31 Ekim 2011 Pazartesi

NATO’nun Jandarması Olarak ‘’Yeni Osmanlıcılık’’

Ahmet Doğançayır


1970lerin sonlarından itibaren devlet destekli Türk-İslam sentezi ideolojisi, medya ve dini eğitimin genişlemesi ve ekonomik liberalleşme, sosyolojik ve politik muhafazakârlıkla tanımlanan yeni bir burjuva sınıfın oluşumuna yol açtı. Yeni Osmanlıcılık, bölgesel değişiklikler ve bu yeni seçkinlerin doğuşu sonucu oluştu. İslam sola karşı yararlı bir araç ve sosyal uyumu sağlayacak bir vasıta olarak görülmeye başlandı.


Türk ulusal kimliğinin yeniden İslamlaştırılması, toplumu politikasızlaştırmak ve yeni bir toplumsal fikir birliğini sağlamak, Türk İslam sentezinin devlet teşvikli yeni bir resmi ideoloji olarak yükselmesi ile eş zamanlı olmuştur. Yeni bir ideolojik fikir birliği yaratma denemesi 1980 askeri darbesinin bir sonucu değildir.1980lere kadar Türk milliyetçiliğinin güçlendirilmesi için tarihi olaylara ve kurumlara İslami anlamlar yüklenmesi, Türk milliyetçiliğinin İslamlaştırılması değil, aynı zamanda İslam geleneğinin Türkleştirilmesidir. Son 30 yılda adım, adım gelişen ‘yeni Osmanlıcılık’ da ancak bu çerçevede anlaşılabilir. Yeni Osmanlıcılar yeniden hayal edilen Osmanlı imparatorluk projesini ve kültürünü Türklükle bir tutuyor, Osmanlı devletini Müslüman Türklerin muhteşem başarısı olarak topluma yaygınlaştırmaya çalışıyor. ‘İslam dünyasına liderlik yapacak yeni imparatorluk’ hayallerinde Türklük öğesini öne çıkarıyor. Bu etnik-dinsel, Türk-İslamcı Yeni-Osmanlıcılık din, kültür ve etnik kimlik konularında çoğulculuk adı altında faydacı bir yaklaşımı hedefliyor. Yeni Osmanlıcılar’’ ırksal ve dinsel dışlayıcılığı’’ değil, Osmanlı tarihi tecrübelerini ve İslam’a geniş bir bağlılığı öne çıkarıyor. Örneğin Turgut Özal şöyle diyordu: ‘’ Osmanlı imparatorluğu zamanında olduğu gibi bugün de etnik farklılıkları İslami bir kimlik yoluyla aşmak mümkündür. Bu toplumun en güçlü kimlik öğesinin İslam olduğuna inanıyorum Anadolu’daki Müslümanları ve balkanları birleştiren dindir. Bu yüzden İslam farklı Müslüman grupların bir arada yaşamaları ve yardımlaşmaları için güçlü bir birleştiricidir. Zaten eski Osmanlıda Türk olmak Müslüman olmak demektir veya tam tersidir.’’







‘’Yeni Osmanlıcılık’’ ve AKP

Turgut Özal döneminde ilk defa gündeme gelen ‘’yeni Osmanlıcılık’’ bugün AKP ile ilişkileniyor. AKP Özal’ın ANAP çizgisinin devamı niteliğinde ideolojik ve siyasal bir rota izliyor. Akımın Özal günlerindeki karakteri ekonomik çıkarları daha çok ön plana alıyordu. Doğuya açılmaya çalışırken batı ile geleneksel ilişkilerin korunmasına özen gösteriliyordu. Bugün Erdoğan’ın AKP’sinin İslamcı vurgusu daha belirgin. Yeni Osmanlıcılık çerçevesinde ekonomik, siyasi ve askeri gücü de arkasına alarak yeniden bir yayılmacı gösterim belirlemeye çalışıyor. Bu görüşün örneği de Osmanlı imparatorluğunun kendisi. Bu geleneksel ulus devlet eksenli ve yönetici sınıfların çıkarlarına göre şekillenen dış politika yerine içerde ve dışarıda İslamla ve Osmanlı mirasıyla uzlaşan AKP sünni İslam ümmetçiliğine dayanan cihat anlayışını yeniden diriltmeye çalışıyor. Türkiye’nin bölgede ekonomik ve siyasal güç olma hevesi ABD’nin genişletilmiş BOP projesiyle örtüşüyor. AKP ezilen sınıfları ve Kürtleri ‘milli, manevi, dini, kültürel’ değerlere dayalı politikaların dar sınırlarına hapsederek egemen sınıfların çıkarlarını daha iyi koruyor. Bunun için iktidarını devam ettiriyor.

AKP bu nedenle militarist, şoven politik refleksleri öne çıkarıyor. Bu konuda perspektifin en belirgin olduğu kurumun TSK olduğu da bir gerçektir. TC ordusu küresel kapitalizmin neo-liberal yaklaşımla yenilenmeye tabi tuttuğu ulus-devletin merkezi bir kurumu işlevine çekilmeye hazır durumdadır. TC ordusunu bir güvenlik ihraç eden kurum olarak bölge ve dünya pazarında ‘’iş’’ kovalayacak hale getirilmesine ilişkin çabalar uzunca bir süre devam ediyordu. TC ordusu bu rotaya girmekle kaybettiği siyasal, toplumsal ağırlık ve imtiyazları profesyonelleşmenin getireceği nakdi avantajlarla telafi edilebileceğini hesaba katabilir.

Günümüz siyasetinde yaşanan tüm gelişmeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin geçmişten gelen ‘’saygınlığı’’ Davos'la beraber Ortadoğu'da biraz daha arttı. Çünkü ‘’Yeni-Osmanlıcılık’' fikri bu şekilde Arap halklarına daha kolay benimsetilebilecekti. Bunun sonucunda da emperyalist sistem hedefine daha kolay ulaşabilecek. Emperyalist sistemin Türkiye’ye biçtiği yeni rol; Osmanlının hâkimiyet alanında bölgesel bir güç olma ve burada ABD çıkarları doğrultusunda İsrail’in güvenliğini sağlayacak oyun kurucu bir ülke olmasıdır.

Türkiye bugünlerde sahip olduğu ‘’şöhretini’’ ve gücünü NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücü olmasıyla sağladı. Bir başka deyişle, Türkiye Avrupalıların ve Amerikalıların Ortadoğu’daki silahlı gücüdür, Avrupa Birliği’ne üye olmaksızın Batı çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür. Son yaşanan olaylar İsrail ile ilişkileri karıştırmış gibi görünse de aslında mesele gayet açık. AKP İslamcı yapısını korumak zorunda olduğunu görüyor. Davos ta ortaya koyduğu sahne hatırlanabilir. Yerel düzeyde İslami eğilimlere sahip halkçı tabanı korumayı hedeflerken, bölgesel ve uluslararası alandaysa ABD’nin iyi bir müttefiki olarak davranıyor. Erdoğan’ın Gazze saldırıları sebebiyle İsrail’i eleştiren açıklamaları sonrası Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve kendisinin İsrail savunma bakanı Ehud Barak’ı reddedişini sonradan da iyi ağırladıklarını biliyoruz. Sonra savunma bakanı ve genelkurmay başkanı ile görüşme yaptığını ve İsrail den insansız uçak anlaşması imzalandığını da. AKP başörtüsü ve bazı İslami görüntüleri savunarak İslam konferansı örgütü içinde kalmakta kararlıyken, İslam dünyasına yakınlaşırken Afganistan da Taliban’a karşı NATO güçleri komutasını devralıyor. ABD ile stratejik ortak olmakla övünüyor.

Irak deneyiminden dersler çıkaran ABD birçok sebepten ötürü, en önemlisi de “tek taraflı” bir karar almamak için “Arap ülkelerinin de dâhil olduğu uluslararası toplumla” mutabakata varmayı tercih ediyor. Libya’da, Kaddafi’yi devirip ‘’demokrasiyi yayma savaşının’’ başarısızlığını ve sivillerin katledilmesini tek başına üstlenmeden, NATO güçleriyle ve bazı Arap ülkelerinin desteğiyle savaşı yürütüyor. Türkiye ye Arap ve İslam dünyasının hassas bölgelerinde Emperyalist hegemonyayı güçlendirebilecek çıkarlarını koruyacak bir ülke olarak bakıyor. Stratejik konumu, Arap ve İslam dünyasıyla bağları, enerji hatlarına ev sahipliği yapması Türkiye’ye etkin rol oynayacak bir güç rolü getiriyor. Mısır da Mübarek yönetiminin yıkılması, Suriye’nin zayıflığı ABD’nin Irak ve Afganistan krizinin gölgesinde Türkiye’yi Orta Doğuda daha etkin rol oynamaya sevk ediyor. ABD ayrıca Orta Doğu planlarında kendisini temsil etmesi için Türkiye’yi İslam dünyasına girişin ana kapısı Filistin sorunudur. Türkiye, ABD’nin Filistin’den daha fazla ödün almak için Orta Doğu projesinde kabul edilebilir bir arabulucu haline geldi. Bu durumu pekiştirmenin yolu Türkiye’nin İsrail ile çok hızlı bir süreçte ve yayılarak gelişen ve bu yönüyle stratejik bir durum alan (Araplar tarafından ‘’olumlu’’ karşılanmayan) ilişkilerin yeni bir değerlendirmeye alınmasından geçiyor. Bu da bölgesel ilişkileri Araplar ve İran’ı da içine alacak şekilde çeşitlendirmektir.

Suriye’deki olaylar en başından beri, Türkiye’nin iç meselesiymiş gibi yansıtıldı. Politikalar bu temelde sürdürüldü. Suriye muhalefetinin toplantılarına ev sahipliği yapılması ve onların sloganlarının benimsemesi Suriye rejimine karşı bir Arap ve uluslararası kamuoyunun oluşmasına katkıda bulunmak içindi. TC devleti ABD ve Avrupa’yla birlikte koordine edilen bu stratejide Suriye rejiminin ve yeni yönetimin oluşturulmasında iddia sahibi oluyor. Suriye ve Ortadoğu’daki değişime liderlik etmeye hazırlanıyor ve kendisinin bu işi yapmak için seçildiğine inanıyor. Hatta bu uğurda savaşı bile göze almış görünüyor.

Olayın orta doğu dışında bir de Kafkasya ve Orta Asya doğal gaz ve petrol kaynakları ile ilgili boyutu var. ABD’nin Irak politikası çöktükten sonra Bush’un son döneminde bir politika değişikliği ortaya çıktı. Obama ile militarist ancak Bush’unkinden farklı olarak hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı bir dünya gücü kabul eden bir politika oluştu. En azından Gürcistan da yaşanan hüsrandan sonra ABD bunu görmek zorunda kaldı. Artık Kafkasya da herhangi bir meseleyi Ortadoğu’da olduğundan daha fazla tek başına çözmesi mümkün değildir. Bu Türkiye’yi Emperyalizmin Avrasya stratejisi içinde önemli yere oturtmaktadır. Bu stratejinin olmazsa olmaz koşulu orta doğu politikasındaki etkinliktir.

Bu etkinliğin en önemli aracı olmakla birlikte en riskli alanı olan petrol ve su havzalarını birleştiren Kuzey ve Güney Mezopotamya politikaları aynı zamanda bu yeni stratejik konumda öne çıkarılması muhtemel olan Kürt ve Irak meselelerini de kapsamaktadır. Bu nedenle Sınır dışı operasyonlarla hedeflenen PKK’dir. Batılı ülkeler ve Türkiye’nin garantörlüğü altında kurulan önce özerk Kürt bölgesi sonra devleti güneyde de Barzani ve Talabani gibi liderliklere güvenini yitirmiş birçok Kürt ve peşmergenin PKK’ye katılmalarının önünü kesmek ve mevcut liderliklere güveni tekrar kazandırmak amacıyla oluşturuldu. Hedeflenen ‘’pürüzü’’ ortadan kaldırıp hareketi Kürt burjuva hareketlerine teslim etmek ve BOP hedefinde yürümektir.

Yaşanan gelişmeler bir eksen kaymasını, ‘’yeni Osmanlıcılığı’’ değil, emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Ancak bu hegemonya planlanırken Türkiye gibi bölgesel güç olan ülkeler bir yandan NATO jandarmalığı yaparken, diğer yandan ne ABD emperyalizmi ne de AB emperyalizmi eski gücünde olmadığı ve yaşanan ekonomik krizle boğuşmak zorunda olduğu için geniş alanlarda manevra ihtiyacı doğuyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisinin gerilemesi doğrultusunda bölgede bir boşluk görüyor ve bu boşluğu diplomasi, ticaret ve askeri güç karışımıyla doldurmayı düşünüyor.

Bu hayallerin gerçekleşmesi için birkaç noktanın garanti altına alınması gerektiği hesaplanıyor: Birincisi TC Anayasası’nı başkanlık sistemini inşa etme yönünde değiştirilmesi. Seçim sonuçlarıyla amaçlanan hedefe şimdilik ulaşılamaması bu konunun gündemden kalktığı anlamına gelmiyor. İkinci hedefse, ordunun bu hedefe uygun şekle getirilmesidir. Çünkü Ordu, hâlâ gelecekte başkanın iktidarı kontrol altına almasına karşı koyabilecek tek kurum olarak değerlendiriliyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarının istifalarını sunmasıyla da bu yönde bir adım atıldı. Bu adımla birlikte eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmesiyle ‘’yeni Osmanlıcılık ‘’projesine ‘’olumlu bakan’’ subaylardan oluşan yeni bir yönetim oluşturma fırsatı bulundu.

Emperyalist politikalara karşı Sovyet cumhuriyetleri federasyonu için mücadele

Türkiye’nin rolü ile ilgili bütün bu olup bitenler bir yabancı elin düğmeye basmasıyla açıklanamaz. Günümüzün emperyalizme bağımlı toplumlarında oluşan bağımlı bir devlet tipi vardır. Ortaya çıktığı bütün toplumlarda emperyalizmin dayattığı genel dönüşümlere uyduğu sürece belli benzerlikler gösteren bu devlet, emperyalizmin şimdiki aşamasında payına düşen işlevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Emperyalist merkezlere askeri ve diplomatik bağımlılık devam etmektedir. Ancak şu açıktır ki bu devletin aldığı görünüm ister askeri diktatörlük ister demokratik cumhuriyet olsun bu toplumların iç etkenlerine bağlıdır. İç ve dış etkenler arasındaki ilişkiyi mekanik bir biçimde kavramaktan vazgeçmek gerekiyor. Çünkü emperyalizmin bugünkü aşamasında böyle bir ayrım bir yanda yalnızca dışarıdan faaliyet gösteren ve her şeyi belirleyen dış etken, diğer yanda da tek başına kendi alanına çekilmiş tüm sınıflardan bağımsız bir iç etken karşıtlığı yoktur. İç etkeni vurgulamamızdaki bir diğer neden bir emperyalist devlet gücünün hedeflerinin ancak o ülkenin çelişkileriyle birleştiği zaman tesir edebileceği gerçeğidir. Zaten bazı bakımlardan bu çelişkilerin kendileri de zaten emperyalist sistemin çelişkilerinin değişik ülkelerde zoraki olarak yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Dış müdahale ve yabancı eli gibi unsurların bu kadar etkili olmalarını sağlayan esas, iç koşulların tümüne insanların sessiz kalmasını sağlamak oluyor.

Emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında ki ilişkiler kimilerinde özerk bir mali sermayenin ve gerçek bir banka gücünün ortaya çıkışı ve mütevazı ölçüde bir sermaye ihracının görülmesine rağmen hâlâ egemen-egemenlik altında ki, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisi olmaya devam ediyor. Bu ülkelerden bazılarının (Örneğin Türkiye’nin Orta doğu politikalarıyla ilgili olarak)’’alt emperyalist ya da küçük emperyalist güçler’’haline geldiği, ya da bu ülkelerin bazı emperyalist ülkeler arasında artık yapısal farklılık olmadığı şeklinde ki görüşlere itibar edilemez. Bu, bu ülkelerin bütününün bazı yapısal özelliklerinin değiştiği ancak bazı özelliklerinin değişmeden kaldığı toplumsal gerçekliğine dair tek yanlı ve dar bir bakıştan kaynaklanmaktadır.

Son olarak unutulmaması gereken bir diğer noktaysa halen değerler üzerine siyaset yapılıyor olması yani Türk-İslam sentezinin bölgede sürdürülmesidir. Zaten ‘’Yeni-Osmanlıcılık’’ bunun bir devamıdır. Bu bağlamda bu politika bölgede sürecektir. Yani; her ne kadar BOP'un iflas ettiği söylense de emperyalizm hedefine her geçen gün daha da yaklaşmaktadır. Bugün tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’’yenidünya düzeni’’değildir.

Emperyalizmin mekanik olarak Türkiye de ve bağımlı ülkelerde ki tüm sınıfları kaynaştırdığını düşünmek yanlıştır. Emperyalizm bu ülkelerin iç ilişkilerinde hayli kuvvetli bir güçtür. Bu gücün temel kaynağı yabancı sermaye ile yerli burjuvaziler arasındaki ekonomik ve politik bağdır. Bu anlamda emperyalizme karşı devrimci mücadele sınıfların politik farklılaşmasını zayıflatmaz tersine güçlendirir. İşçileri ve köylüleri emperyalizme karşı harekete geçirmek ancak onların temel ve en yaşamsal çıkarlarının kapitalizme karşı ülkenin toplumsal kurtuluşu hedefiyle bağlantısını kurmakla mümkündür. Kurtuluş sınıf mücadelesinin ılımlılaştırılmasıyla, grevlerin ve kitle hareketlerinin frenlenmesiyle, özgürlüğün kitlelerin iyi tavırlarından dolayı emperyalist cömertlik şeklinde elde edileceğinin düşünülmesiyle sağlanamaz. Bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir.

Emperyalist-kapitalist sistemden kopuşun, gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi emperyalizmle kader birliği yapan burjuvazilerin değil emperyalist ittifaktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda burjuva devriminin görevlerinin kaderi de sosyalizme bağlanmıştır. Yaşanan deneyler göstermiştir ki Diktatörlerin ve başka sömürgeci güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin egemenliği altında kaldılar. Emperyalist boyunduruktan kurtuluş, mücadelenin proleter devrimin devlet anlamında cisimleşmesi demek olan Sovyet cumhuriyetleri federasyonuna evirilmesiyle gerçekleşecektir.

Hiç yorum yok: