27 Ağustos 2012 Pazartesi

Alçaklığın dayanılmaz irtifası..

Mehmet Özgen

Patlamaya karşı tepkiyi, daha ilk saatlerde kin ve nefret söylemine dönüştürüp halkın bir kesimine, Kürtler’e karşı yönlendirmek, hem en az bu insanlık suçu kadar halk düşmanlığıdır, hem de saldırının gerçek faillerini görünmez kılmaya hizmet ederek tarihi bir alçaklığa imza atmaktır.


Antep’teki olay sivil halkı hedef alan bir katliam. Böylesine vahşi bir yöntemi meşru kılacak hiç bir ahlaki, siyasi, dini amaç olamaz. Hangi amacın zırhına bürünürse bürünsün, o zırh, böyle bir eylemi katliam olmaktan çıkaramaz,




Patlamada hayatını kaybeden 9 insandan dördünün (1.5, 3, 11 ve 12 yaşlarında) çocuk olması, saldırının insanlığa karşı bir suç olduğunun yeterli kanıtıdır.

Böyle bir olay karşısında tepki duymak ve yapanları kınamak kadar haklı ve insani bir şey olamaz.



Ancak bu kınama ve tepkiyi, daha ilk saatlerde kin ve nefret söylemine dönüştürüp halkın bir kesimine, Kürtler’e karşı yönlendirmek ise, hem en az bu insanlık suçu kadar halk düşmanlığıdır, hem de saldırının gerçek faillerini görünmez kılmaya hizmet ederek tarihi bir alçaklığa imza atmaktır.



Ortada eylemi kimin, kimlerin yaptığına dair elde edilmiş kesin bir kanıt yokken, özellikle AKP ve MHP’nin sözcüleri, hükümet yetkilileri, yandaş ve ana akım medya sözbirliği etmişçesine PKK’yı işaret ettiler. Kürt yurttaşları ve BDP’yi hedef haline getiren saldırgan dilleri, ırkçı-cinnet hallerinin tetikleyicisi olarak iş görüyor. Bir AKP milletvekili (Mühyettin Aksak- Erzurum} öldürülen PKK‘lılar için kullanılan “etkisiz hale getirildi” yerine “gebertildi’ denilmesini önerecek kadar insanlıktan çıkıyor. Halkları karşılıklı infiale sevk edecek bu ırkçı-faşist açıklamalar, birinci dereceden tahrik olmaya hazır hassas vatandaşların durumdan vazife çıkarmalarına yol açıyor. BDP binalarını yaktılar, kundakladılar. Kürtçe konuşan insanlar tehdit ediliyor.



AKP’nin gizli “propaganda bakanlığı”

AKP Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, olaydan bir saat sonra Twitter üzerinden açıklama yaptı: “PKK, Esad’ın Suriye’de yaptığını Antep’te yapmaya başladı. Arkasında halk desteği bulamadığı için sivil halka saldırmaya başladı.” Bu Ömer Çelik, nasıl düşürüldüğü hala meçhul olan savaş uçağı ile ilgili olarak da ilk açıklamayı yaparak “Türkiye yüzde yüz haklı. Suriye, Türk uçağını düşürerek, uluslararası topluma, uluslararası hukuka, bölge ülkelerine, uluslararası meşruiyete ve NATO’ya saldırmıştır.” diyen kişi. Çelik, o zaman da kamuoyunu haksız ve temelsiz şekilde Suriye’ye karşı kışkırtmıştı, şimdi de aynı şeyi yapıyor. 8 aydır Roboski katliamını çözemiyenler, bir saat içinde Antep olayını çözüyor! Belli ki, Çelik, hükümetin gizli “propaganda bakanı” gibi çalsiyor. Çünkü her defasında onun sunduğu çerçeveye göre, diğer AKP milletvekilleri ve sözcüleri görüş bildiriyor. Nitekim Gaziantep milletvekili Şamil Tayyar da aynı temayı zenginleştirerek tekrarlıyor: “Bana öyle geliyor ki devlet içinde aktif olan bazı derin unsurların PKK ve El Muhaberat ile işbirliği yaptığını, bazı yöneticilerin ise becerisizlik ve basiretsizliğinden kaynaklanan sorunlar olduğunu düşünüyorum.” Yani derin devlet yeniden iş başında! Ama hangi derin-devlet? Eskisi mi, yenisi mi?



Bir diğer AKP yöneticisi Hüseyin Çelik. Taraf’ta “Ayan beyan PKK saldırısı” başlığı ile manşet olan röportajında, PKK’nın sivillere yönelik eylem anlayışımız yoktur açıklamasına “siviller hayatını kaybedince toplumsal tepkiyle karşılaşmamak için saldırıyı reddediyorlar” şeklinde karşılık veriyor! O zaman sormazlar mı adama bu nasıl “terörist” örgüt? Sivil halkı hedef alan eylemler terörizmin en belirgin tanımı değil mi? Terörist örgüt, “toplumsal tepki”den korkar mı? El Kaide, İkiz Kuleleri bir yana bırakalım, 2003′te İstanbul’da bomba yüklü kamyonetleri patlatarak 60 sivilin ölümüyle sonuçlanan eylemleri yaparken toplumsal tepki’yi düşünmüş olabilir mi?



Son olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül saldırıyı PKK’nın üstlenmemesiyle ilgili, ”Onların sicili, buna benzer olaylarla ilgili kalabalıktır. Dolayısıyla bunda bir tereddütümüz yoktur” dedi. Böylece, propaganda, Kürt halkının özgürlükçü damarına yönenlik ırkçı-şoven dalga, kısa sürede, partiden yerel yöneticilere, oradan devletin en üst katına ulaştı, sosyal paylaşım sitellerinden akarak bütün medyayı kapsadı.

İşin garibi, Kürt sorununun barışçıl çözümünden yana tavır koymuş kimi köşe yazarlarının da, bu yoğun propagandanın etkisinde kalması. Ruşen Çakır, ‘PKK yapmamış olsa bile, sorumlusu odur’ diyor. Bu yargıda haklılık payı yok mu? Var. PKK’nın zaman zaman sivillerin ölümüyle sonuçlanan saldırılar gerçekleştirdiği doğrudur.



Ancak birincisi, bu tür eylemler sistematik değildir, yani tayin edici bir eylem çizgisi olmamıştır. Olmadığı için de PKK’nın sivillere yönelik eylem anlayışımız yoktur açıklamasını ciddiye almak durumundayız.



Şemdinli’de bir savaş var..

İkinci önemli nokta, bugünkü konjontürün öncekilerden çok farklı olduğunu görmektir.

1. PKK Şemdinli’deki kontrolünü Hakkari geneline yaymaya yönelik bir savaş yürütüyor, kendi deyişiye, “devrimci halk savaşı”. 23 Temmuz’dan bu yana yaşanan gerçeklik bu. O günden bu yana Kara Kuvvetleri Komutanı Kıvrıkoğlu ilk kez bölgeye gidiyor. Ve onun orda olduğu saatlerde PKK iki tabura eşzamanlı olarak saldırıyor. Bunlar, örgütün Şemdinli’de alan denetimi olduğu iddiasını teyit eden olgular. Böyle bir inisyatif elde eden bir örgüt, amacı ve yapısı ne olursa olsun, bu inisyatifi yokedecek bir eylem biçimine yönelmez. CHP’li vekil Hüseyin Aygün’ü alıkoyarak, BDP heyetinin önü kesilip prppaganda yaparak kitlelere mesaj vermeyi önemseyen bir örgütün, bu çizgiye ters düşen bir saldırıyı yapması, kendi ayağına ateş etmekten farksızdır. “Devrimci halk savaşı”nı başlattığını söyleyen bir örgüt, kendi eylemini itibarsızlaştıracağı kesin olan bu tarz bir eyleme neden tevessül etsin ki.



Öte yandan, BDP’nin yönetici ve milletvekillerinin de bulunduğu sol partilerin oluşturduğu heyet, Şemdinli’deki incelemelerinden dönüşünde PKK gerillaları tarafından yollarının kesilmesi ya da “kesişmesi” akabinde Kürt vekillerin gösterdiği duygusal reflekslerin siyasi saldırı vesilesi yapılması ve soruşturma başlatılması karşısında bu vekiller hodri meydan demiş bulunuyorlar. Bunun iki anlamı var: 1. BDP yöneticileri, PKK gerillalarına “terörist” demiyeceklerini açıkça ilan etmişleridir. Onları, dağa çıkmaktan başka seçenek tanınmayan özgürlük savaşçıları olarak tanımlamışlardır. Bu bir siyasi risktir. O riski göze almışlardır. Riskin büyüklüğü, Bülent Arınç’ın şu sözlerinden anlaşılabilir. Arınç, “Bu millet, sizi her gün gördüğünde ne yapacağını çok iyi bilir. Benim bir şey söylememe gerek yok.” “Bu kadar kötülükle son noktaya gelen zevaline de hazırlansın” diyerek, siyasal ve toplumsal saldırılara davet çıkardı. Devlet Bahçeli de, Antep katliamının Kürt halkına ve özgürlük taleplerine bir saldırı vesilesi yapılmasından gayet memnun bir şekilde, İslam-Türk sentezinin öteki bileşeni sıfatıyla, heyette bulunan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını talep etmekle yetinmeyip, coşkusunu bir üst mertebeye çıkartarak “haydi aslanım Kandil’e git. Bayrağı dik oraya. Ülkücüler arkanda” çağrısı yaptı!



PKK böyle bir eylemi yapmakla, hem bu kesişme ile kazandığı meşruiyeti kendi eliyle yıkmak, hem de aynı davanın diğer ucundaki insanları ,fırsat kollayan iktidarın önüne atmak anlamına gelir ki bu, bir siyasi intihardir. Çünkü gelinen nokta AKP iktidarının, başbakanın inandırıcılığının sorgulanır olduğu bir noktadır. 23 Temmuz’dan beri PKK’nın Şemdinli’den sökülüp atılamamış olması AKP iktidarı için ciddi bir yenilgidir. Medya üzerinde uyguladıkları baskı ve sansür de bir işe yaramamıştır. Bu nokta, toplumda bir kırılma anının zuhur edebileceği; ölüm haberi duymaktan, egemenlerin değil, yalnızca Türk ve Kürt emekçi çocuklarının kanını akıtan bu savaşın sürdürülmesinden bezmiş, yoksulluğa ve sadakaya mahkum edilmiş, özellikle Türk halkında bir bilinç dönüşümünün yaşanabileceği bir noktadır. Sonuç olarak, AKP iktidarının açıkça aleyhine olacak bir gelişme.



AKP iktidarı yeni-Osmanlıcılıkla Suriye iç-savaşının bir tarafı oldu

2. Konjoktur değişiminde daha belirleyici öğe Suriye politikasıdır. Yeni-Osmanlıcılık, AKP iktidarını, iç savaşı kışkırtan ve ‘bizim için iç sorundur’ diyerek savaşın tarafı haline getiren bir konuma yerleştirmiştir. Sünni-İslam eksenine oturtulan bu politika, Türkiye’yi komşularıyla sorunlu hale getimiştir. Propagandayla, şovenizmle eğilip bükülmeyen nesnel bir aklın, en azından AKP iktidarının Suriye iç-savaşındaki rolü ve konumunun, katliamın olası faillerini çoğaltan daha kuşatıcı bir faktör olduğunu görmesi gerekir.



18 Temmuz’da Şam’da Suriye Ulusal Güvenlik Kurulu toplantısını hedef alan suikastle, Suriye için tasarlanan “devrim” planı başarısız oldu. Süreç, yıpratma savaşına dönüştürüldü. Bu yıpratma savaşında, Çeçen, Libyalı, Türk binlerce radikal İslamcı gönüllü ve kiralık militan Batılı askerlerin yerine Suriye’de savaşıyor. Savaşın finansmanı Katar ve S. Arabistan tarafından karşılanıyor, Eğitim, barınma, örgütleme gibi hamaliye işlerini ise Türkiye yapıyor. Yani Suriye konusundaki söylemlerinin aksine Ankara’nın beklentilerini karşılamayan ABD, Fransa ve İngiltere’nin Suriye’ye askeri müdahale için aceleleri yok. Şu an için sadece militanlara istihbarat desteği vermekle yetinen Batılı “Dostlar”ın, Türkiye’nin ısrarlı isteği olan “güvenli bölge” oluşturmak için ne kendi askerini riske atmaya, ne de savaş masrafına girmeye niyetleri var. Emperyalist efendiler, arenaya saldıkları gladyatörlerin savaşını tribünlerden izleyerek ve diplomasi kürsülerinden tezahürat yaparak Suriye’nin yakılıp yıkılmasının zevkini çıkarıyorlar.



Türkiye’de çok sayıda El Kaide militanının bulunduğunu belirten Suriyeli bir yetkili, “Türkiye ile Suriye’yi sıcak çatışmanın içine çekmek isteyen El Kaide örgütünün bu saldırıyı gerçekleştirmiş olabileceğini vurgulayarak, “Benzer eylemleri Suriye’de de yapıyorlar. Eylemin turu ve biçimi El Kaide örgütünü gösteriyor. Sivillerin yoğun olarak yaşadığı ana caddelerde bomba yüklü araçlar patlatarak, katliamlar yapmak El Kaidenin yöntemidir. Suriye’deki tüm girişimleri başarısız olunca, Türkiye’yi daha açık bir çatışmanın içine çekmek için planlanmış bir eylem gibi görünüyor” iddiasında bulundu. Bu iddianın hangi argümanı yanlışlanabilir? El Kaide militanlarının Hatay sokaklarında cirit attığına, bir sınır kenti olan Gaziantep’i, özellikle İran ve Afganistan’a geçişte üs olarak kullandığına dair haberler medyada yer almıyor mu? Antep katliamının El Kaide eylemleriyle aynı tarzda olduğu yalnış mı?



Kimin “Antep ruhu”na ya da “Sahne-i fecai”ye ihityacı var?

Ayrıca AKP-devleti bu savaşın doğrudan içine girmek için bahane aramıyor mu? Askeri müdahalenin koşullarını yaratmaya yönelik bir mülteci poltikası yürütmüyor mu? Yugoslavya, Irak ve Libya’da uygulandığı gibi, emperyalist müdahaleyi meşrulaştırmak için bir “sahne-i fecai” oluşturmanın en etkili yönteminin mülteci transferi olduğunu AKP-devleti çok iyi kavramış durumda. Angelina Jölie’nin iyi niyet elçisi olaraktan mülteci kamplarını ziyareti bu kavrayışın ürünü. Erdoğan’ın her konuşmasında böyle bir sahne tasviri yaptığı da biliniyor. Geçen yıldan beri bunun için gayret sarfediliyor. Davutoğlu’nun verdiği bilgilere göre, şu anda kamplarda 67 bin mülteci var, bunun 100 bine çıkmasından “endişeli’lermiş! O durumda BM gözetiminde Suriye içinde bir tapmpon bölge oluşturup mültecilerin orada ikametini temin etmek hedefleniyor. (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21261884.asp)



Kısacası, AKP iktidarı öyle ya da böyle Suriye’deki rejimi değışıtirmekten, yani emperyalizmin koçbaşı rolünü oynamaktan vazgeçmiş değil. Bu yüzden İran yönetiminin kimi zaman tehdit niteliğindeki ikazlarını etkisiz kılacak bir meşruiyet zırhı edinmek durumunda. Devletlerin veya iktidarların bu tür ihtiyaçlarını karşılayacak hamle ve araçların neler olduğuna satranç tahtasının asli oyuncuları görüp karar verir. Bölgede bulunan istihbarat örgütlerinin bir görevi de bu hamlelerin yerini bulmasını sağlamaktır.



Bu bakımdan, Şamil Tayyar’ın katliam denklemini oturttuğu konsept doğrudur. Ama partisinin “propaganda bakanı” gibi, kendi kurgusuna, yani patlamanın PKK -E l Muhaberat işbirliğinin işi olduğuna inanmamızı istiyor. Acaba PKK ve Esad yönetimi Türk ordusunun Suriye’ye girmesini mi istiyor dersiniz?



Yoksa soru şöyle mi sorulmalı: Kimin “Antep ruhu”na ya da “sahne-i fecai”ye ihtiyacı var?



Hiç yorum yok: