14 Ekim 2012 Pazar

Kapitalizmin Krizi Mucizenin İflası


Ahmet Doğançayır



Zengin ile yoksul arasındaki uçurumun derinleştiği ve hem yoksulların sayısının, hem de yoksullukların derecesinin arttığı bir dünyada az gelişmiş ülkelerde ‘’ gelişme’’, ‘’kalkınma’’ ve ‘’modernleşme’’ kuramlarının tamamen yetersiz kaldığı ortaya çıktı. ‘’Ekonomik mucize’’ ve ‘’kalkınmaların’’ birbiri ardına gerçekte daha insafsız sömürü, vahşi baskı ve halkın çoğunluğunun bu sözüm ona gelişmeden yararlandırılmaması üzerine kurulmuş bir tuzak ve kuruntu haline geldiği görüldü.
 Yaşanan bunalımlarla sadece daha çarpıcı hale gelen bu eğilim bir vakitler geri, yoksul, sömürge olarak daha sonrada ‘’gelişmemiş’’, ‘’az gelişmiş’’, ‘’gelişmekte olan’’ olarak nitelenen ülkelerde ‘’ gelişme’’ kavramının nasıl bir şey olduğunu ortaya çıkarıyor.



Az gelişmişliğin sürekliliğinin nedenleri



Bu ülkeler uzun zamandan beri kapitalist sistemin en önemli parçası oldular ve sermayenin derinleşen dünya ekonomik bunalımının gidişini durdurma, ters çevirme girişiminde temel rol oynadılar. Bunalımlar çok kısa zamanda ödemeler dengesi açıkları yoluyla merkez ülkelerden buraya aktarılmıştı. Emperyalist ülkelerin bankaları aracılığıyla ödemeler dengesi açıkları, koşulları ve maliyeti gittikçe ağırlaşan özel borçlarla kapatılma yolu izlenmişti. Artan bu borçlar kemer sıkma ve aşırı kemer sıkma politikalarını zorla kabul ettirmek için birer politik araç olarak kullanılıyor. Dış borçları arttıkça bu ülkeler özel bankalardan ve diğer devletler-den sağladıkları yeni borçlarla kendilerini finanse ediyorlar. Bu politik ekonomik sopa az gelişmiş ülkelerde hükümetleri kemer sıkma politikalarını kabul ettirtecek bir kıvama getirmek için kullanılır. Bu ülkelerde aşırı kemer sıkma önlemleri sadece sanayileşmiş kapitalist ülkelerin IMF aracılığıyla uyguladıkları baskının sonucu değildir. Bu dış politik baskılar bu ülkelerde daha düşük maliyetle üretim gerçekleştirerek kâr oranını koruma ve arttırma çabasında temel bulan ulusal politik destekle güçlenirler sadece.



Kapitalist dünya ekonomisinde toplam üretim maliyetleri, özellikle tekstil ve kimi elektronik aygıtların üretimi gibi emek yoğun sanayilerin ve batının bunalım içindeki sermaye yoğun sanayilerin az gelişmiş ülkelere kaydırılmasıyla düşürülmeye çalışıldı. Bu sanayi üretiminin bir kısmının yüksek maliyetli bölgelerden düşük maliyetli bölgelere aktarılmasıdır. Az gelişmiş ülkeler açısından ise bu değişiklik özellikle geleneksel olmayan sanayi ürünlerindeki ihracatı arttırma politikası demektir.



Özellikle yabancı sermaye bu ülkelerde daha baştan iç pazara değil ihracata yönelik üretim için fabrikalar kurdu. Bu ekonomiler ucuz iş gücü sunuyor ve ayrıca yabancı sermayenin dünya pazarı için üretime yönelik yatırımlarını çekmek için fabrikaların kurulması, elektrik, ulaşım, gümrük indirimi ve her türlü konuda kolaylık ve devlet yardımı sağlama konusunda birbiriyle yarışıyor.



Parola artık iç tüketim için değil, dünya pazarı için çalışmaktır. Yani ulusal üretimi belirleyen ulusal pazardaki talep değil, dünya pazarındaki taleptir. Bu yüzden doğrudan üreticilerin ücretlerini yükseltmek için hiçbir neden yoktur. Çünkü ürettikleri mallar bunlar tarafından tüketilmek amacıyla üretilmemiştir. Tersine bu mallar uzaklarda dünya pazarında tüketilmeye yöneliktir.



Uluslar arası sermayeye düşük ücretli iş gücü sağlamak ve ücretleri diğer ülkelerle rekabet edebilecek biçimde düşürmek için: Bu ülkelerde politik baskıya, işçi sendikalarının dağıtılmasına, grev ve diğer sendikal faaliyetlerin yasaklanmasına, sistematik bir biçimde uygulanan genel olarak ‘’olağan üstü hale’’ sıkıyönetim ilanına ve askeri hükümetlere gereksinim vardır. Elbette tüm devlet aygıtı da bu ülkelerin yeni iş bölümündeki işlevine uyarlanmıştır.



Yani bu yeni modelin kurulması çok sert bir politik baskıyı gerektiriyordu. Ancak model bir kez oturunca veya şöyle veya böyle işlemeye başlayınca politik baskının bir nebze gevşetilmesi olanaklı olur. Üstelik bu sadece olanaklı değil, rejime daha geniş bir toplumsal taban oluşturmak ve askeri rejimleri sivilleştirerek sınırlı bir çeşit’’demokrasi’’ kurmak politik bakımdan gerekli ve istenir bir nedendir de. Fakat bu politik değişiklikler şimdiki ekonomik düzeni ters çevirmek ve ithal ikamesini yeniden geliştirmek amacıyla yapılmıyor. Tersine bu sözüm ona demokrasi söylemlerinin hedefi dünya bunalımı sırasında az gelişmiş ülkelerin uluslar arası iş bölümündeki düşük ücretli üretici konumunun korunması ve güçlendirilmesidir.



Bu ekonomik alternatifin politik tamamlayıcısı işçi sınıfının ve diğer halk güçlerinin ve partilerinin burjuvazinin kimi kesimleriyle yeniden kuracağı ittifak olacaktır. Bugün bu ülkelerde bu tip uğursuz ittifakların peşinden koşulurken her türden eski politikacıyı diriltmek hatta bunların ruhundan yardım dilemek uygun hale geliyor şimdi. Bu politikacılar iktidarda iken fazla ilerici politikalar izlemediklerinden solun desteğine sahip değildi. Fakat şimdi eskiden uyguladıklarına göre çok daha sağcı politikalar uygulanması için soldan destek buluyorlar.



Kriz ve az gelişmiş ülkeler



Dönemsel ekonomik yükseliş dönemlerinden bağımsız olarak kapitalist sistemin tarihsel çöküş halinde olduğu günümüzde az gelişmiş ülkelerin egemen güçlerinin kaderi ayrılmaz bir biçimde sistemin temel direkleri olan emperyalist güçlerin kaderine bağlıdır. Kriz aynı zamanda sanayileşmenin ne kısmi sanayileşme olduğunu, ne bu sanayileşme dalgasının durmaksızın artan sayıda ülkeye yayılabileceğini, ne de süreklilik kazanabileceğini doğruladı. Sanayileşme, yarı sanayileşme konusunda bu ülkeler emperyalist merkezlere bağımlıdır. Bu ülkelerin durumu her şeyden önce pazarda en büyük paya sahip metropol ülkelerde olup bitenle belirlenmektedir. Uluslar arası ekonominin merkezi olarak ABD in yerini alacak sürekli bir yükseliş ve refah düşüncesi yaşananlar tarafından boş çıkmıştır. Aynı şey güya Japonya’dan kaynaklanan ve uluslar arası ekonomiye yayılacak yeni birikim modeli için de geçerlidir. Bu ‘’yeniden yapılanmanın’’ krizi aşmak için bir fırsat yaratması yerine, krizin bu ‘’yeniden yapılanmayı’’ çökerttiğinden bahsetmek daha doğru olacaktır.



Az gelişmiş ülkelerin ‘’ sürekli yükseliş halinde sanayileşmesinin’’ önündeki engel günümüz kriz koşullarında temel olarak kredilerin kıtlığı ve faiz oranlarının yüksekliği değildir. Bu durumun temel nedeni kriz sonrasında yaşanan dünya pazarındaki durgunluktur. Kriz uzun vadede kâr oranlarındaki düşüşten ileri gelmektedir. Kriz son tüketicinin talep genişlemesinin yavaşlamasından ve dolayısıyla genişlemenin taşıyıcısı olan sektörlerdeki atıl kapasite artışından doğuyor. Bu durum krizi önlemek için daha fazla enflasyonun gerekliliği anlamına gelir. Ama enflasyon belli bir noktadan sonra genişlemeyi desteklemek bir yana onu boğmaya başlar.



Ernest Mandel’in Kriz ve Az gelişmiş ülkeler(yazın yayıncılık) kitapçığında belirtmiş olduğu gibi az gelişmiş ülkelerde sanayileşmenin sürdürülmesini frenleyen başlıca etken bu ülkelerin borçlanmaları değildir. Bu durumun başlıca nedeni bu ülkelerin başlıca ihraç ürünlerinin (otomobil ve elektronik aygıtlar da dâhil) dünya pazarında durgun hatta gerileyen bir taleple karşılaşmasıdır. Bu sektörlerde üretimin metropol merkezlerden her kaydırılışı, bu sanayi kollarındaki işçi ücretlerinin gelişmiş ülkelere nazaran düşük tutulması dünya çapında toplam talebi arttıracağına daha da azalttı. Bu kaydırma uzun vadede dünya ekonomisinde aşırı üretimi, sürümsüzlüğü ve dünya çapında krizi yoğunlaştırdı. Bu ülkelerde kredilerin büyümesine gelince bunun nedeni o ülke hükümetlerinin sadece talebi değil, metropol ülkelerdeki bankaların elinde üretken alanlara yatırılmamış fazlasıyla bol para olmasıydı. Dolaysız yatırımların büyüyen yetersizliği karşısında banka kredilerine artan talep sistemin savunma mekanizmasını oluşturuyordu. Az gelişmiş ülkelere kredinin arttırılması metropol ülkelerin ihracat sanayilerine ek bir Pazar açma girişimidir. Sınır ötesi sermaye hareketleri bu anlamda az gelişmiş ülke ekonomilerinin itici güçlerinin en önemlileri arasında yer alır. Yurt içi tasarruf eksikliği nedeniyle gerekli yatırım düzeyi ithal edilen sermaye ile gerçekleştiriliyor. Doğrudan sermaye yatırımları ekonomiye kazandırdığı taze kan ve akışkanlığın ötesinde know-how ve teknoloji transferi sayesinde iş gücü üzerinde baskıyı da arttırıyor.



Peki, kriz döneminde ne oluyor? Kriz dönemlerinde sermaye hareketlerini donduruyor ve maceradan uzak bir şekilde yuvasına çekiliyor. Sermaye hareketlerindeki bu yavaşlama krizden çıkış olarak görülen doğrudan sermaye yatırımları üzerinde rekabeti arttırıyor. Az gelişmiş ülkelerin dış ticaret alanında gözlenen ‘’korumacılık’’ yaklaşımı sermaye hareketlerinde yerini serbestleşmeye bırakıyor.



Türkiye de kriz, Deniz bitti!



Türkiye ve emperyalist sistemin diğer az gelişmiş ülkelerinin krizlerinin nedenini yukarıda açıkladığımız gelişmeler oluşturuyor. Yaşadıkları krizlerin tümü yabancı sermaye girişine fazla bağımlı hale geldikleri veya getirildikleri dönemin sonunda ya sermaye hareketlerinin duruşu ya da tersine dönmesi ile meydana gelmiştir. Sermaye hareketlerinde üç seçenek görülür: Durgunlaşma, ani duruş, tersine geri çıkış. Dünya çapında krizle birlikte yaşanan durgunlaşma büyümeyi aşağı çeker ki Türkiye de yaşanan budur.Bu dış kaynak hareketinin tersine dönmesidir. Bugünkü kriz çerçevesinde bakılacak olursa milyarlarca dolar dış borç yükümlülüğü var. Para girişi olmadan bu ödenemeyecek. Net çıkış olursa döviz fiyatları artacak ve döviz borcu olan firmaların iflası söz konusu olacak. Merkez bankası müdahale edebilir ama rezervlerin harcanma temposu bir noktayı aşarsa finansal kriz önlenemez. Net sermaye girişinin sıfırlanma olgusuyla karşı karşıya olunduğu görülüyor. Net çıkış olmaması bankaları çökertmedi ama talebi aşağı çekerek ekonomide daralmaya neden oldu.



Sermaye girişini sağlamak için cazip önlemler alındı. Varlık barışı gibi tedbirlerle kara paranın önü açıldı. Dünyanın birçok yerinde offshore hesapların kontrol altına alınması oralardan boşalan paraların Türkiye ye gelmesi hedeflendi. Bu alan sadece yurt dışından (örneğin sudan ve körfez ülkeleri )değil, yurt içinden de cazip bulundu. Kara para cenneti yaratılmaya çalışılıyor. Bundan umut besleniyor. Tayyip Erdoğan’ın diklenmelerinin ‘’bizi başka ülkelerle karıştırmayın’’, ‘’kriz teğet geçecek’’, ‘’hiçbir bankamız batmadı’’ laflarının ardında kara para girişine duyulan güven vardı. Ancak şu bilinmiyor ki bunalım koşullarında bu şekilde giren sıcak para aynı şekilde çıkar. Açıklanan rakamlar tünelin ucundaki ışığın aslında süratle gelen bir taşıtın ışığı olduğunu gösterdi. Bu rakamlar bunalımın çöküntüye dönüştüğünü gösteriyor.



Bunalımdan çıkış için AKP hükümeti ‘’sokağa çık, alışveriş yap ‘’ derken emekçilere sesleniyordu. Oysa harcamak için gelir olması lazım. Emekçinin geliri yok. İşverenlere ise ‘’şurada yatırım yap sana vergi indirimi yapacağım ‘’ diyor. İşverenin yatırım yapıp yapmayacağı bir kere belli değil. ‘’ Bizim krizimiz değil, onların krizi bizi ilgilendirmiyor’’ laflarının ışığında Türkiye ye bakıldığında küresel krizin bundan sonra nasıl şekilleneceği önem kazanıyor. Hep en kötünün geride kaldığı olasılık olarak öne sürülüyor. Ama bu bir olasılık, olasılıklar gerçekleşmeyebilir.



Bugün dış talebin arttığına dair bir işaret yok. Finanse etmek için kredi bulamıyorlar(özellikle küçük ve orta ölçekli firmalar). İhracat düşerken ithalat geriliyor. Bunun nedeni dünya pazarındaki durgunluk, iç ve dış talebin düşmesidir. İç talep kemerler sıkıldığından uzun zamandır çok dikkate alınmayan bir faktördü. Dış talep ise alışveriş yapılan ülkelerin durumu dikkate alındığında umut vermiyor. Yine önümüzdeki dönem büyük sermaye girişlerinin olmayacağı belirtiliyor. Sermayenin gidecek yer aradığı dönem geride kaldı. İç talebi yükseltmek ve kamu harcamalarını arttırmak gibi bir seçenek başta enflasyon olmak üzere bir sürü istenmeyen sonuçları beraberinde getireceğini sermaye bilmektedir.



Türkiye ekonomisi, 2008 öncesinde de dış sermaye girişi ile büyüdü, ama hemen cari açık duvarıyla karşılaştı, o zaman da sıcak paranın kaçmasıyla kriz patladı. 1994 ve 2001 de krizler böyle yaşandı. Bugün ise ısınarak büyüyen ekonomi, olağanüstü cari açık vermesine karşın sıcak para, eskiden olduğu gibi kaçmıyor. Zaman, zaman çekiliyor ama geri de dönüyor. Çünkü dünyada gidebileceği seçenekler daraldı. Bu durumda, artan riskine ve kırılganlığına rağmen sıcak para Türkiye’den, Türkiye de başka çaresi olmadığı için sıcak paradan vazgeçemiyor. AKP hükümetinin 10 yıllık döneminde Türkiye’nin toplam borç yükünde büyük artışlar yaşandı. Son 10 yılda, iç ve dış borç toplamı 221,7 milyar dolardan 600 milyar doların üstüne çıktı. Para ve mali politikaların sıcak paraya dayalı olması borçlanmayı kolaylaştırdı.



Her ihracat artışı, dış borcu, cari açığı azaltıcı bir faktör değil. Çünkü ihracatta bahsedilen her artış (ihracat ithalata bağımlı olduğu için) ancak daha fazla ithalatla mümkün oluyor. Otomobilden giyime, gıdadan demir-çeliğe, ihraç taahhüdüyle yapılan ithalat, yurda vergisiz sokuluyor. Giyim ihracatçısı Türkiye ihraç ürünü tekstil ürünlerinde ithal girdi kullanıyor. Kumaşı, ipliği aksesuarı bile ithal eder duruma gelmiş durumda. Otomobil ihracatçısı görünen Türkiye, aslında ithal girdi ile ihraç malı üretiyor. İhracatın ithalatı karşılama oranındaki yükselmeler ise ithalatın düşmesi ile bağlantılı.



Avrupa’da krizin derinleşmesi, durgunlukla birlikte, Avrupa’ya yapılacak ihracatın hemen daralmasına neden oldu, siparişler düşmeye başladı. Bu durum, sanayi üretiminin düşmesi ve işten çıkarmalar olarak yansıyacaktır. Dış borcun döndürülmesi zorlaşabilir. Yeni bir parasal genişlemeye gidilmezse, beklenen sıcak paranın uzak durması ve bunun da döviz kurunu daha da yukarı çekmesi ile yüksek dolar kuru ile yaşamanın zorluklarıyla, yüz yüze kalınabilir. Türkiye’de hasarı atlatmak için kullanılacak tek alternatif bütçe açığı ve kamu borçlanması görülüyor. Ama orada da deniz bitiyor. Kısa sürede durgunluk ve maliyet enflasyonu ile birlikte yüksek işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalabiliriz.



Yabancı sermayeyle yaşanılan ’Yazın’’bittiği, ‘’kışın’’başladığı bir döneme giriliyor. Tatlı yaz bitti inşaat, kentsel dönüşüm ve altın ihracatıyla da işler yürümüyor. Tünelin ucundaki ışığı işaret eden AKP’nin ekonomi kurmayları şimdi frene mi gaza mı basmak gerektiğini tartışıyor. Durum süratle viraj’a giren bir aracın gaza veya frene basmasının uçuruma yuvarlanmasının önünün kesilemeyeceğini gösteriyor. AKP’nin siyasi başarısında rolü olan, şu Anadolu veya İslamcı sermaye söyleminin de artık devrini doldurduğu söylenebilir. Ekonominin geri kalan ağırlıklı sektörleri durduğunda AKP ile kasalarını dolduran, palazlanan bu kesimlerin tüm ekonominin yükünü üstlenemeyecekleri, sürükleyemeyecekleri ortaya çıkıyor. Kapitalistlerden doğru dürüst vergi toplayamayan hükümet, hemen en kolay yola başvurup bütçe açığını emekçilerin sırtına yıktı. Zamların sınırı belli olmuyor.



Sermaye hali hazır da ki krizden çıkabilmek için emekçi kitlelerin direnişini kırmak, yaşam ve örgütlenme düzeylerini önemli ölçüde geriletmek ve onların aşırı sömürülmesini gerçekleştirmek gerektiğini biliyor. Türkiye de bunun için krizin yarattığı maliyeti işçi sınıfına ve emekçi kitlelere yıkmanın yolları yaratılıyor AKP hükümeti emek gücünün direnişini kırmak için çok daha ‘’yaratıcı formüller’’ geliştirebildiği için bugün iktidarını sürdürmekte ve diğer yönetici sınıfların desteğini almaktadır.



Suriye de yaşanan gelişmelerle ABD’nin Irak ve Afganistan krizinin gölgesinde Türkiye’yi Orta Doğuda daha etkin rol oynamaya sevk ettiği görülüyor. AKP bu nedenle militarist, şoven politik refleksleri öne çıkarıyor. AKP ülkeyi ‘’kraldan çok kralcı’’ davranarak orta doğuda ki tüm halkların ve emekçilerin birbirlerini boğazlayacağı bir savaş cehenneminin içine çekiyor. Yaşanacak böyle bir durum bütün ‘’demokratik hakların’’askıya alınması, ezilenler üzerinde baskının artması, şimdi ‘’çatışan’’ askeri ve sivil egemen kesimlerin militarizm şemsiyesi altında yeniden toplanması anlamına gelecektir.



Taraflar bir tek politikada uzlaşıyorlar.’Emek gücünün ucuzlaştırılması’. Büyük bir dikkatle dengelenmiş kapitalist dünya ekonomisinin bozulması sürü olarak görülen ezilen kesimlerde patlamaya yol açmakta bu da bilinen bütün temel bileşenleri taşımaktadır. Kurmaca eşitliğin yerine gerçek eşitlik hedefiyle yayılacak emekçi hareketi o güne kadar koşullandığı o uzak, ulaşılması nerdeyse imkânsız hedeften vazgeçecek ve hedefini somut hayatın mevcut ortamına yerleştirecektir. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme, kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını ezilen sınıfların krize ve savaş tehdidine karşı alacakları tutum belirleyecektir.



Sermayenin stratejisinin bunalımın yükünü çalışanların sırtına yıkmak ve böylece sistemi, karlılığı büyük ölçüde arttırmaya yönelik biçimde yeniden yapılandırmaya çalışmak olduğu açıktır. Bunun içinde bizleri sorunun ücretlerin yükselmesinden ya da işçilerin yeterince çalışmayarak üretkenlik artışını yavaşlatmasından ya da sosyal hizmetler için yapılan harcamaların aşırılığından vb. kaynaklandığına inandırmaya çalışacaklardır. Tabii bu arada çalışanların yaşam standartlarına karşı girişilen yoğun saldırılar yükselmeye devam edecektir. Bunalım derinleştikçe işçi sınıfını bölme, işsizleri işi olanlarla karşı karşıya getirme çabaları artacaktır ve geri planda savaş olasılığı her zaman nefesini hissettirecektir. Eğer bu taktikler başarıya ulaşırsa ve bunun sonunda ortaya çıkacak olan Yıkım ve imha varlığını sürdürebilen kapitalistlerin kârlılığını yeniden yükseltecek kadar büyük olursa o zaman sermaye bir kez daha dünyayı yağmalamak, emeğin sömürüsünü yeni doruklara çıkarmak ve bütün bir büyüme ve çöküş dinamiğini yeniden başlatmak için ellerini serbest bulacaktır.



Ama buna boyun eğmemiz gerekmiyor. Bir kez sorunu kâr güdüsünün doğasından, sermayenin kendisinden kaynaklandığını kavrayabilirsek mevcut politika reçetelerinin, bizi bir şekilde koruyacak bunalımdan koruyacak olan her şeye kadir devlet efsanesine yaslanmanın, bireysel ve yerel olarak verilecek savunmaya yönelik mücadelelerin ötesine geçebiliriz. Bu her şeyin ötesinde kârın gereklerine göre değil, insanların gereklerine göre düzenlenmiş bir toplumsal sistemi olanaklı kılmak için çaba göstermek demektir. Ya sosyalizmi olanaklı kılarız, Ya da tekelci sermayenin çözümünü kabullenmek zorunda kalırız. Yaşadığımız onların bunalımıdır. Ama çözüm bizim çözümümüz olmalıdır.



Hiç yorum yok: