21 Kasım 2012 Çarşamba

Kredi Kuruluşu Türkiye’nin Notunu Neden Yükseltti?


Ahmet Doğançayır

Türkiye ekonomisinin performansı Uluslar arası kredi değerlendirme kuruluşu Fitch tarafından olumlu bulunarak ‘Not’ artışına gidildi. Bu ‘Not’ artışı hükümet, basın ve sermaye çevreleri tarafından sevinçle karşılandı. Açıklamalar bu artış ile Türkiye ye uluslar arası sermayenin girişinin artacağı, istihdamın genişleyeceği, ekonomik büyümenin hızlanacağı yönünde.
 Aslında bu not artışı uluslar arası sermayenin AKP’nin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikaları onaylaması anlamına geliyor. Bu gelişme ekonomik bir olgu olarak gösterilmeye çalışılıyor. Ancak bunlar yüzeyde görülen görüntüler. Bu görüntünün ardında ülke nüfusunun büyük kısmını ilgilendiren süreçler var. Bu sürecin başında milyonlarca emekçiyi ilgilendiren çalışma hayatı var. Eğer emeği ile çalışanların hayatını ilgilendiren ve onların aleyhine sonuçları olan belli düzenlemeler olmasaydı bu not artışına yol açan ‘’arzu edilen istikrarlı görüntü’’ortaya çıkmazdı. Yalnız uygulanan ekonomik politikalarla belirlenmiyor bu istikrar. En önemli nokta emek dünyasında kavgasız, gürültüsüz sessiz sedasız bir istikrarın devamlılığın sağlanmasıdır. Bunu sağlayan çalışanların piyasada belirlenen ücrete, çalışma koşullarına ve sürelerine itiraz etmeyecekleri bir ortamın yaratılmasıdır. 15 Milyon kişiye yaklaşan ücretli emekçinin düşük ücretli, uzun süreli çalışması olmasaydı ekonominin performansı kredi kuruluşu tarafından beğenilmeyebilirdi. Ayrıca emekçiler, bütçe gelirlerinin tamamını oluşturan vergilerin büyük kısmını üstlenmeselerdi, Fitch tarafından Türkiye’nin Bütçe politikası övülmeyecekti. Yine Türkiye’nin en kalabalık sosyal sınıfını oluşturan işçilerin, emekçilerin çalışması ile elde edilen değerler olmasaydı dış borçların ödenmesi de, yeniden borçlanma da mümkün olmazdı.



Çalışma hayatında özellikle 2002den beri daha belirgin olarak ‘tarihi bir istikrar’ sürdürülüyor. Ücretliler kitlesel bir tepki vermeden daha düşük ücrete, daha uzun süreli çalışmaya, çalışma koşullarındaki olumsuzluklara ve iş güvencesinin hızla ortadan kalkmasına sanki razı olmuşlar gibi çalışmaya devam ediyorlar. Son on yılda çalışma hayatını sarsacak kitlesel grevler, eylemler yaratılamadı. Esnekliğe bağlı olarak çalışma ilişkilerinin çerçevesinde enformelliğin hâkimiyet’i söz konusu olmakta, emek üzerinde ki kontrol gündelik hayatı da sarıp sarmalayan ‘’İslami milliyetçi muhafazakâr kültürel hegemonya’’ile sağlanmaktadır. Ancak bu hegemonyayı kırabilecek gelişmelerde mevcuttur. İşçi sınıfı içinde tâbi olmanın mantığı üzerinde kurulan ve dindar muhafazakârlık temelinde şekillenen bir hegemonyacı kültürün varlığı görülüyor. Bu şekilde mevcut ilişkiler meşrulaştırılırken, bunun dışına çıkan girişimler dışlanmıştır. Bütün bunlar çalışanlar açısından en sessiz, en örgütsüz, dönemin oluşmasına neden oldu. Ayrıca bu not artışı ve buna bağlı olarak daha fazla yabancı sermayenin ülkeye gelmesi ekonomiyi krizden kurtarmayacaktır. Kâr sağlamak, daha fazla gelir elde etmek için Türkiye ye gelecek yabancı sermaye sömürünün artmasına çalışma koşullarının mevcut halinin derinleşerek devam etmesine neden olacaktır.



NEO-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilen ve örgütlü kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Bu koşullar altında AKP’nin Sünni muhafazakâr gelenek çerçevesinde massetme yaklaşımı, işçi emekçi kitlelerin örgütlü kalıcı desteğine dayalı bir iktidar alternatifi oluşturulamamış olmanın zaafını da lehine kullanmaktadır. İşçi ve emekçi kesimler, kapitalist üretim organizasyonları onları giderek daralan bir etkinlik alanına, insani varoluş durumuna ittikçe bağlayıcılıkları ve inanç kapasitelerini de yitirmiştir. İktidar alternatifi değil, İktidar mücadelesinin araçlarından birisi durumuna düşürülmüşlerdir. Emekçi sınıfların bağımsız siyasal bir güç olmaktan uzaklaşmasında bu derin öz güven ve inanç algısını yitirmelerinin rolü vardır. Dolayısıyla yaşanan sürecin getirilerinin kısa vadede AKP’nin işine yarayacağı söylenebilir. Bu onun hegemonyasını güçlendirmesine, Neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmesine yardımcı olacaktır. Uluslararası yatırımlardaki her artış, bugüne kadar Türkiye’de taşeronlaşmayı, yani güvencesiz istihdamı artırdı. Bu yatırımların ihtiyaç duyduğu yardımcı, tamamlayıcı işlerin hemen, hemen tamamı taşeron istihdamıyla sağlandı. AKP hükümeti, yasalaşan yeni sendikalar kanunu ile bu istihdamın örgütlenmesi önündeki yasal engelleri korumaya büyük özen gösteriyor. Ancak çalışma hayatında bu dini muhafazakâr hegemonya ne ölçüde kudretli bir denetim sunarsa sunsun sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını devam ettirmekte, mevcut eşitsiz ilişki biçimlerinin gerçekliğini haykırmaktadır. Kapitalist dünya ekonomisinin krizinin etkisiyle güncelde çok dillendirilmeyen yüksek işsizliğin kronikleşmesi, borç stokunun büyümesi ve gelir dağılımının olağanüstü bozulması gibi olgular Türkiye ekonomisinin yaşadığı kriz durumunda AKP’nin hükümetini yerinden edebilecek önemli bir faktör olarak iş görebilir. İşsizlik tehdidini enselerinde hisseden eğitimli, emek sahibi kesimler dâhil işçi, emekçi kitlelerini ister istemez harekete geçirecek böyle bir durum sürü olarak görülen ezilen kesimlerde patlamaya yol açacak, bu da bilinen bütün temel bileşenleri taşıyacaktır



Uluslar arası saldırıya karşı verilecek mücadele de uluslararası olmalıdır.



Dünyada ve Türkiye de uygulanan Neo-liberal politikalar sonucu yaşanan gelişmeler karşısında uluslar arası sermayenin vereceği not ve reçetelerden çok, uluslar arası işçi sınıfının ve emekçilerin vereceği mücadele daha önemli hale gelmiştir. Hızla küreselleşen ve gittikçe mekân dışı hale gelen ekonominin siyasi dizginlerden ve yerel kısıtlamalardan kurtulunca, dünya nüfusunun en iyi ve en kötü durumdaki kesimleri arasında ve tek, tek her toplum içinde giderek derinleşen servet ve gelir uçurumları yarattığı biliniyor. Bu eğilimin en kaygı uyandıran etkileri geniş ölçüde tartışıldı ve tartışılmakta, ama artık herhalde gayet iyi bilinen nedenlerle, değil bu eğilimi durdurmak, bu sonuçları hafifletmek için bile birkaç duruma özgü, bölük pörçük ve mütereddit önlem almak dışında pek bir şey yapılmış değil.



Bugünü tasarlanmış bir geleceğe göre dönüştürmeye yönelik üzerine iyice düşünülmüş bir niyete sahip olabilmek için, ‘’bugüne bir nebzede olsa bir yerinden tutunmak gerekir’’. Ancak ‘’bugüne tutunmak’’ insanların içinde bulundukları durumda çok kolay olmayan bir özelliktir. Şu anki durumlarının en önemli araç ve koruyucularının hiçbiri üzerinde, değil tek, tek ya da birkaç kişi birlikte uygulanan bir denetime, bir yargılama hakkına bile sahip değildir. Bazı araçlar daha şimdiden darbe yemişlerdir. Bu darbelerin doğrudan hedeflerinin ötesine giden etkileri oluyor ve darbeyi yiyenler sadece aşağılananlar onurlarından ve geçimlerinden olanlar değil. Her darbe ondan şimdilik kurtulan herkes için bir mesaj taşıyor. Mesaj basittir: Herkes gereksizleşebilir ya da herkesin yerini başka biri alabilir. Hâlâ bulunabilen işler artık gelecekte ortaya çıkabilecek beklenmedik tehlikelere karşı korumasız durumdadır. Emek ‘’esnekleşmiştir; Yani lafı uzatmadan söylemek gerekirse, artık işverenin işçilerini aklına estiğinde ve tazminat ödemeksizin işten atması kolaydır ve haksız yere işten atılanları savunacak dayanışmacı ve etkili sendika eylemi gittikçe daha çok boş bir hülyaya benzemektedir. ‘’Esneklik’’ aynı zamanda güvenliğin ortadan kalkması anlamına gelir. Hali hazırdaki işlerin sayıları gittikçe artan bir kısmı yarım günlüktür ya da belli bir dönemle sınırlıdır. Yapılan sözleşmelerin çoğu ‘’geçici’’ ya da ‘’yenilenmeye açıktır’’. Ve bu sözleşmeler göreli istikrar haklarının güç kazanmasını önleyecek kadar sık yapılmaktadır. ‘’Esneklik’’ bir yandan da, düzenli bir gelir sağlama umuduyla uzmanlık gerektiren becerilere zaman ve çaba yatırımı yapmanın anlamsızlaşması demektir. İş mevcut şekliyle hayatta kalmanın maliyetlerini karşılamayı zaman, zaman başarsa da, bir güvenlik sunamamaktadır.



Sermayenin, finansmanın ve enformasyonun küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel makamların ve öncelikle de ulus devletin denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda, mevcut sığınılacak liman olarak görülen cumhuriyetçi devlet’in yurttaş katılımı için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’da yoktur. ‘’Küresel yurttaşlık’’ kavramı içi boş bir kavramı hatta sadece bir hüsnü kuruntuyu temsil etmektedir. Uzak yerlerden esen ve birden bire çıkıp gelen fırtınanın tokadını yemek, ‘’yurttaşlığın’’ tersine olan bir durumdur. Öyle ki yaklaşan bir fırtınayı öngörmek borsada ki bir sonraki çöküşü ve güvenli gibi görülen istihdam alanlarının buharlaşıvermesini öngörmekten daha kolay hale gelmiştir bizler için. Milletler, bir zamanlar sürekli yaşam garantisi sayılan devletlerin siyasi egemenliklerini sunduğu sığınakta emniyet içinde değildir artık. Bu egemenlik de artık eskisi gibi değildir, kendine yeterliliğin ekonomik ve askeri dayanakları parçalanmıştır. Devlet otoriteleri sorumlulukları altındaki insanların emniyetini garanti etmeye muktedir, istekliymiş gibi bile yapma ihtiyacı duymuyor, kişinin kendi ayakları üzerinde durması gereği ve görevini gittikçe daha fazla dile getiriyor.



Bu duruma karşı tepki olarak ‘’dışa kapanma ve var olanı koruma’’ anlayışı egemen oluyor. Şu ana kadar bu anlayışa karşı seslerini yükseltenler mekânla bağını koparan sermaye ve finansman sözcüleri olmuştur. Ama onlar yalnızca belli şeylere kızarlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesinden ve ülke halklarının çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin ve verimliliğin üzerine çıkarılmasından şikâyet ederler. Dışa kapalılık hisleri bir kere harekete geçtiğinde güç yitirmekten çok, güç kazanma eğilimi gösterir. Bir türlü azalmak bilmeyen endişeleri için suçlu arayan seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etmenin yollarını arayan siyasetçiler, karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup, dışa kapalılık hislerini desteklemek, hatta kızıştırmak için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları birlikte üretirler. Böylece uluslararası eylem ihtiyacı görüş alanından giderek silinir ‘’cemaatlerin savunulması’’saplantılı bir hal alır. Dikkatlerin ‘’cemaatlerin savunulması’’ üzerine odaklanması küresel iktidar akışını her zamankinden daha fazla serbestleştirir. Kabileler de milletler de doğaları gereği uluslar arası boyutlara çekilmeye uygun değildir. Bunlar gezegen ölçeğinde bölünme ve ayrılma etkenleri olmuşlardır ve öyle de kalacaklardır. Milli savaş baltalarını çıkartıp ‘’cemaat kalelerini’’ tahkim ederek küresel egemenlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatacak gezegen çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış olan umuttur.



Mesele siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa etkili sonuç alınır onu bulmaktır. Yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiren Burjuvazinin temsilcilerine karşı İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin tarihte yaşanan örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.



Hayat koşullarının artan’’esnekliği’’üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz etmekte olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili bir eylemin ön koşulu, siyaseti, günümüz egemen güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslar arası bir düzeye çıkarmaktır. Siyaset kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu güçlerin içinde ‘’aktığı’’ mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir. Uluslar arası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir ölçekte uluslar arası bir kurumdur, bir enternasyonaldir gerekli olan. Bu tür bir evrensellik’’ cemaatlerin’’ ve egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir sosyalist cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur.



Hiç yorum yok: