mutabakat yaklaşımı ile mevcut durumun onaylanması ve AKP’nin tam olarak uzlaşmaya yatması gibi bir durumun sağlanmasına çalışılıyor.



Türkiye de son yıllarda artan yoksulluk karşısında işçiler ve işsizler ihtiyaçları olan ideolojiyi sosyalizm de bulamıyorlar bu da İslamcı akımların giderek güçlenmesine yol açıyor. Kürt siyasi hareketinin muhtemel bir yenilgisi ve yaşanacak demoralizasyon kuzeyin ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu gibi İslamcı partilere yöneltebilir. Büyük şehirlerin işçilerini ve Kürt yoksullarının desteğini alan İslami hareket üretim araçlarının mülkiyetini sorgulamadığı için burjuvazi için tehdit oluşturmaz .’’Türk Kürt yok hepimiz Müslümansız ‘’Batı dışlıyorsa ‘’kapitalist-Hıristiyan uygarlığına karşı İslam dünyası’’ diyebilir ve burjuvaziye ihtiyacı olan ideolojiyi de sağlar. SSCB nin çöküşüyle birlikte gerileme ve çürüme sürecine giren Kürt reformist hareketleri ve Kürt burjuvazisi radikal-devrimci ve yığınsal Kürt hareketinin başarılarından son derece rahatsızdırlar ve içten içe onun yenilgisini beklemektedirler. Eğer Türk burjuvazisi Türk ordusunun politikadaki geleneksel ağırlığını sınırlayıp İspanya’da Bask sorununun çözümünde olduğu gibi bir politikayı uygulayabilirse, bu politikanın Kuzeydeki dayanağı muhtemelen bu hareketler olacaktır. Bunlar şimdilik sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Hedeflenen ‘’pürüzü’’ ortadan kaldırıp hareketi Kürt burjuva hareketlerine teslim etmek ve BOP hedefinde kol kola yürümektir. Kürt halkının mevcut güçlerini sürdürmeleri ve politik dengeleri sarsma konumlarını devam ettirmeleri güçlü bir olasılık olarak duruyor ve var olan örgütlü gücün korunması AKP’nin politikalarını zorluyor. Ancak Kürt siyasi hareketi açısından Emek-Demokrasi-Özgürlük Bloğunda başarıldığı gibi bunun sürdürülerek, Türkiye’nin diğer ezilen kesimleri ile buluşmasının sağlanması her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olarak gündeme geliyor. Egemen sınıfların dayattığı çatışma stratejilerini boşa çıkarmak için de bu gereklidir. Önümüzdeki dönemde Kürtlere yönelik tasarlanan ve uygulanmak istenen baskıcı inkârcı ve çatışmacı planlara karşı bu politikaları boşa çıkaracak savunma stratejileri üzerine de düşünmenin vaktidir.



Yeni-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilen ve örgütlü kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerinin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Bu koşullar altında AKP Sünni muhafazakâr gelenek çerçevesinde massetme yöntemiyle beraber, ‘’Batı’’da ki benzerlerine paralel, yani işçi emekçi kitlelerin örgütlü kalıcı desteğine dayalı bir merkez sol/sosyal demokrat iktidar alternatifi oluşturulamamış olmanın zaafını da lehine kullanacaktır. İşçi ve emekçi kesimler, kapitalist üretim organizasyonları onları giderek daralan bir etkinlik alanına, insani varoluş durumuna ittikçe dayanışma ruhunu ve inanç kapasitelerini de yitirmiştir. İktidar alternatifi değil, İktidar mücadelesinin araçlarından birisi durumuna düşürülmüşlerdir. Emekçi sınıfların bağımsız siyasal bir güç olmaktan uzaklaşmasında bu derin öz güven ve inanç algısını yitirmelerinin de rolü vardır. Dolayısıyla yaşanan sürecin getirilerinin kısa vadede AKP’nin işine yarayacağı söylenebilir. Bu onun hegemonyasını güçlendirmesine, neo-liberal politikaları uygulamasına yardımcı olacaktır. Hatta toplumun kültürel düzeyde muhafazakârlaşması süreci devam edecektir. Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Türk sosyalist ve işçi hareketi ve sendikaların örgütlenmelerinin bölünmüş liderliklerinin büyük kısmı ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa ve tüm ezilenlerin, emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, ekolojistlerin, cinsiyet ayrımcılığına uğrayanların birleşik mücadelesi gerçekleşmezse, karşı devrimci yükseliş karşısında umutsuzluk dalgasına kapılan kesimlere, tarihte yaşanan örneklerde olduğu gibi umutsuzluğun umudu olan gericiliğin girdabına işçi sınıfı da kapılacaktır.



Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, muhafazakarlık İslamcılık kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan siyasetlerdir. Mevcut kapitalist sosyoekonomik toplumsal sistem yok edilirse ancak o zaman bu siyasetleri yok etmek, dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını, ‘’mahalle baskılarını’’ ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur.

Hiç yorum yok: