9 Ağustos 2012 Perşembe

Laiklik Tartışmaları ve Türkiye Gerçeği

Değerli dostumuz, yoldaşımız Ali Dehri’yi ( Aziz Vatan) 3 yıl önce 10 Ağustos 2009′da kaybetmiştik. O ‘yalansız’ öncesinde yayınlanan ’soldan’ sitesinin yazarlarındandı. Onu sevgiyle anarken ‘soldan’da yayınlanmış Laiklik üzerine yazısını bir daha yayınlıyoruz. Yalansız





Laiklik Tartışmaları ve Türkiye Gerçeği



Ali Dehri



Laiklik, bazen doğrudan bu kavram etrafında, bazen de bu kavrama sıkı sıkıya bağlı sorunlar üzerine yürütülen tartışma ve mücadeleler nedeniyle, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca gündemde kalmıştır. Zaman zaman, alt sıralarına inse bile, gündemin dışına hemen hiç düşmemiştir. Son günlerde ön saflarının bir yanını hükümetin, diğer yanını Ordu, Cumhurbaşkanı, CHP ve bürokrasinin bir kesiminin oluşturduğu laiklik tartışması, yarattığı siyasal gerilimle ön plana çıktı.Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren, laiklik yanlılarıyla, laiklik karşıtları arasında yürütülen mücadele, bir çok sorun ve mücadeleye kıyasla öne çıkarılmıştır. Son yıllarda ise, tartışma ve mücadelenin, laiklik kavramının farklı yorumları arasında yürütüldüğü görüşü, dünün laiklik karşıtları cephesinin önemli bir bölümünün savı haline gelmiştir. Bu durumda, yaratılan toz duman bulutuna kapılmadan, laiklik ve özel olarak Türkiye’deki laiklik üzerinde durmak gerekecektir.
           

CÜMLENİN MAKSUDU LAİKLİK AMMA…                                                                                                                                                        

Aslında, İslamcılar yönünden sorun oldukça basitti ve 1990’lı yıllara kadar her fırsatta dile getiriliyordu: Laiklik, özünde din karşıtlığıydı; hem Müslüman, hem de laik olunamazdı. Sorun yasal alana geldiğinde, anayasadaki laikliği, din ve ibadet özgürlüğü olarak yorumlamak gerekirdi. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın da -daha sonra değiştiğini söylediği- 1990’lardaki düşüncesi böyleydi. Devletteki laiklik savunucularının -başta ordu gelmek üzere- bu konuda düz bir hat izlediği söylenemez. İmam Hatip okullarının açılışı, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı, Şemsettin Günaltay’ın Başbakan olduğu CHP döneminde gerçekleşmiştir. “Laikliğin bekçisi” ünvanını kimseye bırakmayan TSK, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Cunta Hükümeti döneminde, din derslerini zorunlu hale getirerek, Kenan Evren’in ayetli-hadisli miting konuşmalarıyla, İmam-Hatip okularının gelişmesini fiilen teşvik eden tutumuyla, kısmen önünü açtığı İslamcılığın güçlenmesinde önemli bir paya sahip olmuştur. Aslında, burada, Cumhuriyet’in başından beri izlenen, dinin devlet tarafından uygun bulunan bir yorumunun desteklenmesi ve kontrol altında tutulması politikasının, 1980’li yılların koşullarında, ihtiyaç duyulan, sola karşı dinden barikat oluşturma politikasıyla birleştirilmesi söz konusudur. Ancak, bu politika bir yönüyle ters teperek, güçlenmesi istenmeyen İslamcılığın beslenmesi sonucuna yol açmıştır. Tartışılması gereken en önemli konulardan birisi de, devlet politikası olarak laikliğin, bu tür bir yorumu ve uygulamasıdır.



TÜRKİYE CUMHURİYETİ NE KADAR LAİKTİR?



Laiklik, kısaca, devletin bütün dinlere ve dinsel inanç alanında yer alan topluluklara eşit mesafede olması şeklinde tanımlanabilir. Devlet, Müslümanlık, Hristiyanlık , Musevilik, Yezidilik gibi dinlere, bu dinlerin çeşitli mezheplerine, dinlerin farklı yorumuna dayanan diğer dinsel cemaatlere, ateistlere, kamutanrıcılara vb.eşit mesafede olmalı, inanç alanında hiç birisine diğerine karşı üstünlük sağlamamalı, tersinden söylersek, sadece inancı nedeniyle hiçbirisini ezmemelidir. Bu eşitliği, ekonomik alandan, kamu hizmetlerine, eğitimden devlet personelinin seçimine kadar tüm alanlarda uygulamalıdır. Bunun doğal sonucu olarak da, devlet yönetimi kısmen veya tamamen herhangi bir dinin esaslarına bağlı olmamalıdır. Devlet, dinlere ve inançlara eşit mesafede olmanın gerektirdiği önlemleri alarak, bu eşitliği bozma yönündeki fiillere engel olmalı, buna ilişkin denetim ve müdahalelerde bulunmalı, bu alandaki kurumsallaşması buna uygun olmalı ve asla bu sınırı aşmamalıdır.



Türkiye’de uygulanan laikliğin yukarıdaki tanıma uygun olmadığı ortadadır. Padişahın aynı zamanda Halife olduğu, devlet yönetiminin bir bölümüyle İslam şeriatına dayandığı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti, uluslaşma sürecini henüz tamamlayamamış, dinin güç ve etkisini koruduğu bir toplum devraldı. Genç cumhuriyet, din alanında, bir yandan dinsel bağnazlığın güç ve etkisini zayıflatacak bir dizi reformu, yukarıdan hamlelerle gerçekleştirirken, diğer yandan laikliği benimsediğini ilan etti. Fakat, İslam dininin toplumdaki güç ve etkisini dikkate alarak ve Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki Hıristiyan misyonerlerin Batılı devletlerin güdümündeki faaliyetini göz önünde tutarak, topluma Sünni İslamın en yaygın mezhebi olan Hanefiliğin, kapitalizme en uygun ve kapitalist Batı’nın yaşam biçimini olumlayan ılımlı bir versiyonunu benimsetmeye, bağnaz İslamcılığı engellemeye, ülkeyi zayıflatıcı nitelikte bulduğu Hıristiyanların bazı faaliyetlerine tavır almaya yöneldi. Bunun sonucu olarak, bir süre sonra, ileride Diyanet İşleri Başkanlığı adını alacak devletin dine müdahalesini öngören örgütlenme gerçekleştirildi.



Türkiye Cumhuriyeti, İslamiyetin benimsenmesini istediği yorumunu egemen kılmak ve din üzerinde kontrol oluşturmak amacıyla dev bir örgüt oluşturdu.Günümüzde, bir çok bakanlığın bütçesinden büyük bir bütçeye ve 100.000’in üzerinde devlet memuru sayılan din görevlisine sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin en önemli kurumları arasında yer almaktadır. Dini yayınlardan, cami kadrolarına, camilerin su, elektrik onarım harcamalarına kadar her yıl milyarlarca dolarla ifade edilen gider devlet bütçesinden karşılanmaktadır. Sosyal harcamalarını ve yatırımlarını iyice küçülten devlet, ordu, polis, hapishaneler ve diyanet söz konusu olduğunda tersi bir tutum içindedir. O kadar ki, Diyanet İşleri’nin lağvı talebinin siyasal partilerin programında yer alması yasaktır. Öte yandan devletin başta Rumlar ve Ermeniler’in dinsel vakıfları gelmek üzere Hıristiyan vakıflarına karşı giderek yok etmeyi amaçlayan engelleyici tutumu da ortadadır.



Bütün bunlar, devletin dinler ve inançlar karşısında eşit mesafede yer almadığını ortaya koymaktadır. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu soruya, yine de devlet yönetiminde dini esasların kısmen veya tamamen etkin olmasının kararlılıkla engellendiği gerçeğini dikkate alarak yanıt verebiliriz. Bu alanda, Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok İslam ülkesinden farklı olduğunu, ve olumlu yöndeki bu farkın önemli olduğunun altını çizmeliyiz. Her şeye karşın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendine özgü bir tür laikliğe sahip olduğunu, bunun da önemli sayılması ve geriye götürülmesine karşı durulması gerektiğini tespit etmeli ve laikliğin tam anlamıyla tesisi için mücadele etmeliyiz.



DİYANET İŞLERİ LAĞVEDİLMELİDİR



Devletin dini kontrol amacıyla oluşturduğu dev örgütlenme, aslında kendi karşıtına dönüşme; oluşturulma amacını tersine çevirme potansiyelini de içinde barındırmaktadır. Siyasal İslamın, ordu ve bürokrasinin kilit noktalarını ele geçirmeyi başarması halinde, Diyanet İşleri’nin kuruluş gayesinin tam tersi bir amaca hizmet etmesi kaçınılmazdır. TC’nin kendine özgü laikliğini gerçekleştirme amacına hizmet etmiş olan bu kurum, laikliğin yok edilmesinde önemli bir rol oynayabilir.



Marksistler, toplumdaki asli bölünmenin sınıfsal temelde gerçekleştiğini, bu bölünmenin egemen tarafını oluşturan burjuvazinin hakimiyetini sona erdirmenin, işçi sınıfı ve emekçileri iktidara taşıyarak, sosyalist bir toplumu dünya ölçeğinde kurmanın ilk adımını atmanın asli görevleri olduğunu akıllarında tutmak zorundadırlar. Dolayısıyla toplumun laikler ve laiklik karşıtları biçimindeki bölünmesini ve mücadelenin bu eksene hapsedilmek istenmesini, amaçları yönünden yanlış ve yanıltıcı bulurlar. Ancak bu, laikliğin kararlı savunucuları olmalarına engel değildir. Türkiye’de bunun önemli bir parçası da, kendi laiklik anlayışının farkını ortaya koymak ve bunun gerektirdiği mücadele hedeflerini tespit etmektir.



Bu mücadele hedefleri arasında elbette, sınıf bilincini karartan, bilime aykırı, kapitalizmi ebedi kılmak isteyen, aydınlığı boğmaya azmetmiş siyasal İslam ve dinsel bağnazlık önemli yer tutar. Ancak, devlete egemen olan laiklik anlayışı da mücadelenin önemli bir hedefidir. Bu yönüyle mücadele, somutta Diyanet İşleri Teşkilatı’nın lağvını ve din işleri dini cemaatlere bırakılırken, dini inanç ve ibadet özgürlüğünün savunulmasını, devletin bu cemaatleri, ekonomik siyasal faaliyetleri, din eğitimi program ve uygulamaları yönünden denetlemesini savunmayı gerektirmektedir. Tarihi, sosyal, kültürel öneme sahip dinsel yapılar, eserler, kurumlar, hizmetler bu çerçeve içinde ele alınarak devlet tarafından desteklenmeli, giderleri karşılanmalı veya katkıda bulunulmalıdır. Bunun dışında kalan tüm din hizmetleri cemaatlere bırakılmalı, din görevlileri devlet memuru olmaktan çıkarılmalı, din hizmetlerinin ekonomik yükleri devletin sırtından atılmalıdır. Bu alanda da devlet tarafsızlığa, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede bulunmaya özen göstermek zorundadır. Bir tür laiklikten, gerçek laikliğe ancak böyle geçilebilir.



Yazının hacmini çok artıracağı için, ”türban” ve İmam Hatipler gibi önemli konuları tartışmayı bir başka yazıda ele almak gerekecektir. Yazıya, Lenin’in din ile ilgili önemli bir tespitini naklederek son verelim: “Bugünkü kapitalist toplumlarda dinin kökleri özellikle toplumsaldır”. Din veya dinle ilgili bütün tartışmalarda, aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek budur.

Hiç yorum yok: