8 Haziran 2012 Cuma

AKP’nin İnancı Neo-liberalizm, Silahı ‘Kürtaj Yasağı’

Ahmet Doğançayır
Neo- liberal programıyla AKP Türk sağının geleneksel parçalı yapısını yeniden ama farklı bir kompozisyonla kurmuş durumdadır. Siyasal konjonktürün gereklerine uygun olarak bu koalisyonun ayaklarından birine veya diğerine ağırlık vererek iktidarını sürdürüyor.
Sosyal politikayı sosyo-ekonomik bir bakış açısı olarak değerlendiren AKP sosyal-ekonomi kavramını toplumda sosyal haklar alanının genişlemesi anlamında değil ‘’toplumun sosyal yapısını benimsemek’’ ilkesi olarak anlıyor ve böyle sunuyor. ’’Toplumun sosyal yapısını benimsemek’’yaklaşımı gelir dağılımındaki büyük dengesizlikleri, kuşaktan kuşağa artarak devredilen ve aşırı seviyelere varan eşitsizlikleri dikkate alan bunları düzeltici politikalar değil, mevcut sosyal yapının benimsenmesi, mevcut durumun kabul edilip korunmasıdır.
 Piyasa toplumuna dönüşümde toplumsal yapının dağılmasını engelleyecek asli kurum aile kurumu ve geleneklerdir. Ancak söz konusu olan bunların eski halleriyle korunması değil, kapitalizm/piyasa toplumu gereklerine göre yeniden biçimlendirilmesidir. Bu perspektif piyasa toplumunu Türkiye’de yerleştirmeyi amaçlayan AKP in geleneksel muhafazakârlığı değil, yeni muhafazakârlığı temsil ettiğini gösterir. AKP stratejisinde çok önemli bir yer alan kaybolan güven ortamının yeniden oluşturulması hedefi de temeli sosyal güvensizlik olan piyasa toplumu hedefinin üzerini örtmek olduğunu görmek gerekir.



AKP in toplumsal ufkunu oluşturan piyasa toplumu yönünde Türkiye’nin evirilmesi Türkiye toplumsal mücadele geleneğinin yeniden sorgulanmasını gerektirecektir. AKP in ‘’gizli hedefleriyle‘’ mücadele etmek için siyasal ve toplumsal enerjilerini harcayanlar esas toplumsal mücadelenin piyasa toplumu hedefine odaklanan alanda verileceğini hesaba katmak durumundadırlar. AKP in kararlı ve tutarlı bir biçimde Türkiye toplumunu götürmeye niyetli olduğu hedefin tartışılmasını siyasal gündeme getirmek gerekiyor. Piyasa toplumunun türbanlı veya türbansız olması çok fazla fark etmeyecektir.



Piyasa toplumunda esnekliğe bağlı olarak yürüyen çalışma ilişkilerinin çerçevesinde enformelliğin hâkimiyeti söz konusu olmakta, emek üzerindeki kontrol gündelik hayatı da sarıp sarmalayan ‘’İslami milliyetçi muhafazakâr kültürel hegemonya’’ile sağlanmaktadır. Ancak bu hegemonyayı kırabilecek gelişmelerde mevcuttur. İşçi sınıfı içinde tâbi olmanın mantığı üzerinde kurulan ve dindar muhafazakârlık temelinde şekillenen bir hegemonyacı kültürün varlığı görülüyor. Bu şekilde mevcut ilişkiler meşrulaştırılırken, bunun dışına çıkan girişimler dışlanmıştır.



Üstelik bu meşruiyet sadece çalışma hayatına ilişkin değildir. Bu hegemonyacı kültür aynı zamanda gündelik hayatı kuşatarak iş dışı yaşamın referanslarını da belirlemektedir. Bunun sonucu olarak işçi sınıfı hâkim sınıfın uyumcu kalıplarına sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum kapitalistlere emeğin kontrolünü sağlamak için kullanışlı olabilecek dini dayanaklar sunmakta, işverenlerin çıkar ve yaptırımları İslami kaidelere uygunluğu sağlanarak meşrulaştırmaktadır.



Bu çerçevede bu birikim rejimine uygun olarak yerel düzeyde oluşan cemaat tipi ilişki ağları emekçi sınıflar üzerinde kurulan baskının ve rızanın araçları haline geliyor. Öyle ki hemşeri cemaatleri, etnik cemaatler hatta akraba gurupları belirli alanlarda ücretlilik biçimlerinin ya da siyasal kararların yönünü belirleyebilecek durumdadırlar. İş bulma, işçi bulmaya varan işler bu cemaatlerde oluşan hemşerilik bağı vasıtasıyla siyasal temsilin meşruiyetini oluşturmaktadır. Benzer şekilde yerel düzeyde yüz, yüze ilişkilerin gücüyle dini değerlere bağlı cemaatlerde Neo-liberal birikim rejimini meşru kılan bu hegemonyanın yenileme unsurlarından biri olarak işlev görmektedir. Bu doğrultuda Neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun meşruiyetinin kökeninde olan İslam’ın sağladığı referanslar özel bir önem taşımaktadır.



Aldığı bu destekle AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’üzerine kurulu anlayışın yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. Bu süreçte karşılaşılan şey özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ‘’doğallaştırılmaya’’ve unutturulmaya çalışılmasıdır. Bu yöntem tarihsel yüzleşme ve hakikat yönteminde de ortaya çıkıyor. Tarihsel yüzleşme sürecinde ne Kanlı Pazar’ın, Komünizmle mücadele derneklerinin, ne de Kahramanmaraş ve Sivas katliamlarıyla yüzleşmenin bir yeri olabiliyor. Bu tarih kesitleri suskunluğun alanında kaybediliyor.



AKP hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaşma her düzeyde kendini hissettiriyor. Sermayenin hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemde’’ılımlı İslam’’ belki de ilk kez kitleselleşme potansiyeline kavuşuyor. Bu yeni din anlayışıyla birlikte kapitalizm’in hukuku da din tarafından onaylanan bir hukuk haline geliyor.



Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor. ‘’Yeni bir nesil’’yetiştirmek TC devletinin kuruluşundan beri hâkim zihniyeti yansıtır. Mesele sadece kendine benzer insanlar yetiştirmek değil, kendi ideolojisine bağlı nesiller yetiştirmektir. Sorgulamayan, eleştirmeyen insanlar. İslamcılar da eleştirdikleri Kemalist rejim gibi toplum mühendisliği yapmaya girişiyor. Erdoğan ve AKP dini devlet tekelinde ve toplumu din yoluyla denetim altına tutmak konusunda Kemalistlerden pek farklı düşünmüyor ve davranmıyor. Otoriter ve tek tipçi rejime İslami bir renk verme peşinde. AKP’nin yeni anayasa arayışında ifadesini bulan hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme gücünün tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteğinin açığa çıkmasıdır. Bunu gerçekleştirmede AKP iktidarının dayanağı pek çok siyasi yaklaşımıyla beraber halen kredilerini ödemekte zorlanan kentleşmiş, göçte gelinen son noktaya gelmiş orta sınıflardır demek yanlış olmaz. Bu sınıfsal dayanağın ideolojik ve siyasi bir takım ortaklıkları da gerektirdiği açıktır. Milliyetçilik ve İslamcılık arasında çok kolay paylaşılabilen bir düşünce birikintisidir söz konusu olan. AKP’nin orta sınıfların var olan konumundan yola çıkarak ve geleneksel bu birikintiden istifade ederek merkez sağ cenahta doğan ciddi boşluğu doldurma stratejisi izlediği görülüyor. AKP milliyetçi muhafazakâr değerler üzerinden yaptığı hamlelerle Türkiye’nin sınıfsal yapısındaki değişimlerden kaynaklanan beklentilerin sözcüsü olmak gibi son derece önemli bir avantajı eline geçirmeye çalışıyor. AKP giderek belirginleşen iktisadi ve politik egemenlerin sözcüsü ve öncüsü olarak kalıcılaşmak istiyor.



Bu açıdan Başkanlık-yarı başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa çalışmalarıyla beraber anılması ve kürtajla ilgili görüşlerin gündeme getirilmesi tesadüf değil. Erdoğan çocuklarını Uludere katliamında kaybetmiş annelerin acı dolu çığlıklarının üstünü örtmek amacıyla doğmamış çocukların hesabını sorarak susulmasını istiyor. Tam da gerçekten muktedir olduğunu hissettiği sırada, ‘’Başkan’’ olarak daha fazla iktidar istediği sırada başlatıyor tartışmayı. ‘’Kürtaj bu milleti dünyadan silmek için geliştirilmiş sinsi bir plan’’ ve ‘’her kürtaj bir Uludere ’’ sözleriyle ifade edilen aslında savaşa hazırlanma ilanı, seferberlik haline geçiş ve milli duyguların harekete geçirilmesi anlamına geliyor. Savaşlarda acılar çeken ve bedenleri de savaş meydanına çevrilen kadınlara ‘çocuk doğurun!’’ denilerek üretime geçmeleri isteniyor. Eğer bunu yapmazsanız katil olursunuz ve hatta vatan hainliğiyle damgalanırsınız deniyor. Erdoğan bu cümleleri sadece ahlaki ya da dini bir mevziden değil, sermayenin ucuz iş gücü taleplerine cevap verme açısından da kuruyor. AKP iktidarının Neo-liberal politikalarıyla yeni-muhafazakârlığının birbirini besleyişinin en belirgin örneğini görüyoruz bu çıkışlarda.



Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsi bir planın yürürlükte olduğunu ve bu milletin çoğalması için bu oyunlara prim verilmemesini istemek, ırkçılığın nüfus üzerinden güç ve tehdit tasarımını ifade ediyor. Bu Kürt nüfus istilasının gerçekleşeceğine, yeni büyük komplonun bu olduğuna inanan bu komployu bozmak ve bugünkü nüfusu ikiye katlayarak dünya gücü olacağını hayal eden faşist, ırkçı zihniyetin açığa çıkmasıdır. Bu zihniyet nüfusu bir davanın veya bir devletin ordusu, her çocuğu da devletin, toplumun, cemaatin güç arzusunun bir neferi olarak görüyor.



Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. Sermayenin hegemonyasını pekiştirme görevini yerine getirmeye soyunmuş Neo-Liberal, milliyetçi, İslamcı otoriter muhafazakârlık gölge olarak tasavvur ettiği diğer akım ve eğilimleri alanın dışına itmeyi kesin zaferinin bir ön koşulu sayabilir. AKP pek çok adım atabilir. Ama uluslararası NEO-Liberal projenin sadık bir unsuru olarak bu ekonomik sistemin dışladığı yoksulları ve emekçileri kapsayabilecek bir politika üretmesi temel ideolojik tercihleri, sınıfsal ittifakları ve uluslararası bağlantıları nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle ne ortada ‘’gölgelerin ‘’ dolaşması ne de yeni muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba, ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dini muhafazakâr hegemonya ne ölçüde kudretli bir denetim sunarsa sunsun sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını devam ettirmekte, mevcut eşitsiz ilişki biçimlerinin gerçekliğini haykırmaktadır.

Hiç yorum yok: