24 Ekim 2012 Çarşamba

Erdoğan/ AKP Egemenliğinde Savaş Politikaları


Ahmet Doğançayır


Otoriterliğini pekiştiren AKP’nin iktidara gelişiyle, devlete yerleşme dönemi kısmi zafer ve geri çekilişlerle gerçekleşti. Ana kadrosunu MNP-RP çizgisinden toparlayıp onun yarı oy gücünden yola çıkan AKP’nin iki yıl bile geçmeden tek başına iktidara gelmesi kısa sürede olağanüstü örgütlenme ve propaganda yeteneği ile değil, rakipleri olan partilerin içlerinden çürüme ve dibe vurma gibi koşulların uygun olması ile açıklanabilir. O bu durumunda güçlü bir eleştiri bile yürütmeye gerek duymadan orta sınıfların hizmetine hazır durumu ile ülke içi koşulların fırsatı avucuna getirmesini beklemiştir.
 Sadece ülke içi koşullar değil, uluslar arası koşullarda AKP için olağanüstü elverişliydi. Radikal İslami hareketlerin hedef tahtasında olan ABD ve Batı Avrupa bunları yatıştırmak ve sisteme uyarlamak bir örnek olarak görülen AKP’ye destek için seferber oldular. AB daha AKP iktidarının ikinci ayı dolmadan aday üyelik kararı alırken, ABD hazırlıklarını yaptığı Irak’ı işgal operasyonuna Türkiye’yi de katmak için AKP iktidarını bütün gücüyle destekliyordu.



Kürt sorunu gündeme geldiğinde ‘’bu sorunu kökten çözmek için ele geçirilen fırsatın 2003 Martında geçtiği ama meclisin verdiği yanlış bir kararla bu fırsatın heba edildiğinin’’ aradan geçen on yıla yakın sürede her defasında Erdoğan tarafından ifade edilmesi AKP-Erdoğan iktidarının kimliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Sözünü ettikleri fırsat AKP yönetimi ve hükümetinin ABD’ye Irak işgalinde yer alacakları sözünün verilmesiyle doğmuş olmasıydı. Benzer bir ‘’fırsat’ın bugün yeniden doğduğunu tespit eden AKP verilen bu şansı iyi kullanmak istemektedir.



AKP döneminde de Türk dış politikası geleneksel olarak, ancak Kemalist milliyetçiliğin sünni Türk muhafazakârlık değişikliğine uğramış olarak devam etmektedir. Osmanlının son döneminden itibaren bu gelenek kendi özel amaç ve stratejilerine göre bir politika izleyemeyeceği, emperyalist devletler ve onların içinde oluşacak kamplardan birinin yanında onun çizdiği politikaya uymak olarak belirlenmiştir. Erdoğan’ın bir kez daha ifade ettiği gibi ‘’NATO’ya rağmen iktidar olunamaz’’sözü bu gerçekliğin kabulü anlamına gelmektedir. ABD’nin koltuğu altından ayrılmamak kalıcı ve uzun vadeli bir karardır. İran’a yönelik ambargo girişimlerine çekince koymak, İsrail’e tavır almak, Birleşmiş milletlerin politikasını eleştirmek gibi davranışlar aslında ABD karşısında önemini arttırmaya yöneliktir. Sovyet devrimi sonrası dönemin 1990larda sona ermesi Türkiye gibi devletlerin ABD’nin belirlediği sınırlar dâhilinde kısmen ‘’bağımsız’’dış politika izleyebildiği bir dönem artık geride kalmıştır.



Kore’ye asker gönderilme kararı alındığı DP yönetimindeki o dönem nasıl TC devletinin ABD/NATO yörüngesine resmen girişinin ve kabulünün başlangıcı olmuşsa, bugünde Suriye’ye karşı AKP hükümetinin çaldığı savaş davulları Türkiye’nin asli yerine, ikinci sınıf rolüne döndüğünün ilanıdır. Yeni uyarlama ile TC devletinin klasikleşmiş bulaşmama, özen gösterme politikası terk edilmiş oluyor. AKP’nin ‘’ustalık dönemi’’olarak adlandırılan döneminin başlaması ile birlikte Irak’ta Şii ağırlıklı hükümetle ilişkilerin değişmesi, eleştirilerini onun Şiiliğine oturtması, sınırları kaldırmaya varan dostane ilişkilerle başlayan Suriye ilişkilerinin rejimin diktatörlük olduğunun yanı sıra Alevi olduğunun yeni keşfedilmişçesine ilanı bu yeni dönemin ifadeleridir.



AKP-Erdoğan yönetimindeki TC devletinin politikası ABD-NATO’nun tanımladığı yeni rolün çerçevesine sokulmuştur. Bu çerçeve Türkiye’nin Suudi Krallığı ve Körfez Emirliklerinin bölgeye uyarlamak için uğraştıkları Sünni-Alevi kutuplaşmasında taraf olmasını öngörmektedir. Bu ABD’nin lojistik desteği ile Suudi sermayesinin milyarlarca dolar akıtarak İran’a saldırttığı Irak sünni Baas rejimine oynatılan rolün bir benzerinin Türkiye’nin oynaması istenmiş ve başarılmıştır. Bu başarıyı kolaylaştıran AKP ve Tayyip Erdoğan’ın suni tarafından olmasından çok, yaşanan ekonomik krize karşı taze kan sağlayacak Suudi ve Emirliklerin kasalarındaki dolarlardır. Tüccar zihniyetiyle Erdoğan’ın İslam işbirliği konferansı toplantısında ’’Ancak mevcut fonlar için vaat edilen kaynakların ödenmesi hususunda yeterince hassas davranılmadığını görüyoruz. Hani komşusu açken yatan bizden değildi? Hani biz kardeştik?’’ sözleri, biz üzerimize düşen görevleri yapıyoruz, şimdi sıra sizde anlamını taşıyor.



Başbakan Erdoğan ve hükümet üyeleri, AKP kurmayları ve geniş bir medya ordusu tarafından Türkiye’nin artık bir bölge gücü değil, dünya gücü olduğunu dile getiriliyor. Bu sadece kendilerini inandırmak, ‘gaza getirmek’ için değil, aynı zamanda dayandığı orta sınıflar ittifakını canlı tutmak amacıyla yapılıyor. ‘’Haklı olma’’ konumunu güçlendirerek politikasına meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor. Irak işgaliyle beraber ‘’İnsani müdahale’’kavramına dayanarak giderek yaygınlaşan bir yeni ‘’savaş’ın haklılığı’’ stratejisi oluşturulmuş durumda. Bu propaganda merkezine ‘’Suriye de sivil halkın korunması’’ilkesini koyuyor. ‘’İnsani müdahale’’ gibi kavramların aslında gizlenmeye çalışılan yeni bir sömürgeleştirme politikasının örtüsü haline geldiği görülüyor. Bu yaklaşımı On yıl önce Irak geçen yıl Libya konusunda ileri sürenler bugün Suriye’ye askeri müdahale gereğini desteklemek için yeniden kullanıyorlar. Suriye halkının diktatörün kanlı emellerinden kurtarılması gerektiği ve bunun sorumlulukları gereği olduğu belirtilirken, Bahreyn yönetiminin Suudi yönetiminin yolladığı askerlerle benzer bir isyanı bastırırken neden aynı müdahale görevinin dile gelmediği veya eğer müdahalenin amacı Suriye de diktatörü gönderip demokrasi getirmekse neden Suudi Arabistan içinde müdahalenin gerekli olmadığı soruları açıkta kalıyor.



AKP-Erdoğan hükümeti de Savaş’ın ‘’haklılığı’’ meselesini bu yeni stratejik yaklaşıma uygun olarak politikasının merkezine oturtmuş durumda. Suriye hava sahasında düştüğü artık kesinlik kazanan savaş uçağının başına ne geldiğini soranları ‘’vatan hainliği ile suçlaması’’, uygulanan politikaya yapılan eleştirileri ‘’kendi tarihinden ve ecdadından bihaber olanların marifeti’’ olarak cevaplaması amacın dile getirilmesi oluyor. Meclisten çıkartılan tezkere ile içerde muhalefete karşı elini güçlendirip başkanlık-yarı başkanlık yolunun açılacağı hesapları yapılırken, ABD/NATO’ya ‘’Sulhu salâh için cenge hazırım’’ mesajı veriliyor.



Ancak 2003 Mart’ında tezkere reddini kaçan bir fırsat olarak görüp bari şimdikini değerlendirelim deyip, buna bir de tarihin derinliklerini ve ecdat meselelerini kattıklarında Suriye de olası bir yabancı müdahaleyi ‘’kurtarıcı’’olarak kabul edecekler kadar ‘’işgalci’’olarak göreceklerin sayısının yakın olacağı kuvvetle muhtemeldir. 2003te ki Irak harekâtında işgal güçleri resmi Irak ordusundan çok Irak halkı tarafından nedense hiç düşünmedikleri şiddet ve yoğunlukta direnişle karşılaştı. On binlerce Iraklının, binlerce işgal devletlerinin askerinin öldüğü etnik ve mezhepsel topluluklar arası iç savaşın alanı haline getirilen manzara ortadayken savaşın haklılığından, insani müdahaleden bahsedenlerin dertlerinin aslında daha büyük stratejik derinliğe sahip, daha derin ve tarihi hedeflerinin olduğu anlaşılıyor. Mücadele edilmesi gereken asıl mesele bu hedeflerin içeriğidir. Yaşanan gelişmeler emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisi doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç karışımıyla yer almayı hedefliyor. Bu etkinliğin en önemli aracı olmakla birlikte en riskli alanı olan petrol ve su havzalarını birleştiren Kuzey ve Güney Mezopotamya politikaları aynı zamanda bu yeni stratejik konumda öne çıkarılması muhtemel olan Kürt ve Irak meselelerini de kapsamaktadır. AKP aslında Suriye’de ki Kürtlerin varlığına tahammül etmemektedir. ‘’Tampon veya güvenlikli bölge’’ kurma girişimlerinin arkasındaki amaçlardan biri de budur. Bu konuda Suriye ile savaşa karşı çıktığını söyleyen CHP Muhalefetinin Kürtlere karşı bir savaşa itirazı yoktur. Batılı ülkeler ve Türkiye’nin garantörlüğü altında kurulan önce özerk Kürt bölgesi sonra devleti güneyde de Barzani ve Talabani gibi liderliklere güvenini yitirmiş birçok Kürt’ün PKK ya katılmalarının önünü kesmek ve mevcut liderliklere güveni tekrar kazandırmak amacıyla oluşturuldu. Barzani ve Talabani eleştirisi ve anti-ABD söylemin güçlenmesi istikrarsız bir ortamın var olduğu orta doğuda PKK’nın istikrarsızlık içinde yeşeren güçlerden biri olma durumunu öne çıkarıyor. Kapitalist ilişkilerin bölgede yaygınlaşması ile birlikte yoksul ve dışlanmış Kürt gurupları arasında PKK güçlenmeye devam edecektir. Suriye politikasıyla amaçlanan sitemin ihtiyaçları ve dengeleri doğrultusunda hedeflenen bu ‘’pürüzleri’’ ortadan kaldırıp ‘’Arap baharından’’ sonra ‘’Kürt baharının’’ önünü kesmeye çalışmaktır.



Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. Bugün Orta doğu halkları ve emekçileri için tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’’dünya düzeni’’değildir. Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmalıdır.



Emperyalizm ve antiemperyalizm konusu öyle bir hal aldı ki zararı ezilen halklara ve emekçi sınıflara çıkıyor. Bir tür antiemperyalizm adına, ABD kime karşıysa onu destekleyelim mantığıyla Libya ve Suriye de yaşanan olaylarda Kaddafi ve Esad yandaşlığına kadar vardırılırken diğer bir yaklaşım emperyalist müdahalelerin aslında desteklenmeye değmeyecek baskıcı rejimleri yıkmasının halkların özgürleşmesinin yolunu açacağını-açtığını öne sürüyor. Ezilen kesimlerin diktatörlere karşı isyanları kafalardaki mükemmel modele uymadığı için geçersiz sayılıyor. Diktatörlerin ve başka sömürgeci güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin egemenliği altında kaldılar. Bunun yaşanmaması için yapılması gereken bütün emperyalist yağma planlarını açığa çıkarmak, muhalefet hareketlerindeki çelişki ve zaafları kitlelere göstermek ve yaratılması zorunluluk halini alan sol önderliğe en yakın unsurlarla bağ kurmak olmalıdır. Güçlü soyguncu Emperyalist devletlerin, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletlere saldırısına ve işgaline karşı ‘’savunma’’savaşının ve direnişin meşruluğu üzerine söz ederken sosyalistler ‘ ülkede ki mevcut burjuva rejimleri yıkıp sonu devrime çıkacak amaçları göz önünde bulundurmuşlardır’. ‘’Savunma’’savaşı sözü ile bu anlamda ‘’haklı’’bir savaşı kastetmişlerdir. Bu anlamda ‘’savunma’’ savaşlarına meşru savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar. Emperyalist saldırıya karşı bu mücadelede doğru taktik proletaryanın örgütsel ve eylemsel bağımsızlığın kazanılması, korunması, sağlamlaştırılması ve güçlendirilmesinden ibaret olan stratejinin içinde yer almaktadır. Bu hiçbir şekilde tüm anti-emperyalist ittifakların reddedilmesi anlamına gelmiyor. Bu emekçilerin ve yoksul köylülerin reddedilmesinden başka bir anlama gelmeyecek olan burjuvazi ve emperyalistler tarafından desteklenen unsurlar ile tüm siyasi blokların toptan reddi anlamına geliyor. Bundan her türlü sapma, yani anti-emperyalist hattın anti-kapitalist vurgusundan herhangi bir geçici politik çıkar uğruna taviz verilmesi, sınıfsal mücadele verdiğimiz kesimlerin tarafına doğru bir adım atmak olacaktır. Devrimci Marksistler için iki kamp vardır. Ama bunlar devlet kampları değil sınıf kamplarıdır. ‘’Devlet kampçılığı’’stratejilerinin altında bir ülkede işçi sınıfının ve devrimin çıkarlarını devletlerin savunma çıkarlarının yanında ikincil duruma düşürme tehlikesi yatmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun işçi sınıfı davasını ileriye götüren her şeyi destekleriz. İşçi sınıfının çıkarlarına aykırı olan her şeyin karşısında sömürülenlerin, ezilenlerin yanındayız.



Burjuva milliyetçiliğinin anti-emperyalist mücadeleyi saptırmasını engellemek ve sonu devrime çıkacak amaçları gerçekleştirmek için proletaryanın elindeki tek olanak bu mücadelenin ve bu mücadeleyi kitleler gözünde temsil eden; Yabancı üslere, ulusun siyasi, ekonomik ve mali yaşamına dolaysız ve dolaylı emperyalist müdahaleye karşı mücadeledir. Proletarya emperyalist saldırının kurbanı durumundaki halklarla uluslararası dayanışma gibi mücadele gündeminin ilk sırasında bulunan talep ve somut hedeflerin başını çekmelidir. Politik öncülüğün kazanılması işçi sınıfı bilincinin tüm burjuva ideolojilerle bağlarını kopartarak gelişimi, proletaryanın örgütsel(sendikal ve politik) bağımsızlığının kazanılması, kırların ve şehirlerin yoksul kitleleri üzerinde proletaryanın siyasi hegemonyasını kuracağı görevleri başaracak nitelikte bir devrimci önderliğin, devrimci bir işçi partisinin yaratılmasıyla mümkündür.



Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu bir dünya önümüze ya milliyetçi boğazlaşma ya da güçlü devletlerin ve egemen ulusların ötekileri kölece boyunduruk altında tuttuğu bir emperyalist ‘’barış’’alternatifi koyuyor. Emperyalist ‘’barış’’a geçişin yolunda ise milyonlarca insanın vatan ve ulus uğruna kanı akacağı muhtemeldir. İnsanlığın milliyetçi boğazlaşmalardan ve emperyalist ‘’barıştan’’ kurtuluşun tek yolu uluslar arası bir devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasıdır.



Hiç yorum yok: