19 Aralık 2012 Çarşamba

Demir Küçükaydın’ın Ulusçuluk Tezi Neyi Gizliyor?


Ferhan Umruk

Demir Küçükaydın son dönemde oluşturmuş olduğu ulus/ulusçuluk tezine dayanarak, tezini kabullendiğini açıklamayan fikir sahibi herkesi milliyetçi ilan ediyor. Aslında, bu tez ,kendince bu sonucu çıkarmasına elvermektedir. Diğer yandan teorik tezlerinin ancak, ne de olsa takipçisi olduğu Hikmet Kıvılcımlı’nın mütemadiyen şikayet ettiği gibi ‘susuş kumkumasına’ getirilmemesi için provokatif bir dille tartışılabileceğini düşünmekte ve bu tarzı karakter haline getirmektedir. Epey bir zamandır sürdürdüğü bu tarzın amacı hilafına sonuç verdiği aşikar, zira teziyle alakalı bir iki makale dışında herhangi bir tartışma atmosferi oluşamadı.




Peki, ben neden şimdi onun tezini eleştiren bu yazıyı kaleme alıyorum?. Onun tartışmaya davet eden tuzağına mı yakalandım? Cevabım evet bu tuzağa yakalandım. Neden mi? Şundan, Demir Küçükaydın milliyetçilik suçlamasını yaparken herkesten kastı kendi dışındaki bütün sosyalistlerdi, ama bir makalesinde hedefi daraltarak benim de yazarları arasında yer aldığım Köksüz sitesindeki kendinin dışındaki diğer yazarların da milliyetçi olduklarını ilan etti. Okuyalım:



”Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir.



Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden, okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı zamanda birer gerici ulusçudurlar.” (1) İşte onun bu ifadeleri tuzağının daraltılmış hedefinde yer alan öznelerden biri olduğum için konuyla ilgili fikrimi kaleme almayı kaçınılmazlaştırdı. Bir başka mesele de benim gibi Köksüz sitesi yazarı olan diğerlerinden de bugüne kadar herhangi bir ses çıktığını görememiş olmam. Yanılıyorsam düzeltilsin.



Demir Küçükaydın ulus ve ulusçuluk üzerine geliştirdiği tezin Marxizme bir katkı olduğunu düşünmektedir. ‘Ulus,kültür, din kavramlarında yapılan ilerlemeler ve bunların da birbiriyle, klasik Marksizmle ve daha sonraki katkılarla uyumlu olması sonucu, aslında meyve dalında çoktan olmuş, düşmek için küçük bir zeka esintisi bekler durumdaydı’ (2) Biz de onun ulus ve ulusçuluk teziyle alakalı görüşlerini Marksizmin Marksist Eleştirisi adlı çeşitli makalelerinden oluşan kitabından yola çıkarak eleştireceğiz.



İlk olarak şunu ifade etmek gereğini hissediyorum: Demir Küçükaydın ‘Katkı’ kavramını kendiliğinden ve bu kavramın muhtevasını aşan bir biçimde kullanmayı tercih ediyor. Buna bir örnek de e-kitap olarak düzenlediği Özgür Gündem’deki yazılarından oluşan derlemesine de ‘Marksist Demokrasi Teorisine Katkı’ adını vermesi. Bir eser üretenin katkı kavramını her ürününde kullanmayı itiyat haline getirmesi bu kavramın aşınmasını, değerini yitirmesine sebep olur. Diğer yandan Marksist teorinin gelişmesinde herhalde katkı olarak ilk akla gelenlerden biri Lenin’in ‘Emperyalizm Teorisi’dir, bir diğeri de Troçki’nin ‘Sürekli Devrim Teorisidir. Her ikisi de bu tezlerini geliştirdiklerinde kendileri tarafından Marksizme katkı ilanı söz konusu olmamıştır.



Bunun yanında Demir Küçükaydın yöntemsel olarak da sorunlu bir çizgi sürdürmektedir. milliyetçilik teziyle ilgili olarak bunun politik olarak muazzam sonuçlar getirdiğini ileri sürmekte, ancak güncel politikayla ilgili makaleleri kendi tezininin gerektirdiği yaklaşımla örtüşmemektedir. Bu tuhaflık ileri sürdüğü tezin iddiasıyla tezat teşkil ediyor. Marxistin dünyayı anlama ve kavrama çabasının dünyayı değiştirmek amacıyla ilgili olduğu Marx’ın 11. teziyle köşe taşı olmuştur. Demir Küçükaydın’da kuşkusuz bu doğrultuda tezini gün ışığına çıkarmak istiyor. Ancak bunu yaparken güncel somut politikayla ilgili düşünceleri ise kendi teziyle ilişkisini kesiyor, bu durumda tutarlılık sorunu ortaya çıkıyor. Örneğin UKKTH’nın dile, etnisiteye bağlı olduğundan dolayı yanlış bulurken, toprağa dayalı olarak her bölgede yaşayanların kaderini tayin hakkını kullanıp bağımsız olabileceğini söylüyor. Bu da sınırların olduğu bir dünyayı var ettiği için politik olarak çok da farklı bir sonuç üretmiyor. Böylesi bir kaygan zeminde Demir Küçükaydın’la tartışma yürütmenin de çetrefilli olacağı besbellidir. Zira daha sonra örnekleyeceğim gibi her sorunla alakalı olarak Demir Küçükaydın’ın cebinde kartları mevcuttur. Ancak bu kartlar onun ulus ve ulusçuluk teorisinin sonuçları olarak belli bir insicam içinde olmadıkları gibi birbirlerini dışlamaktadırlar da.



Millet ve Milliyetçilik Ya da Ulus ve Ulusçuluk



Millet ve ulus, milliyetçilik ve ulusçuluk anlamları aynı olan kelimelerdir. Millet ve milliyetçiliğin arapça kökenli olması siyaseten terminolojik farklılaşmanın sebebi olmuştur. Türkiye’de sağ siyasi akımlar millet ve milliyetçilik kelimelerini kullanmayı tercih ederken, sol siyasi akımlar ise ulus ve ulusçuluk kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir. Anlamları aynı olan kelimelere siyaseten farklı anlam yüklenmiş olması kuşkusuz formel bir değişikliğin dışında bir sonuç veremezdi. O zaman da siyaseten farklı terminolojiler kullanmanın siyasi olarak farklılığa yol açması da mümkün olamazdı. Türkiye’nin bugünkü durumu bu formel farklılığın nasıl kof bir farklılık olduğunu su yüzüne çıkardı. Türk egemen sınıflarının sağ ,sol veya ilerici gerici olarak adlandırılan geleneksel iki anadamarının da Kürtlerin hak talepleri karşısında milliyetçi ve ulusçu olarak nasıl bütünleştiklerini gördük, görüyoruz.



Türk Ulus Devletini inşası



Cumhuriyetin kurucu kadrolarının partisi olan CHP’nin 6 okundan birinin milliyetçilik olması Türkiye cumhuriyetinin etnik kimlik temelli inşasının nişanesidir. 1930′larda, Güneş Dil teorisiyle Türkçe’nin bütün dünya dillerinin menşei olduğu iddiasıyla oluşturulan tez, Türk Dil Cemiyeti ile başlayan öztürkçecilik akımı günümüze uzanan tarihsel sürecin anlatısıdır. Güneş Dil teorisiyle ulaşılan ifrat bir hilkat garibesi olarak cumhuriyet tarihine not olarak düşülmüş ama öztürkçeci gidişat da dile hakim olmuştur. Kemalist elit, dili öztürkçeleştirme konusunda kararlı ve israrlı olmuştur. Zira Osmanlı’dan miras kalan toplumsal yapı ulusal kimlikle değil varolan kozmopolit etnisitelerin kimliklerini dikey olarak kesen dinlerin belirleyici olduğu toplumsal yapıydı. Osmanlı toplumu etnik kimlikler temelinde değil dini kimlikler temelinde politik olarak şekillendi. Osmanlı hanedanı müslüman olduğundan islam dinine mensup olanlar etnik kimlikleri ne olursa olsun Millet i Hakime , yine etnik kimliği ne olursa olsun gayrimüslimlerse Milleti Mahkume olarak sınıflandırıldılar. Dolayısıyla bir millet kelimesi kullanılıyordu ama bu kelime bugün kullanılan anlamda ulus devlet sınırları içinde yaşayan toplumları değil, dini cemaatleri tanımlamak anlamında kullanılıyordu. Dünya kapitalizminin, imparatorlukları tasfiye ederek, siyasi sistemini ulus-devletler üzerine inşa ediş süreci, Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesini de bu çerçeveye sokar. Kemalist elit, ulus inşası projesinin yaratıcısı ve uygulayıcısı olmuştur. Resmi tarih bunun israrla üzerinde durur ve Türk ulusunun Kemalist kadrolar tarafından inşa edildiğini belirtir. Bu saptama doğrudur, cumhuriyet dönemi anadoluyu Türkleştirme dönemi olarak ele alınmalıdır. Zira bütün tarihsel belgeler, milli mücadele dönemi dahil öncesinde de Oamanlı imparatorluğu sınırları içindeki toplulukların hiçbirinin kimliğini etnik olarak değil, dinsel veya aşiret kimliği ile tanımladığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla ulusun toplum mühendislerince inşa edildiğini tespit eden teorinin en bariz örneklerinden biri de Türk ulusunun inşasıdır.



Kemalist cenahın temel tezi olan Türk uluslaşmasının mimarı Atatürk’tür anlayışı aynı zamanda lider mistfikasyonu yaratmanın da yöntemi olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu uluslaşma sürecinin bir nirengi noktası olmasına karşın uluslaşmanın başlangıcı değil devamıdır. Anadolu’da uluslaşmanın ilk basamağının Abdülhamit’le başlayan İttihat Terakki ile devam eden dinsel arındırma olduğu aşikardır. Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alaylarını devşiren Abdülhamit’in başlattığı Ermeni Kırımını İttihat Terakki 1915 soykırımı ile nihayetlendirmiştir. Milli mücadeleyi yürüten Kemalist kadrolar da Rumları anadolu’dan sürerek dinsel arındırmayı tamamlamış Anadolu’nun otantik gayrımüslim nüfusu yok edilmiştir.Dini kimlikli arındırmayı takiben 1925 Şark İslahat Planıyla birlikte Türk etnik kimliği doğrultusunda uluslaşma paradigması Kürtleri hedef alarak başlatılmış oldu. Böylelikle uluslaşmanın birinci basamağı olan Anadolu’nun müslümanlaşması tamamlandıktan sonra Anadolu’nun müslüman-Türkleştirilmesi başlamış oluyordu.



Osmanlı’da Abdülhamit’le başlayıp, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla devam eden Anadolu’nun dini ve etnik arındırma sürecinin iki temel özelliğinin altını çizmek gerekiyor. Bunlardan birincisi Türkiye siyasi tarihinin egemen sınıflarınca belirlenen iki siyasi anadamarı olan kaynağını Abdülhamit’ten alan geleneksel sağ siyaset de, İttihat-Terakki ve Kemalizm damarını sürdüren Kemalist sol! siyasi gelenek de Anadolu’nun dini ve etnik arındırılması sürecinde iştirak halinde olmuşlar, günümüzde de olduğu gibi birinin başlattığını diğeri sürdüregelmiştir. Egemen sınıfın kendi içindeki çıkar mücadelesinin siyasi gerginliklere ve hesaplaşmaya dönüştüğü en şiddetli anlarda bile dini ve etnik arındırma paradigması doğrultusundaki koalisyonlarını sürdürmeleri tarihi bir geçeklik olarak değerlendirilmelidir. Sürecin bir diğer temel özelliği de egemen sınıfların izledikleri bu politika toplumsal desteğe sahip olmuştur. Bu toplumsal destek, Osmanlı’nın fetih sürecinde yağma ve haraç ekonomisi üzerine kurduğu sistemle, müslüman tebaanın ekonomik ve moral üstünlüğe sahip olmasıyla sağlanmıştır. İmparatorluğun çöküş sürecindeyse toprak kayıpları karşısında Anadolu’ya sıkışan devlet bu defa bu topraklarda yaşayan gayrımüslimleri hedef alarak onların varlıklarının yağma edilmesinin yolunu açmıştır. Bu sayede politik ulus devletleşme planını yürütenler yağmadan payını alan toplumsal kesimin yani eşraf ve büyük toprak sahiplerinin desteklerini arkalarında bulmuşlardır.



Türkiye ulus devletini inşa eden ulusçu öncüler Renan’ın ifade ettiği üzere düşman yaratarak yola koyulmuşlar bunu birinci aşamada din ortaklığıyla gayrımüslimleri hedef alarak ve ekonomik temelini de gaspa dayandırarak maddi temel üzerinde hareket etmişlerdir. Bu önemlidir, herhangi bir maddi temele sahip olunmazsa durduk yerde ulus inşası mümkün olamaz.



Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş öncesi ve sonrası, ulusçuluk ve ulus devlet tartışmalarında Gellner, Benedict Anderson ve Eric Hobswan’ın ulusun toplumsal mühendislerce inşa edildiği tezinin tipik bir örneğini teşkil eder. Bu örnek maddi temele de sahip olduğu için başarılı olmuştur.Bu bakımdan da Türkiye tarihine yabancı olmayan herkes bu tezin de yabancısı değildir.



Tekraren ve Kıyasla



Sorun, Demir Küçükaydın’ın yaptığı gibi,ulus ve ulusçuluğun toplumsal mühendislerce inşa edildiğini belirten bu tezi kanırtıp politikanın temel ekseni haline dönüştürmek, elinde çekiç olanın her sorunu bir çividen ibaret olarak algılaması gibi onun da dünyayı yalnızca bu pencereden değerlendirmesidir.



Demir Küçükaydın’ın ulus ve ulusçuluk teziyle ilgili olarak kitabında ve çeşitli makalelerinde sürekli tekrarladığı adeta nakarat benzeri söylemi şudur: ”Milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğu bilinirse, milliyetçilik ve milletler olamaz; milliyetçilik ve milletler varsa, milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu bilinmemektedir.”(3) Bu tezin üzerinde ne kadar durduğunu anlatabilmek için bu düşüncesini yine aynı sayfada başka kelimelerle ifade ettiğini belirtelim ki durum anlaşılsın, şöyle diyor: ”İnsanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilirse, ulus ve ulusçuluk varolamaz; ulus ve ulusçuluk var ise insanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyordur.”(4) Antik çağ bakımından insanın düşünme metodu geliştirmesine kıyas yöntemiyle açılım getiren Aristo’nun yöntemine benzemektedir Demir Küçükaydın’ın önermesi. Yalnız bu bilinirse, bilinmezse kıyası aslında bir çok şeye uygulanabilir, uygulandığında da görülecektir ki sonuç hakikat değil temenniden ibarettir. Mesela Demir Küçükaydın’ın izlediği kıyas yöntemiyle şöyle bir tez oluşturulabilir: Kapitalistin ve kapitalizmin ne olduğu bilinse, kapitalist ve kapitalizm varolamaz; kapitalizm ve kapitalist var ise kapitalizm ve kapitalistin ne olduğu bilinmiyordur” Tabii ki böylesi kıyas metoduna dayalı bir tez de hakikati değil sadece bir temenniyi ifade eder. Zira insanlık kapitalistin sömürücü, kapitalizmin sömürü düzeni olduğunu yeterince duyuyor ve bu anlamda da bildiği halde onu yok edebilmiş değildir. Bunun tek sebebinin bilmek veya bilmemekten kaynaklanmadığı aşikardır. Konu dışında olduğundan sadece şunu söylemek yeterlidir: Kapitalistin ve kapitalizmin bugün hala varlığını sürdürebilmesi sınıf mücadelesi tarihinin nesnel ve öznel koşulları ile alakalıdır.



Yukarda Türk ulusunun, ulusçular(Kemalistler) tarafından inşa edilmesi gerçeği, Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’ kitabında örneklediği bir çok ulus devletin bizzat ulusçular tarafından inşa edilmesinin benzeridir. Kuşkusuz her ulus devlet farklı faktörlerle bu yola girmiş ve şekillenmiştir. Burada işaret edilmesi gereken, ulus devleti inşa eden ulusçuların tarihsel olarak olmayanı oldurduklarının bilincinde olmaları halidir. Bu bakımdan, Türk ulusunun inşa edilmesi sürecinde de, ulusçuların ulusu inşa mükellefiyeti ruh haliyle hareket ettiklerini anlamak gerekiyor. Bu konuda daha da derinleşmek isteyenlerin Kemalist ideolog olarak tanımlayacağımız Doğan Avcıoğlu’nun ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ kitabından faydalanabilirler.



D. Küçükaydın Kimi Eleştiriyor Marksistleri mi Vulgar Marksistleri mi?



Demir Küçükaydın millet ve milliyetçilik önermesinin ardından ulusun ne olduğu sorusuna cevap ararken Marksizmin konuyla ilgil yanlışını tespit etmeye yöneliyor. Ancak çoğu zaman olduğu gibi düşüncelerini belirtirken rezervleri yerleştirerek konumunu tahkim etmeyi de ihmal etmiyor. Burada biraz uzun alıntılara ihtiyaç olacak. Okuyucu Demir Küçükaydın’ın doğrudan Marksizme yönelik eleştiri mi, yoksa vulgar Marxizme yönelik bir eleştiri mi yaptığının sis bulutu içinde kalacak. ”Yani bilinç ve kabul ile bir sınıftan olup olmama arasında bir ilişki yoktur. Bilinç varsa ve gerlirse, bu, o sınıftan olup olmamayı etkilemez. O halde insanların kabullerinden ve bilinçlerinden bağımsız olarak varolan bir kümedir, bir’topluluktur’ sınıflar. Ulus ise böyle değildir. Bir ulusu oluşturan insanlar o ulustan olmadıklarını düşünseler veya karar değiştirseler o ulus varolmaya devanm edebilir mi? Edemez, yok olur. Ya da tersine, insanlar şu ya da bu ulustan olduklarını kabul ederlerse o ulus ortaya çıkar. Uluslar aslında şu veya bu şekilde insanların kendilerini bir ulustan kabul etmeleriyle oluşurlar…. Ama bu sonuç vulgar(bayağı) Marksistlerin kabul edebileceği bir sonuç değildir. Marksizm demiyor muydu, varlık düşünceden önce gelir, düşünce varlıktan önce değil. Marks bu önermeyle kafası üzerinde duran diyalektiği ayakları üzerine dikmemiş miydi?”(5)Demir Küçükaydın yukarda alıntılanan görüşlerinde düşüncenin varlığı belirlediği kanıtını zikrederek Marksistlerin değil vulgar(bayağı) Marksistlerin, ulusçuluğun ulustan önce geldiği savını kabul edemeyeceklerini söylediğine göre vulgar olmayan marksistlerin bu savı değerlendireceklerini kabul etmiş oluyor. Peki vulgar olmayan Marksistler düşüncenin varlığı belirlediği tezini bu şekliyle kabul ederler mi? Elbetteki etmemeleri gerekir. Burada herhalde Demir Küçükaydın’ın ima ettiğini düşünmemiz gereken şey; Düşünce ile varlığın birbiriyle etkileşim içinde olduğu nihai durumda varlığın düşünceyi belirlediği biçimindeki Marksist görüştür. Fakat durumun böyle olması ihtimalini dışlayan satırlar birbirini takip etmektedir. Demir Küçükaydın’a göre ‘Aslında Marks-Engels dahil bütün Marksistlerin ulus tanımlamalarının temel metodolojik yanılgısı buydu. Onlar ulusları, tıpkı sınıflar gibi insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız olarak varolan, varoluşun bilinçten önce geldiği bir grup içnde ele almışlardı”(6) Bu satırlarla birlikte artık vulgar Marksistleri de aşan bütün Marksistleri içine alan bir eleştiriyle karşılaşmış olduğumuz anlaşılmıyor mu? Doğrusu buradan bir tutamak noktası bulduğumuz konusunda endişeli olmamak için hiçbir neden gözükmemektedir. Zira Demir Küçükaydın’ın kaleme aldığı satırların labirenti her an bizi bir çıkmazla karşı karşıya bırakabilir. Birazdan neden böyle söylediğimi yine bir alıntıyla izah edeceğim. Ama önce Marks Engels dahil olmak üzere bütün Marksistleri maharetle bir çuvalın içine sokan Demir Küçükaydın’ın aslında bildiği gibi Ne Marks’ın ne de Engels’in ulus meselesi üzerine bütünsel bir görüşü yoktur. Dolayısıyla Marks ve Engels bu türden bir eleştirinin muhatabı değildirler. Onlar sadece uılus meselesi değil bugün önümüzde devasa sorunlar olarak belirmiş olan ekoloji, kadın sorunu meseleleri üzerine de görüş geliştirmemişlerdir. Onların insanlığın tarihsel bilgi birikimi üzerinden kapitalizmin işleyiş yasalarını su yüzüne çıkarak yaptıkları katkı ve diyalektk materyalist dünya görüşüne kazandırdıkları boyut değişim ve gelişimin kapılarını açmıştır. Bu bakımdan Demir Küçükaydın’ın Marks ve Engels için yönelttiği eleştiri eksikliği ifade ediyorsa bu da yersizdir.



Gelelim Demir Küçükaydın’ın eleştiri serüveninin kitabının içinde yer alan toplam 2 sayfalık satırlarında birbirini izleyen inişli çıkışlı gidişatına. Önceki satırlarda ulusçuluğun ulusları, düşüncenin varlığı belirlediği teziyle Marks Engels dahil bütün Marksistleri dize getiren Demir Küçükaydın bu defa başka bir şey ifade etmekte; ”Aslında bayağı olmayan Marksizm için ulusçuluğun uluslardan önce geldiği önermesinde hiçbir sorun bulunmamaktadır. Maddi üretim koşullarındaki değişmelerin, insanların düşüncesinde bir ulusçuluğun oluşmasına ve bu ulusçuluğunda toplumsal yaşam üzerinde karşı etkide bulunmasına Marksist diyalektik kapalı olmadığı gibi, diyalektik tam da bu karşılıklı etkinin incelenmesini gerektirirdi.”(7)Böylelikle bir daha bütün Marksistlerin Demir Küçükaydın tarafından eleştiri odağı olmasından sonra odak daraltılıyor ve vulgar Marksistler hedef alınıyor. Bu son söylediklerini onaylamamak mümkün değil. Bu satırlar tam da diyalektik materyalist düşüncenin özünü ortaya kouyor. Ancak sorun düşünce akışındaki eklektik sıçramaların yarattığı kaostur. Bir tezin ortaya konuş tarzının muhtelif rezervlere dayanarak ilerlemesi onun insicamını ortadan kaldırır ve de kendi iddiasının sönümlenmesine neden olur. Demir Küçükaydın’ın başına gelen de tam budur.



Ulus ve Kapitalizm Bütündür



Artık şunu söyleyebiliriz. Ulusun ulusçular tarafından inşa edildiğinin tespit edilmiş olması, ulusun inşasının maddi temelinin de oluştuğunun altının çizilmesini gerektirir. İmmanuel Wallerstein deyişiyle ulus devlet dünya kapitalist sisteminin siyasal yapılanmasının temelini oluşturur. Kapitalizmin hegemon sistem haline dönüşmesi, aynı zamanda imparatorlukların çözülerek ulus devletlerin kuruluş sürecidir. Zaten, İngiliz imparatorluğu gerilerken ABD’nin dünya kapitalizminin hegemon gücüne yükselmesine eş olarak Wilson’un ulusların kendi kaderini tayin hakkını ilan edip ABD siyasetinin merkezi ekseni haline getirmesi yaterince açıklayıcı değil midir?



Demek ki Demir Küçüjkaydın’ın sözünü etmediği, muhtelif rezervleri ihmal etmeyerek, tezinin ana eksenini oluşturan ulusun ulusçular tarafından inşa edilmesinin maddi temeli kapitalizmdir. Kapitalizmin dünya sistemi olarak hiyerarşik ulus devlet sistemi biçiminde örgütlenişinin onun ekonomik sistemi ile örtüştüğü aşikardır. Büyük kapitalist metropollerden küçük bağımlı ekonomilere, büyük devletlerden küçük devletlere uzayan piramit biçiminde hiyerarşik bir düzen böyle kurulmuştur.



Dünyadaki halihazırdaki ulus devletlere baktığımızda her birinin kuruluş hikayesi farklıdır. Kimi ortak dile ,kimi ortak etnisiteye, kimi ortak tarihe, kimi ortak dine, kimi ortak kültüre, kimi hepsine veya bir kaçınadayandıkları iddiasıyla veya kimi bunların hiçbirine dayanmadan kurulmuştur. Ama ulus devletlerin hepsinin ortak paydaları bir toprak parçası üzerinde kendini öteki ulus devletlerden ayıran devlet sınırlarına sahipolmalarıdır. Şimdi altını çizelim, hangi sebepe dayanarak ulusçular tarafından kurulmuş olursa olsun bulunduğu toprağa sınrları çizerek bayrağını diken her ulus devlet milliyetçilik rekabetinde farklı yöntemlerle de olsa bir diğerinden farklı değildir. Etnik kimliğe, dine, ortak kültüre vs. dayanmayan ABD ulus devleti de, etnik kimliğe dayanan Türkiye ulus devleti de, dini kimliğe dayana İran ulus devleti de, milliyetçilikte birbirlerinden aşağıda kalmazlar. Bu durum toprak ve sınırların temel parametre olduğunu göstermektedir.



Ulus Tanımlarına Bakınca



Şimdi Demir Küçükaydın’ın ulus ve ulusçuluk tezinin ulaştığı noktaya gelelim. O, Ernst Gellner’in ”Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmasını öngören temel ilkedir” (8) tanımlamasını tezinin kalkış noktası olarak değerlendirmekte ve politik sonuçlara yönelmektedir.Ulusçuların ulus tanımlarından hareketle ulusun ne olduğunu anlamaya çalıştıkları gibi Marksistlerin de aynı yöntemle ulusu tanımladıklarını ileri sürerek onların da ulusçu olduklarını ifade etmektedir. Marksistler denilerek işaret edilenlerin ulus ve ulusçuluk üzerine öznel çalışma yapanlardan biri Otto Bauer’dir, bir diğeri de Stalin’dir. Otto Bauer ulusu ”Ortak bir kader ve ortak bir karakterle birbirine bağlanmış insanlar grubudur” Stalin’in ise ulusu ”tarihsel olarak ortak dil,toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür” tanımlamışlardır. Bu iki tanımın da dünyadaki ulus devletlerin tamamını tarif edebilecek bir niteliğe sahip olmadığını söylemek gerekir. Bu tanımlar örneğin ne Birinci Dünya Savaşın’dan sonra İtilaf Devletlerinin Ortadoğu’da cetvelle çizilerek meydana getirdiği ulus devletleri izah edebilir, ne de latin Amerika’da sömürgelikten ulus devlete ulaşan süreci izah edebilir. Kuşkusuz Stalin’in şematik tanımının prokrustes yatağını çağrıştıran mengenesine karşın Otto Bauer’in tanımı bir ölçüde kapsayıcıdır.



Stalin’in ulus tanımının dünya sosyalist hareketi üzerinde ağır bir etki yarattığı aşikardır. Lenin’in ölümünün ardından iktidarı ele geçiren Stalin’in Marksist dünya görüşünü Demir Küçükaydın’ın deyimiyle yalnızca ulus meselesinde değil, bütünsel olarak vulgarlaştirdiğını tespit etmeden bu çıkmazı aşmak mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla yalnızca ulus meselesi değil, bütünsel olarak 20. yüzyıl sosyalist hareketine damagasını vuran Stalinizmin ideolojik politik, teorik deformasyonuyla hesaplaşmak gerekmektedir.



Unutmamak gerekir ki, Stalin’in ulus üzerindeki çalışmasını destekleyen Lenin bu çalışmanın sonuçlanmasından sonra Stalin’in bu görüşünü hiçbir yerde referans olarak almamış söz konusu da etmemiştir.



Demir Küçükaydın meselenin bu tarafını giderek küçümsemekte, bütünsel olandan değil, parçadan hareketle sosyalizmin dünyada yaşadığı gerilemeyi ulus ve ulusçuluk anlayışındaki yanlışa bağlamaktadır. Buradan hareketle de tezinin sonuçları olan ulus ve ulusçuluğa karşı mücadeleyi stratejik hat haline getirmektedir.Esasında hiçbir Marksist’in ulus ve ulusçuluğu savunmaması gerekir . Zira Marks’ın Komünist Manifesto’daki çağrısı olan ‘Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz.’(9) ulus ve ulusçuluğu aşan evrensel bir çağrı niteliğini taşır.



Sosyalizm Evrenseldir



Yine Komünist Manifesto’da Marks-Engels’in şu ifadeleri ulus ve ulusçuluğu aşmanın işçi sınıfının mücadelesinin temeli olduğunu göstermektedir.”İşçilerin vatanı yoktur ki. Kendilerinde olmayan bir şey de ellerinden alınamaz. Her ülkenin proletaryası, her şeyden önce, politik iktidarı ele geçirmek, kendisini ulusun yöneticisi sınıfı durumuna yükseltmek, kendisi bizzat ulus olmak zorunda olduğuna göre, proletarya esasen millidir; ama sözcüğün burjuva anlamında değil..



Ulusal ayrılıklar ve halklar arasındaki düşmanlıklar, burjuvazinin gelişmesinden, ticaret özgürlüğünden, dünya pazarından, üretim biçimindeki ve ona karşılık düşen yaşam koşullarındaki tek biçimlilikten ötürü, günden güne ve gitgide daha çok kaybolmaktadır.



Proletaryanın egemenliği, bunları daha da çabuk yok edecektir. Hiç değilse, bellibaşlı uygar ülkelerin birlikte hareketi, proletaryanın kurtuluşu için gerekli ilk koşullardan biridir.



İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı oranda, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesi de ortadan kaldırılmış olacaktır. Ulusun kendi bünyesinde ki sınıflar arasında düşmanlık ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da ortadan kalkacaktır.”(10)Manifesto’dan aldığımız bu bölüm, Birkaç şeye işaret etmektedir. Birincisi işçilerin vatanı olmadığına ilişkin tespittir. Ancak işçilerin vatanı değil, dünyayı eksen almalarının verili olan ulus devlet yapıları içinde hareket etmeleri zorunluluğunu dikkate almayı da gerektirmektedir. Başka bir vurgu da daha sonra temas edeceğimiz ‘Tek ülkede Sosyalizm’i dışlayan hiç değilse bellibaşlı uygar ülkelerin birlikte hareketinin gereğinden bahsedilmesidir.



Manifesto’da öngörülen burjuvazinin gelişerek, ticaret özgürlüğünün artışı açıkça ifade edersek kapitalizmin Uluslar arası nitelik kazanmasının ulusal ayrılıkları halklar arasındaki düşmanlıkların giderek yok olacağı düşüncesi gerçekleşmemiştir. Bu bakımdan bir yanılgı söz konusudur. Aksine burjuvazilerin kendi devletlerinin askeri-politik gücüne dayanarak dünya pazarında çıkar sağlamanın bir aracı olarak, ulus devlet sistemin korudukları ortadadır. Ancak bu yanılgı tartıştığımız konunun dışındadır. Onların bu yanılgısı esas olarak sınıfların ortadan kalktığı bir dünyanın onların hedefi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamakta, aksine tasavvur ettikleri dunyanın sınıfların ortadan kalktığı tabii ki devletin sönümlendiği dolayısıyla ulusun politik alanın dışına çıktığı insanlığın kurtuluşunu işaret etmektedir.



Bu tartışmalarda ulusun ulusçular tarafından inşa edilmiş olması, hayali cemaat olması, toplum mühendisleri tarafından yaratılması tespitleri kuşkusuz doğrudur, ama ulusun ve ulus devletin gerçek bir vaka olmadıkları anlamına gelmez.Bu bakımdan ulus devlet insanlığın geleceği bakımından aşılması gereken bir siyasi yapı-sistem olarak somut bir varlıktır. Nasıl sınıflı toplumların kapitalizm aşamasına kadar din devletleri olarak örgütlenmelerinde o dinler yine kurucu insanlar (peygamberler) tarafından inşa edilip somut bir varlık olmuşlarsa, ulus devletlerde inşa olunup somut bir varlık olmuşlardır. Bu gerçeği ifade ederek, ezelden beri ulusun olduğunu iddia eden ırkçı-milliyetçi gericiliğin teşhir edilmesi kuşkusuz önemlidir. Ancak bu gerçeğin ifşa edilmiş olması, varolanın aniden ortadan kalkması sonucunu veremez. Zira sınıflı toplumun varlığı sürdüğü sürece devletin varlığı da egemenlerce sürdürülecek ve sınırların olduğu dünya sisteminde o topraklarda yaşayanlar, ister ulus olarak adlandırılsın, ister başka bir kavramla ifade edilsin, o toprağın savunusunu yapacaklar ekonomik kaynakları üzerinde egemenliklerini diğer devletlere karşı koruma güdüsüyle hareket edeceklerdir.



Bu durumun Demir Küçükaydın’ın kategorize ettiği gibi etnik kimliğe dayalı gerici ulus devlet olarak veya toprağa dayalı etnik, dini ulus kimliklerini dışlayan yurttaşlık esasına dayalı demokratik ulus devletler bakımından, farklı sonuç vermeyeceği tarihsel gerçeklerle ortaya çıkmıştır.Demir Küçükaydın’ın çokça örnek verdiği etnik ve dini kimliğe dayanmayan toprağa ve yurttaşlığa dayalı demokratik ulus devlet olarak ABD özellikle 11 Eylül konjoktüründe bariz biçimde su yüzüne çıktığı gibi milliyetçilik histerisinin en büyük gösterilerine sahne olmuştur. ABD’nin yayılmacılığını, milli çıkarlarını bütün dünyaya kabul ettirmek için yaptığı askeri-politik saldırganlığın milliyetçilikle alakalarını da burada not edelim.



Etnik Kimliği Dışlayan Ulusçuluk



Burada çok etnik kimlikli olan ve hakim etnik kimlik üzerine inşa edilmiş ulus devletin içe dönük olarak anti demokratik ve diğer etnik kimlikleri ezen bir yapıya sahip olduğu aşikardır. Bu bakımdan ulus devletin etnik kimlikle tanımlanmayarak toprağa ve yurttaşlık ilkesine göre tanımlanması içe dönük olarak bu yönüyle demokratik bir nitelik taşır. Bu konu yakın tarihten beri dünyanın gündemine gelmiş tartışılmakta ve bu doğrultuda adımlar atılmaktadır. Örneğin Almanya vatandaşlığa kabulü Alman etnik kimliğine sahip olma şartına bağlarken, bu şartı kaldırmıştır. Yine çok kültürlülük tartışması bu düzlemde yürümektedir. Türkiye’de liberallerin etnik kimliğe dayalı ulus devlet olan Türkiye’nin etnik kimliği dışlayarak anayasal vatandaşlık önerileri yakın tarihin aktüel koınusudur.



Esasında ulus devlet yapısı üzerine tartışmanın yoğunlaşması SSCB’nin 1991′de yıkılmasının ardından bütün Avrupayı ve Kafkasları saran milliyetçi etnik iç savaşların kanlı hesaplaşmalara dönüşmesi sonucunda olmuştur. Ancak bu konu sanıldığı ve takdim edildiği gibi yeni zuhur etmiş bir mesele değildir. Kendi tarihimizden Meşrutiyet Meclislerindeki tartışmalarda bu meselenin bugün olduğu gibi dün de tartışıldığını görebiliriz.



Konunun sanıldığı ve takdim edildiği gibi yeni olmadığının görülmesi bakımından verilecek şu tek örnek bile yeterlidir. 1917 Ekim devrimiyle birlikte önce Rusya Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. İç savaş sürecinde kurulan Ukrayna, Beyaz Rusya, Trans-Kafkasya Sovyet Cumhuriyetlerinin durumu ile ilgili olarak Stalin başkanlğındaki komisyon tarafından bu cumhuriyetlerin özerk birimler olarak Rusya Sovyet Cumhuriyetine katılmaları doğrultusunda karar taslağı hazırlandı. Lenin bu karara şiddetle karşı çıktı ve Rusya Sovyet Cumhuriyeti dahil bütün Sovyet Cumhuriyetlerinin bir sovyet Cumhuriyetleri Birliği içersinde birleşmeleriniönerdi. Lenin karar gerekçesi için şunları söylüyordu. ”Biz Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti ve diğerleri ile eşit olduğumuzu kabul ediyoruz ve onlarla birlikte yeni bir birliğe yeni federasyona katılacağız”(11) Lenin’in burada Ekim Devrimi ile kurulan devletin herhangi bir etnik kimliğe sahip olmaması gerektiği konusundaki hassasiyeti geçmişten geleceğe bir tını olmalı mutlaka da hatırlanmalıdır.



Demir Küçükaydın ulus ve ulusçuluk meselesinin proletarya diktatörlüğü ile ilişkisini değerlendirirken. İşçi sınıfının sınıfsız topluma giderken burjuva devletişni kullanamayacağını Marks’ın Paris Komünü tezlerinden kalkarak doğru bir biçimde tespit etmektedir. Sınıfsiz topluma gidiş sürecinde burjuva devletin parçalanarak proleter devletin inşası gereğini işaret ederken şunları söylüyor:’‘ Böylece proletarya diktatörlüğü denen ‘şey’in, neyin karşısında diktatörlük olacağı da somutluk kazanmaktadır. Proletarya diktatörlüğü: Politik olanın, yani devletin ulusal olanla, ulusal birimle tanımlanmasına karşı bir diktatörlük olmak zorundadır ve onun gerçek anlamı budur.”(12)Eğer burada kastedilen proletarya diktatörlüğü kavramı bütün yeryüzünü kapsayan bir ‘Dünya proletarya diktatörlüğü’ değilse bu öngörü tartışmaya açıktır. Kuşkusuz sınıfsız topluma giden yol ‘Dünya Devrimi’ olarak ifade edilir. Bu kavramın sol muhalefet ve Troçki’ye karşı bizzat Stalin tarafından tahrif edilerek anti propagandasının dünyanın bütün ülkelerinde bir anda yapılacak devrim hayali şeklinde karikatürize edilerek sunulduğu biliniyor. Stalinizmin etkisi altnda olan sosyalistlerin büyük bölümü de bunu bu şekilde algılayarak müstehzi akıldaneliklere sürüklenmiştir. Ancak bu görüşün ne Marks’ta, ne Lenin’de ne Troçki’de böyle olmadığı bunun anlamının bir veya bir kaç ülkede başlayan devrimin başat hedefinin insanlığın kurtuluşu doğrultusunda dünyanın bütününe yayılmasıdır. Bu bakımdan, proletarya diktatörlüğünü devrimle inşa etmiş olan ülkeler devlet sınırlarına sahip olmuşlardır sürecin bu biçiminde de olmaya devam ederler. Bu önemlidir, zira Dünyanın bir çok devletten oluştuğu sınırların varolduğu düşünüldüğünde proletarya diktatörlüğü kurulmuş devletler de sınırlara sahip ve bu sınırlar içinde yer alan nüfusu barıdıracaklardır. Demir Küçükaydın’ın proletarya diktatörlüğünü, devletin ulusal birimle tanımlanmasına karşı bir diktatörlük olma zorunluluğunu belirlemesi mutasavver toplum için geçerlidir, ama bu şartlardaki proletarya diktatörlüğü için uygulanabilir olamayacaktır. Sınıfsız topluma giden süreç sınırların ortadan kalktığı bir dünya sosyalist cumhuriyetine ulaşamamışsa dünya burjuva devletlerle, proleter devletlerin birarada olduğu bir yapıda ise, devlet çıkarları dinamiği her devletin toplumunu da, onun arkasında konsolide etmeye müsaittir. Burada önemli olan, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde sınıf çıkarlarının ne anlama geldiğidir. Sınıf çıkarının anlamı; işçi sınıfının tüm topluma önderlik ederek sömürü, baskı, ve her türlü ezilme biçiminin ortadan kalkacağı insanlığın özgürlüğünü hedefleyen misyonu üstlenmesidir. Demir Küçükaydın belki, ulus ve ulusçuluk meselesiyle ilgili tezini bir anahtar sorun olarak ele aldığından olsa gerek, sınıf mücadelesi, mülkiyetin özel biçiminin yarattığı sömürü sistemi ile ilgili kavramları ve onların dominant karakterlerini anlatımı içinde, ciddi olarak esirgemekte adeta tali mesele haline dönüştürmektedir.



Sınırlar Ortadan Kalkmadıkça



Devletlerin varolduğu bir dünya sınırların da varolduğu, devlet ve buna bağlı toplumların çıkarlarının da varolduğu bir dünyadır. Bu bakımdan devletler ve toplumlar olduğu sürece o toplumlar hangi kavramla tanımlanırsa tanımlansın ulus, cemaat, din vs o devletin toplumları olarak çıkar çekişmesinin öznesi olma potansiyelini taşırlar. Eğer Demir Küçükaydın proletarya diktatörlüğünün amacının dünya devrimi olduğunu tüm insanlığın kurtuluşunu hedeflediğini devrimi başaran toplumların stratejik amaçlarını böyle tespit ederek ilerlemeleri gerektiğini söyleseydi bu anlaşılır olurdu. Ama o bunu yapmıyor devletin dolayısıyla da devletlerin varolduğu bir zamanı içeren süreçte formel bir öneriyle proletarya diktatörlüğünde politik olanın ulusal birimle çakışması yok edildiğinde sorunun çözüleceğini vazediyor. Eğer şu saptamayı yapsaydı doğru olurdu: Devrimi başaran proletarya, politik olanı yani devleti, Lenin’in müdahalesiyle olduğu gibi, herhangi bir etnik kimlikle tanımlanmayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği devleti olarak adlandırmalı ve kendinin insanlığı kurtaracak dünya devriminin bir basamağı olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.



Devletin, devletlerin ortadan kalkmadığı bir dünyanın halklararası çekişmelere nihayet vermeyeceği gerçeği dikkate alındığında bu konuyla alakalı Michael Löwy’nin şu sözleri ufuk açıcıdır:” Materyalizme göre ulus devlet, ebedi bir kategori, ‘insan doğası’nın yahut herhangi bir biyolojik yasanın ürünü değildir…. Yapılanmış (veya kurumsallaşmış) bir örgütlenme biçiminin tüm insan toplumlarının evrensel bir ihtiyacıdır. Bu örgütlenme ulusal biçimler alabileceği gibi ulus-altı (klan, kabile) yahut ıulus-üstü (dinsel uygarlıklar) biçimlerde alabilir…. O halde, gelecekte insan toplumunun yeni bir ulus-üstü örgütlenmesinin, insanlığı ekonomik ve siyasal olarak birleştirirken ulusu temel olarak kültürel boyutuna indirgeyen bir dünya sosyalist cumhuriyetinin olabilirliğini a-priori olarak reddetmek için bir sebep yoktur. ”(13)



Demir Küçükaydın’ın ulusçuluğun aşılması doğrultusunda geliştirdiği tezin amacı itibarıyla olumlu olduğunu söylemek gerekiyor. Konunun bu yanı itibarıyla farklı bir kulvar söz konusu değil. Ancak Demir Küçükaydın Marksizme mündemiç olan enternasyonalizmin niteliksel özgünlüğünü küçümsüyor. Zaten enternasyonalizmin ulusları veri olarak aldığı için ulusçu olduğunu iddia ediyor. Onun bu görüşü ifade ediş tarzı mugalataya dönüşüyor.Uluslararası sosyalist hareketin tarihi içerisinde iki önemli eşikte ulusçu yönelimin yarattığı tahribata karşı devrimci Marksizmin verdiği mücadelenin anlamı onun satırlarında sisler içerisine gömülüyoır.



Sosyalist Hareketin Tarihinde İki Eşik



Sosyalist hareket içerisinde ulusçu tahribatin yarattığı birinci eşik 1. Dünya savaşı başlayınca II. Enternasyonal partileri olan sosyal demokrat partilerin kendi hükümetleri yanında ‘Anavatan Savunması’ anlayışıyla savaşa oyvermeleri oldu. 4. Ağustos 1914′te II. Enternasyonalin en büyük ve güçlü partisi Alman Sosyal Demokrat Partisi Parlamentoda yapılan oylamada 14′e karşı 78 oyla savaşta Almanya’nın desteklenmesi kararını verdi. Avrupada’ki diğer II. Enternasyonal partileri de bunu takiben savaşta kendi hükümetlerini destekleme doğreultusunda karar aldılar. II. Enternasyonalin içerisinda yalnızca Rus Sosyal demokrat İşçi partisi , Bulgar Dar Sosyalistleri, Sırp Sosyal Demokratları savaş karşıtı tutum aldılar.Savaşın başlamasına kadar, savaş karşıtlığı ve kendi hükümetlerine karşı mücadelenin yapılması şeklinde enternasyonalizm doğrultusunda kararlar almış bulunan II.Enternasyonal savaş başlayınca çözüldü. Savaşı reddeden üç parti dışında milliyetçi-şovenist bir tutuma doğru hızla sürüklendiler Rosa Luksemburg’un şovenizme savrulanların davranışını özetleyen, yerinde saptaması şöyleydi ”Bütün ülkelerin işçileri, barışta Birleşin, savaşta ise birbirinizi boğazlayın”



Marksizmin, Almanya’da Kautsky, Rusya’da Plekhanov gibi teorik prestije sahip olanlar da dahil olmak üzere II. Enternasyonalde etkin olmasına karşı Bolşevik Partisinin şovenizme sürüklenişe karşı direnci milliyetçilikle savaşta bir köşe taşıdır. Lenin’in Marksizmin entenasyonalist özüne karşı yapılan bu saldırıya verdiği cevap; işçilerin kendi hükümetlerine karşı silahını doğrultarak iç savaşın başlatılmasıdır. II. Enternasyonal’de baş gösteren milliyetçiliğin ‘Anavatan Savunması’ şiarına karşı, yenilgici tutumla Rusya’da Çarlık otokrasisine karşı savaşın başlatılmasıdır. Lenin sorunu şöyle açıklıyordu ” Bugünkü savaşta, gerek “kendi” hükümetinin zaferini savunmak, gerek “ne zafer, ne yenilgi” sloganını savunmak, sosyal-şovenizm görüşünden kaynaklanır. Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıkları ile onu devirme olanaklarının arttığını görmemezlik de edemez. Hükümetlerin başlattığı bir savaşın ancak hükümetler arasında bir savaş olarak biteceğine inanan ve bunun böyle olmasını isteyen bir burjuva, bütün hasım ülkelerin sosyalistlerinin, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemelerini ve bunu söylemelerini “gülünç” ve “saçma ” bulur. Tersine, bu tür bir söz, sınıf bilincine varmış her işçinin beslediği düşünceyi doğrular, ve bizim, bu emperyalist savaşı bir iç savaş durumuna çevirme çabalarımız ile aynı doğrultuda olur.

İngiliz, Alman ve Rus sosyalistlerinin bir bölümünün yürüttüğü ciddi savaş aleyhtarı propaganda, kuşku yok ki, bu hükümetlerin “askeri gücünü zayıflatmıştır” ve bu eylem, sosyalistlerin lehine bir nottur. Sosyalistler, yığınlara, kurtulmaları için tek çıkar yolun “kendi” hükümetlerini devirmek olduğunu, ve bu amaçla, hükümetlerinin bu savaşta içine düştükleri güçlüklerden yararlanmaları gerektiğini anlatmalıdırlar” (14) Bu birinci eşikte sosyalizmin içerisinde baş gösteren milliyetçilik dalgasına karşı enternasyonalist düşüncenin başını çeken Bolşevikler bu saldırıyı püskürterek Rusya’da işçi sınıfının iktidarı gerçekleştiren Ekim Devrimi’nin yolunu açmışlardır. Uluslararası sosyalist hareketin tarihi bakımından, savaşa karşı sosyalistlerin ulus devletin çıkarını değil, dünya devriminin çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin muazzam bir örneğidir. Demir Küçükaydın sosyalist hareketin milliyetçiliğe karşı vermiş olduğu bu ödünsüz savaşın elbette farkındadır. Bazı makalelerinde bu tutumun önemine değinir. Ama bu gerçek onun tezinin hikayesinin fonunda yer almaktan öte bir niteliğe sahip değildir.



Marksizmin ulusçuluk dalgasına karşı verdiği savaşın ikinci eşiği Lenin’in ölümünden sonra 1924 yıl sonları ve 1925 başlarında Stalin’in başlattığı ve Buharin’in geliştirdiği ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisinin yarattığı milliyetçiliktir. Bilindiği gibi enternasyonalizmi savunan sol muhalefet ve bu mücadelenin tariihsel olarak teorik ve ideolojik önderliğini yapan Troçki sonuçta yenilgiye uğradılar. Birincisinde milliyetçiliğin ve şovenizmin sosyalist hareket içersinde gelişmesine engel olunarak, Ekim Devrimi zaferi elde edilirken, ikinci eşikte enternasyonalist tutumun yenilgiye uğraması işçi sınıfı hareketinin yıkımını hazırladı. III: Enternasyonal 1943′te Stalin tarafından kapatıldı, sonrasında da 1991′de Sovyet Bloku’nun yıkımıyla sonuçlandı.Tek ülkede sosyalizm teorisinin SBKP’in resmi görüşü olmasıyla birlikte III. Enternasyonal partileri hızla Rusya’nın sınır bekçileri haline dönüştüler. Sosyalizmin kurulabilmesinin onun ancak bir dünya sistemi olmasıyla mümkün olabileceği Marksist anlayışı terk edilince, tek tek ülkelerde sosyalizmin kurulabileceği tezi yaygınlaşarak her ülkedeki Komünist partinin bu zihniyetle ulusçu bir nitelik kazanmasının önü açılmış oldu. Komünist partiler bir yandan SSCB’nin büyük ağabeyliğini içselleştirip tüm politikalarını ona uygun olarak düzenlerken, SSCB’nin dünya devrimi hedefini terk ederek, enternasyonalizmden uzaklaşması ve kendi devlet çıkarlarını politikasının ekseni haline getirmesinin çıkmazıyla karşı karşıya kaldılar. !960′lı yıllardan itibaren tek ülkede sosyalizmler’in kutupları da tezahür etti. SSCB karşında Çin Halk Cumhuriyeti kendi’sosyalizm’ini , ardından Arnavutluk kendi ‘sosyalizm’ini, Kuzey kore bir biçimde, daha önce Yugoslavya olmak üzere politik ve askeri rekabetin özneleri oldular. Şurası kuşkusuz ki, bütün bu süreç bu ‘sosyalist’ ülke devletlerinin milliyetçi politikalarıyla belirlendi. Bu süreç, aslında uluslar arası sosyalist hareketin çöküşe girdiğinin işaret ışıklarıydı.



Uluslararası sosyalist hareketin krizinin tarihsel dönüm noktası, tek ülkede sosyalizm teorisinin SSCB’nin ve Komintern’in resmi politikası haline gelmesiyle başlar. Zira bu tercih ‘sosyalist’te olsa ulus devletin çıkarlarını su yüzüne çıkartıp, dünya devriminin çıkarlarını yok eder, etmiştir de. Dolayısıyla tarihin o döneminde Uluslarası sosyalist hareketin kaderini belirleyecek bu dönüm noktasında Marksizmin bu revizyonuna karşı verilen ideolojik politik mücadele değerlendirilmeden üretilecek, ulus ve ulusçuluk tezlerinin muhtevası hakikati resmetmeyecektir . Dolayısıyla bu tarihsel dönemde Marksizm bakımından nevzuhur bir teori olan ‘tek ülkede sosyalizm’ teorisine karşı mücadele eden Troçki sorunu şöyle ifade etmişti. ‘‘Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması olanaksızdır. Burjuva toplumundaki bunalımın temel nedenlerinden biri, bu topluımda yaratılan üretici güçlerin artık ulusal devletin çerçevesiyle bağdaşamamasıdır. Bu , bir yandan emperyalist savaşlara, bir yandan da Avrupa Birleşik Devletleri ütopyasına yol açar. Sosyalist devrim ulusal arenada başlar, Uluslar arası arenada gelişir. Ve dünya arenasında tamamlanır. Böylece sosyalist devrim, kelimenin daha yeni ve daha geniş anlamında da sürekli bir devrim haline gelir. Sosyalist devrim, ancak yeni toplumun gezegenimizin tüm yüzeyinde en son zafere ulaşmasıyla tamamlanacaktır.”(15) 1924′e kadar Stalin’de dahil olmak üzere Ekim devriminin önderliğini yapan Bolşevik partisinin bütün liderliğinin düşüncesi Troçki’nin devrimin Uluslar arası niteliği üzerine söyledikleri ile uyumluydu. Ekim devriminin Rusya gibi geri bir ülkede başarıya ulaşması, onun, ancak Avrupada’ki devrimle tamamlanmasıyla mümkün olabileceği fikri üzerinde herkes mutabıktı. Demir Küçükaydın’ın yerinde bir benzetmeyle dediği gibi devrim Rusya’da tersten doğum yapmıştı. Bu doğumun yaşamını sürdürebilmesi için yakın bir ihtimal olarak Almanya’da devrimin gerçekleşmesi beklenmekteydi. Ancak Almanya’da 1918 sonlarında başlayan devrimci durum 1919 Ocak’ında Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht’in karşı devrim tarafından katledilmeleiyle yenilgiye uğradı.Bu yenilgi Avrupa devrimi beklentisinde gedik açtı.1923′te 2. Alman devrimi hamlesi de yenilgiye uğrayınca, Avrupa’da devrimci yükselişin geri çekilmesiyle birlikte zafere ulaşan Rus devriminin izolasyonu da başlamış oluyordu.



Alman devriminin 1919′da yenilgisiyle birlikte, Avrupa devrimi umutlarının azalması gözlerin doğuya ulusal kurtuluş savaşlarına doğru çevrilmesinin işaretlerini vermeye başladı. Komintern’in Temmuz-Ağustos 1920′de yapılan 2. kongresinde ulusal kurtuluş hareketlerine destek verilmesi, ancak komünistlerin bağımsız örgütlenmelerini korunması, ezilen halkların emperyalizme karşı savaşlarının işçi sınıfının ittifakları olarak değerlendirilmesi kararlaştırıldı. Zaten III:Enternasyonalin 2. kongresinin hemen akabinde paradigma değişiminin işareti olan 1. Doğu Halkları Kurultayı 1 Eylül 1920′de Baku’da toplandı.



Sosyalizmin zafere ulaşmasının dünyada üretici güçlerin en gelişkin olduğu ülkelerde devrimin başarısıyla mümkün olduğu hakikatinin pratikte karşılığını bulamaması, bu dönüşün zeminini hazırladı.Bu bakımdan 1928′de III. Enternasyonal’in 6. kongresinde tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğu kararına giden yol, bütün bu sürecin nesnel dinamikleri olduğunu ortaya koyar. Ancak bu nesnel dinamiklere teslim olmayacak bir iradenin mümkün olamayacağı da söylenemez. Sol muhalefet ve Troçki böyle bir iradeyi gösterdi, ama bu direniş yenilgiyle sonuçlandı. Tek ülkede sosyalizm anlayışı yer kürede 20. yüzyılın siyasi mücadele odağının ulusal kurtuluş savaşları tarafından belirlenmesi ile örtüşmüştür. Bu örtüşme aynı zamanda sosyalist düşüncenin milliyetçi zihniyetle malul olmasına da sebep olmuştur. Şimdi de SSCB’nin 1991′e kadar 70 yıl ayakta kalmasının tek ülkede sosyalizm teorisiyle mümkün olabildiğini bunun doğru bir tercih olduğunu ileri sürenler mevcuttur. Ancak SSCB’nin ekonomik olarak üretim araçlarının kollektifleştirilmesine karşın parti-devlet bürokrasisinin ayrıcalıklı durumu nedeniyle eşitsizliğe, siyasi olarak tek partili otoriter rejimle demokrasisizliğe sürüklenmesi SSCB’yi, dünyada sosyalizmin itibar kaybetmesinin temel sebepi kılmıştır. Yani zafer olarak adlandırılan süreç 1991′deki çöküşle pirus zaferine dönmüştür.



D. Küçükaydın’ın Yeni Paradigması!



Bu saptamaya şunu eklemek gerekiyor. Her türlü ezilme biçimine karşı mücadele etmesi gereken sosyalist hareketin, ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerini ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunması tabiidir. Ancak demokratik mücadelenin kapsamı içindeki bu durumun sosyalist hareketin temel paradigması haline dönüştürülmesi, kapitalizme karşı mücadeleyi zaafa uğratır, uğratmıştır da. Anti-emperyalizmin, onu, kapitalizmden ari kılan içi boş bir kavrama dönüştürülmesinin tanığıyız. 1960′lardan başlayarak, kırlardan şehirlerin kuşatılmasını, yeryüzünün üçüncü dünyasının emperyalizmi kuşatmasına bağlayan devrim stratejileri artık günümüzün mevzusu olamaktan çıkmıştır.



Demir Küçükaydın, bütün bu tarihsel sürecin bilgisiyle donanımlıdır. Ama bu tarhsel iki eşiğin uluslarası sosyalist hareketin gidişatı bakımından belirleyici öneme sahip olduğunu düşünmemektedir. Onun tezinin politik sonucu şudur: ”Yani, sürekli devrim perspektifi ve olasılığı, ulus paradigması içinde, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluk ve demokratik ulusçuluğu da aşarak, bir dünya cumhuriyeti biçiminde yeniden ortaya çıkıyordu….Eski anlayışta,ülkelerin önce sosyalist olması, sonra bir dünya cumhuriyeti kurulabileceği gibi gizli varasayım varken,şimdi, bir dünya cumhuriyetinin kurulması ve uluslara karşı mücadele sosyalist dönüşümlerin önkoşulu olarak ortaya çıkıyordu.”(16)



Onun vardığı politik hedef bakımından sorun gözükmüyor. Bu tarif sonuçta, bir dünya sosyalist cumhuriyetini hedefliyor. Ancak bu hedefe giden yolda sürekli devrim teorisini tepetaklak ediyor. Bunu böyle yaptığını, zaten kendisi de ifade ediyor. Ancak, burada temel sorun paradigma değişimi ile ilgili, o, kapitalizmi aşmak için ilk aşamada gerici ulusçuluğun, yani dile, etnisiteye, bağlı ulusçuluğun aşılarak, demokratik ulusçuluğun, yani, etnisiteye, dile dayanmayan toprağa dayalı ulusçuluğun kurulması gerekliliğini ileri sürüyor. Bu ilk aşamanın geçekleşmesiyle birlikte ardı sıra diğer hedeflere ulaşılacağını ilave ediyor.Bu sıralamanın gerçekleşebileceğini hangi somut gerekçeye dayandırıyor? Buna kanıt olarak örneğin Ortadoğu’da bölge halklarının kuracağı demokratik cumhuriyetin, bölgenin enerji kaynaklarına sahip olmasından ötürü, emperyalist saldırı karşısında kalacağını bu durumda da kendini savunmak için dünya çapında bütün sınırların kaldırılmasını savunarak uluslara ve ulusçuluğa karşı dünyanın tüm siyahlarının birleşeceğini söylüyor.



Birincisi, diyelim ki bu tahayyül, bu anlamda Antik Yunan’da Zenon’un, aydınlanma dönemininde Kant’ın rüyaları gibi gerçekleşti ve bir dünya cumhuriyeti kuruldu. Bu cumhuriyetin kapitalizmi tasfiye etmesi için sebep nedir? Bu soruya Demir Küçükaydın’dan bir cevap gelmemektedir. Sözü edilen demokratik cumhuriyetin emperyalist saldırıya uğraması dolayısıyla ‘anti-emperyalist’ savunmasının, aynı zamanda kapitalizme karşı bir tavır olduğu cevabını Demir Küçükaydın’ın ima ettiğini düşünmek yanlış olur. Zira, onun ‘anti-emperyalizm’in bildik haliyle anti-kapitalizme yol açmayacağının farkındadır.



İkincisi, eski anlayışı tarif ederken bir genelleme yaparak sosyalistlerin, önce ülkelerin sosyalist olması daha sonra onların dünya cumhuriyetini kurmayı düşündüklerini söylüyor. Bu tarif eğer tek ülkede sosyalizm anlayışını üreten Stalinizme ilişkin olsaydı anlaşılabilirdi. Ancak bu tarif, sosyalizmin bir dünya sistemi olarak kurulabileceğini, tek ülkede sosyalizmin mümkün olmadığı anlayışına sahip, Marksist görüşü adeta yok sayıyor, sol içinde yaygın olmuş kanaati genelleştiriyor. Böylece sapla saman karışıyor, yapılan eleştirinin olması gereken hedefi gözden kaybediliyor. Bunun doğru bir yöntem olmadığı aşikar.



Üçüncüsü, Demir Küçükaydın, sürekli devrim kavramını kullanmayı itiyat haline getiriyor, ama onu içeriğinden soyutlayarak yapıyor bunu. Zira sürekli devrim anlayışının devrimin görevlerinin diyalektik biçimde içiçe geçtiği gerçeğinden hareketle ve eşitsiz bileşik yasasına dayanarak, oluşturulmasına karşın, onun ‘sürekli devrim’i aslında aşamalı devrim anlayışına geri dönüştür. O birinci aşama olarak gerici ulusçuluğa karşı, demokratik ulusun inşa edilmesini, ikinci aşama olarak demokratik ulusçuluğun aşılarak dünya cumhuriyetine ulaşılması, üçüncü aşama olarak da dünya cumhuriyetinin sosyalizme geçişini tasarlıyor. Geçmişin demokratik devrim, sosyalist devrim aşamalı anlayışını üç aşamalı başka bir biçime dönüştürüyor.



Dinle Alakalar



Demir Küçükaydın’ın tarihi ve hatta tarih öncesini dinin üstyapı olduğu kavramıyla açıklama tarzının, dinlerin çıkışının aslında birer devrim niteliğinde olduğu anlatısının zaafı, aslında bu sonuca varırken islam dininin doğuşu ve gelişimini bütün dinlere şamil kılmasından kaynaklanıyor. Burada sadece şunu belirtelim İslam dini, esas itibarıyla üst sınfların, ticaret erbabının önderliğinde ve bir devlet nizamı biçiminde şekillenirken, Hıristiyanlık ezilenlerin, kölelerin dini olarak teşekkül etmiş, ancak 3 asır sonra bir devlet dinine dönüşerek Roma imparatorluğunun resmi dini haline gelmiştir. Sadece bu örnek Demir Küçükaydın’ın toplumsal sistemi ve gelişmeyi din genellemesi içinde ortak yasalarının olduğunu ileri sürmesini boşa çıkartmaktadır. Onun, Hikmet Kıvılcımlı’nın İslam dini , Osmanlı ve Ortadoğu toplumlarının sosyolojisi üzerine çalışmalarını teorik bir katkı olarak değerlendirdiğini ve tezinin referans kaynağı yaptığını biliyoruz. Temel referans bu olduğuna göre, nasıl Marksist yazında 1789 Fransız devriminin deneyimi günü açıklamakta referans alınıp, analoji yapılmışsa, onun da temel referansi olan islam dininin tarihsel sürecini analoji ile kullanması doğaldır. Ancak, İslam dininin, bütün dinlerin tarihsel ve sosyolojik nitelikleriyle örtüşmediği aşikarken, oradan genel bir din teorisi üretmek yanıltıcı sonuçlara sürükler.



Demir Küçükaydın, ulus ve ulusçuluk tezinin sonucunda örgütsel olarak da sosyalizmin bir din gibi örgütlenmesi gerektiğine varıyor. Sosyalizmin bir din gibi algılanmasına varılınca da nesnel şartlar bir parametre olmaktan çıkıyor. İrade tek başına yeterli bir parametre haline geliyor. Ona göre artık sosyalizmin, bolluk ekonomisi durumunda varolabileceği şartı ortadan kalkmış olup, yoksullukta eşitliği sağlayacak dayanışma ekonomisi yeterli görülmektedir. Doğrusu siyasi analizlerinde, örneğin Ekim Devrimi’nin yozlaşmasını açıklarken olduğu gibi, belirleyici olanın liderlerin tutumu değil iradenin rolünü adeta yok sayarak,nesnel şartlar olduğunu ileri süren Demir Küçükaydın ansızın sosyalizmin kuruluşunu bütünüyle iradi bir olgu halinde dönüştürüyor.



Başta denmişti ya, onun, dolambaçlı güzergahının takibi oldukça meşakkat gerektiriyor.



Referans kaynakları



(1)http://yalansz.wordpress.com/2012/04/23/sarkis-hatspanianin-hocali-katliami-ile-ilgili-yazisi-gazi-katliami-ergenekon-gun-zileli-ve-milliyetcilik-uzerine-zi-katliami-ergenekon-gun-zileli-ve/)



(2)Marksizmin Marksist Eleştirisi sy 92Versus yay. D. Küçükaydın)



(3) age (sy 107)



(4) agesy 107)



(5) age126)



(6) age(sy 127)



(7) agesy 127)



(8)age (sy 133)



(9) Komünist Manifesto sy 67 Marks-Engels Bilim ve soyalizm yay)



(10)Komünist Manifesto sy 49-50 Marks-EngelsBilim ve Sosyalizm yay)



(11) Doğuda Ulusal Kurtuluş Savaşları Ant Yay.



(12) age sy139)



(13)Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme sy 71M. löwy Yazın yay)



(14))(http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/savas.html)



(15)Sürekli Devrim Köz Yay. L. Troçki sy 192)



(16)sy 84)



Hiç yorum yok: