29 Kasım 2012 Perşembe

Lütfen, Bir Daha Tutsi Olmayacağım!

Mahmut Balpetek

“Otel Raunda” adlı filmin konusu, 1994 yılında Ruanda’da yaşanan ve bir milyon insanın ölümüne yol açan, iç savaştır. Film, Hutular ve Tutsiler diye ayrıştırılan iki etnik kimlik arasında amansız bir savaşı anlatır.


Ayrıştırılan diyorum çünkü aynı olan halk sömürgeciler tarafından ayrı hale getirilirler. Tutsilerin ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etnik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılık yapılarak ayrı etnik kimliklere dönüştürülür. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları yarattıkları yapay ırksal farklılıklara göre alarak ayrıştırmayı pekiştirirler. Çoğunluk olan Hutulara karşı Tutsileri görece daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştururlar. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken ise, kimi objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanarak, böl ve yönet politikasını ikiyüzlüce hayata geçirirler.

Filmin her karesi toplumsal boğazlaşmanın, insanlık adına ne kadar acı ve vahim olduğunun anlatısı olduğu gibi, gittikçe hedefine ötekini yok etmeyi yerleştirmiş vahşetin adı gibidir. Kızıl Haç görevlisi kadının hamilik yaptığı öksüz ve yetim çocuklardan on tanesinin kendi gözü önünde katledilirken bir çocuğun ağlayarak, “lütfen öldürmeyin beni bir daha Tutsi olmayacağım” yalvarmalarına karşın vahşice öldürülmesi kendine insanım diyen herkesin kanını dondurmaya yeterde artar nitelikteydi. Ancak çocuğun bir daha Tutsi olmayacağı doğrultusunda irade beyan etmesi onun hayatını kurtarmaya yetmedi. Zira onun geleceği Ruanda’da siyah tenli olarak doğmuş olması ile doğduğu günde belirlenmiştir. Sömürgecilerin tahrip etiği, toplumsal ilişkiler sonucunda yaklaşık bir milyon insan öldürülürken onlar bunu seyretmekle yetindiler. Her zaman ki gibi geriye yerlilerin vahşiliği kaldı akıllarda.

Daha az dramatik olsa da Michael Jackson vakası da “ben bir daha siyah olmayacağım” haykırışı değil midir? Afro-Amerika’lı siyahî star, bütün dünyada milyonlarca hayranı olmasına karşın, ölümüne kadar kendi teninin renginden kurtulmaya çalıştı. Çünkü ünlü olması teninin renginin ona yüklediği ikinci sınıf statüden kurtarmaya yetmedi. “Ben siyah değilim” demek istemesi, onu daha doğduğu günden başlayarak içine yerleştirdiği statüden kişisel olarak kurtuluş çabasının başarısız hikâyesidir.

İnsanın daha doğdu günden başlayarak, doğduğu coğrafya, doğarken aldığı renk ya da cinsiyetin o’nun geleceğinde tayin edici bir ağırlık oluşturması ne kadar adil bir dünyada yaşadığımızın da çok açık bir ifadesidir. İnsanın kendi tercihinden bağımsız olarak, dünyada ki sosyal statüsünün belirlenmesi gibi bir durumun kabul edilmesi ve paradigmaların bu kabuller üzerinden kurulmasının kendisini sorgulamadan, içinde bulunduğumuz bu çarpık ve adil olmayan atmosferden çıkmamak adına yol almamız mümkün değildir.

Ruanda’da aynı etnik kimlik sahip topluluğu, burun yapısı, boy ölçüsü ve tenin daha koyu ya da açık olmasına göre tasnif edilerek yapay bir biçimde bölerek, birbirlerine düşman haline getiren sömürgeci güçlerdir. Aynı güçler, Ortadoğu coğrafyasında ise suni sınırlar yaratarak, halkları birbirine düşman etmişlerdir. Kâh aynı halkı (Kürtler) dört parçaya bölmüş kâh Kuveyt, Katar v.b benzeri ülkeler yaratarak, Arap halkını parçalamışlardır. Bölgede böl ve yönet siyaseti, halkaları birbirine düşman hale getirmek noktasında itenek işlevi görmektedir.

Öte yandan sömürgeci güçlerin böl ve yönet siyasetine inkârcı politikalarla destek veren iktidarların da bu cinayetlere ortak olduğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Zira küresel güçlerin böl ve yönet siyasetini tamamlayan yerlerde sürdürülen inkâr politikalarıdır. Yerel rejimlerin işbirlikçi konumu olmadan tek başına küresel güçlerin bu kadar etkin olma durumları şüphe götürür bir durumdur. Yani nasıl ki antikapitalist olmadan antiemperyalist olmak mümkün değil ise, rejimin inkâr politikalarına karşı tutum almadan, her şeyi dış güçlere dayandırmak, sorunların çözümüne karine teşkil edecek noktaya, zerre kadar katkı koymayan, yabancı düşmanlığı dışında bir şey değildir.

Toplumların, sınıfsal bölünmüşlükler gibi, cinsiyet, etnik kimlik, inançları bakımından da bölünmüşlükleri, sosyolojik bir olgudur. Bu olguyu baz almadan,” hepimiz kardeşiz bunu bölen kalleştir” yollu amiyane yaklaşımlar halkların kardeşliğini tahrip eden anlayışın veciz bir şekilde sloganlaşmış ifadesidir. Zira bu slogan açık bir biçimde inkâra, itiraz ederek dolayısı ile gasp edilen hakları uğruna mücadele eden kesimleri bölücü olarak göstermektedir. Olguyu görmekten kaçınan bu anlayış esasen inkarcı politikaların destekçisidir.

Bu noktada da algıda seçiciliğin hâkim olduğunun altını çizmekte fayda var. Örneğin konu Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde Türk’lerin konumu olunca asimilasyonun insanlık dışı bir uygulama olduğunu haykıranların bizatihi kendileri, ülkemizde her türden inkâra dayalı asimilasyonu uygulamaktan geri durmadıklarını görmek mümkün. Aynı şekilde söz konusu olan İsrail tarafından öldürülen Filistinli çocuklar olunca haklı olarak isyan edenler, Kürt çocuklarının uğradıkları aynı akıbet karşısında susma yolunu seçmekte bir beis görmemektedirler.

1 Ekim 2009 tarihinde, Kürt kızı Ceylan Önkol Diyarbakır’da havan mermisinin hedefi haline geldiğinde 14 yaşındaydı. Ceylan için köye bir savcı bile gitmedi. Olay yerini ise imam kameraya çekti. Lice’de koyun otlatırken havan mermisi ile vurulan Ceylan Önkol’un ölüsüne de devlet sahip çıkmadı. Karakolun kapısında üstün körü yapılan otopsi ile ölümü kayıtlara geçmiş oldu.

28 Aralık 2011 tarihinde 35 Kürt kökenli vatandaşımızın ölümü ile sonuçlanan Uludere/Roboski katliamı ne ilk ne de son olacaktı. Dün şairin şiirsel anlatım ile “pasaporta ısınmamış” 33 Kürt kökenli vatandaşımız General Muğlalı’nın emri ile kurşuna dizilirken, aradan geçen yıllar hiçbir şeyi değiştirmemecesine, yoksul bırakılmış olmalarının bedelini kanları ödemek zorunda kalmışlardır. Dün Muğlalı yargılanmadı, Roboski katliamında da sorumlular yargılanmadan dosya kapatıldı. Devlet sadece yakınlarına para vermeyi uygun gördü. Nede olsa ölümlerine sebep olan yoksul oluşları değil miydi? Para ödeyerek devlet görevini ifa ederek ruhunu aklamış sayılmayacak mı? Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak hepimizin malumu olduğundan tekrarlamayacağım.

Ne Ruanda’da ki kız çocuğu bir daha” Tutsi olmayacağım” demiş olmasına karşın hayatta kalabildi, ne Ceylan Önkol, nede Roboski katliamında hayatlarını kayıp eden insanlarımız, ağabeyler, ablalar bir daha “Kürt olmayacağım” demiş olsaydı hayatta kalma şanslarını koruyor olabileceklerdi. Onların doğduğu coğrafya sahip oldukları etnik kimlik, ten renkleri, ya da cinsiyetleri suçlu olduklarının kanıtıydı. Suç cezasız kalamazdı. Katledilmelerinin sebebi daha doğdukları gün onlara iliştirilmiştir.

Hatırlatmakta yarar ver Michael Jackson yaşadığında olduğu gibi, bütün kurtulma çabalarına karşı öldüğünde siyahtı. Kudreti ve serveti onun beyazlaştıramadı.

Etnik kimlikleri insanlık tarihi ile ilintili olarak açıklamadıkça, bir etnik kimliği diğerinden daha üstün görmekten vazgeçmedikçe bu acıları yaşamaya devam edeceğiz. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum, Çingene bütün etnik kimlikler kendini insanlık tarihinin küçük bir bileşeni gördüğü oranda halklar kardeşleşeceklerdir.. Bu farklılığı insanlık tarihinin bir zenginliği olarak gördüğü ölçüde her birimiz daha insanlaşacağız. İnkâr, yok saymak, “ne mutlu benim üstün etnik kimliğime” demek savaşın derinleşmesinin yolunu açmaktadır. Unutmamak gerekir ki insanın kendi tercihleri ile övünmesi ne kadar anlamlı ise kendi tercihi ve iradesine rağmen edindiği sıfatla övünmesi o kadar abestir

Her bir ulusu kendi tarihini insanlık tarihi ile olan ilintisini kura bildiği ölçüde, bütün ulusların eşit olduğunun algısına varabilecektir.Toplumlar hamaset ve yalandan uzak resmi tarihler yazmaktan kurtulduğu oranda, ulus sorunsalını aşma evresine yaklaşmış olacaktır.

Hiç yorum yok: