9 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Devrimcinin Anıları 5/ Adem Kütük’le İlgili Yazılanlar Hakkında


Rıza Aydın

O dostlarının indinde tam adam
                        Düşmanlarının indinde azgın bir delidir
                        Adana polisinde künyesi şüphelidir”
Sevgili Muhittin merhaba.
Adem’le ilgili yazdıklarını okudum. Hem geçmişimizle ilgili, hem de geçmişte beraber olduğumuz, bugün dünyada olmayan arkadaşlarımızla ilgili yazılar yazdığın için seni kutluyorum.
523494_418547384907670_1958744916_n
Gelecekte bu mücadeleyi yürütecek olan nesillerin, bizlerin pratiğini özümseyip bunlardan gerekli dersler çıkarması için, yaşadığımız o sürecin yazılmasına ihtiyaç var. Bu yüzden, bunları önemsediğimi vurgulayıp, bu uğurda verdiğin çaba için de seni kutluyorum. Her arkadaşının yaşanılan o süreci, bu süreçte kendi yaşadıklarından edindiği tecrübelerini, bir biçimde anlatması yani yazması gerektiğini düşünüyorum.

Ancak, hemen söylemeliyim ki, Adem’le ilgili yazdıklarını hem yeterli bulmadım hem de maddi hatalar olduğunu gördüm. Senin hem yaşının genç olmasından hem de o süreçleri tam olarak yaşayıp bilen biri olmadığından dolayı, bu tür hatalar yaptığını düşündüm; bu doğaldır. Bunun için bu süreçlerle ilgili yazılar yazarken, o süreci tam olarak, olduğu gibi yansıtman için, o süreçleri yaşamış olan arkadaşlarla daha çok konuşup, süreci araştırman gerekir. Bu bir serbest yazı konusu değil. Bunu yaparken de seçici olmamalısın, yani kimseyi dışlamamalısın, bugün o şu oldu, bu bu oldu diye kimseyi dışlama, her anlatılan kıssadan çıkarılacak bir hisse vardır. Çünkü senin unuttuğun bir ayrıntıyı başka bir arkadaş hatırlatabilir.
Sanırım sen Cemalgilden iki ya da üç yaş daha küçüktün, o dönem, o dönemin bir özelliği olarak, bir yıllık sürece çok şeyler sığıyordu. Bugün geriye dönüp baktığımda, bunları düşünürken, yahu diyorum kendi kendime, “bu kadar şey bir yıla nasıl sığarmış” diye düşünüp şaşıp kalıyorum; çünkü o günler de yaşanılan süreçten dolayı hayat dolu dolu yaşanıyordu.
Adem hastalanmadan çok önce, Metin Küreci’nin içinde olduğu bir grup arkadaşın hazırladığı bir belgesele konuşup, kendi yaşadığı süreci anlatmıştı. O süreçte ben de oradaydım, bazı konularda bana da sorular sormuşlar, ben de o belgesele konuşmuştum. Umarım onlar zayi olmaz, yayınlanırlar. Bu belgeselin olduğunu bilmesem, Adem’in bunları anlattığından haberim olmasa, bugün bu yazacaklarımı yazarken sıkıntı çekebilirdim. Çünkü herkesin, o süreçleri anlatırken çubuğu biraz fazlacana kendinden yana büktüğü söyleniyor. Beni de böyle değerlendirmelerini istemem. Çünkü ben Mahir Çayan’ın görüşlerini savunup hayata geçirmeye çalışanların katarından epey bir zaman önce ayrıldığım için, bu alandan bir beklentim yok; bu alanın prestiji de mirası da sahiplenenlerin olsun. Ben yaşanmış olanı, olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum; hepsi bu. Ben olanı olduğu gibi, ona hiçbir şey katmadan, anlatılabilineceği kadar anlatıyorum. Yani yaşanılan süreci anlatılacak kısmıyla, devletle bir sıkıntı yaratmayacağını düşündüğüm haliyle anlatıyorum. Kabul edilmeli ki bu aynı zamanda benim de kendi geçmişim.
Senin yazında, Adem’in lisede okurken devrimci olma sürecine başladığı anlatılıyor ki bu doğru değil; Adem Adana İmam hatip ortaokulunda okurken, devrimci olma sürecine girip, devrimci olmuştu. Hatırladığım kadarıyla, süreç kısaca şöyle yaşandı.
Nasıl olduğunu tam olarak bilmiyorum ama Adem ile kardeşim Hüsnü Cemal mahallede tanışıp arkadaş olmuşlardı. Adem’in babası Bayram amca, bizim mahallede “Hüdedatlıların bahçesi” dediğimiz, Paksoyların portakal bahçesinin bahçıvanlığını yaptığı için orada oturuyorlarmış, artık nasıl olduysa olmuş bilmiyorum, Cemal ile tanışmışlar. Cemal ile tanıştıklarında Adem, imam hatip ortaokulunda okuyan, Ülkü Ocaklarının temsil ettiği çevre ile devrimci çevreler arasında tavrını tam olarak belirlememiş, bunları araştıran bir arkadaşmış. Cemal mahallede tanıştığı bu arkadaşlarıyla epeyce bir süre, ülkücülük sosyalistlik üzerine tartışıp, muhabbetler ettikten sonra, onları bizim eve davet edip, abim bu konuları daha iyi bilir, gelin, gidip onunla sizi tanıştırayım demiş, bunun üzerine onları getirip benimle tanıştırdı. Hep onlar diyorum, çünkü Adem’le ben tanıştığımda, onlar Sarı Serdar, Bacanak dedikleri Mustafa gibi arkadaşlardan oluşan bir gruptular. Bizler o dönemlerde okulda ki, mahallede ki, ülkücülüğe meyleden arkadaşlarla tartışır, fikir teatisinde bulunurduk. Bu yüzden biz Alpaslan Türkeş’in “Dokuz Işık Doktrini” adlı kitabı başta olmak üzere, ülkücülerin okuduğu birçok kitabı okur, bunları ülkücülüğe meyleden, ona eğilimli ya da bunları merak eden arkadaşlarımızla konuşurduk. Hiç unutmam, biz (yani Osman Burgaç, ben, Yusuf Altınbulak vb şimdi hepsinin adlarını hatırlayamadığı bir grup arkadaşla) ilk defa Mehmet Fatih Öktülmüş’ün el altından yönlendirdiği “İşçi Gecesinin” afişlerini yapıştırırken, yakalanıp polis kayıtlarına geçmiştik. Sanırım 1975 yılıydı, bizi gece afiş asarken yakalayıp emniyet müdürlüğü birinci şubeye götürdüler. O zamanlar Emniyet Müdürlüğü siyasi şube Eski Vilayetin oradaydı. O zaman bunun haberi basında çıkmıştı; örneğin Tercüman Gazetesinde “Elebaşıları kaçtı, teröristler yakalandı” manşeti altında, toplu resmimizi yayınlamıştı. Arşivlere bakılsa bu resimler görülür, bulunur. O yakalandığımızda, benim çantamda “Devrimci Gençlik Dergisinin”, orta sayfalarında “Faşizm ve Oligarşi” başlıklı yazısı olan 5- 6.inci sayıları ileAlparslan Türkeş’in “Dokuz Işık Doktrini” adlı kitabı vardı. Beni emniyet müdürlüğünün alttaki hücresinden yukarıdaki sorgu odasına götürüp, geri arkadaşlarımın yanına getirdiklerinde iki sürprizle karşılaşmıştım. Sorgudan tekrar nezaretteki arkadaşlarımın yanına geldim ki arkadaşlar iki gruba ayrılmışlar, bir grup nezaretin bir ucunda diğeri de diğer ucuna toplanmışlar. Ne oldu niye böyle ayrı ayrı duruyorsunuz dedim, dediler ki polisler geldi içinizde Alevi olanlar kim dedi, Alevi olanları ayırdı, onları bir güzel dövdü, sonra da Sünni olanları çekip, ulan bunların içinde sizin ne işiniz var deyip, bir güzelce onları da dövdü, bize böyle kalmamızı söyledi dediler. Arkadaşlara polisin oyununa gelmeyelim, devrimci mücadelenin Alevilikle, Sünnilikle ne alakası var, toplanın bir yere dedim toplandık. O zamanlar biz devrimciler arasında kim Alevi, kim Sünni kim hangi etnik kökenden diye merak edilmezdi; bizler böyle şeyleri bilmezdik. O zaman bir de dediler ki, polis “içinizde ajan olan biri var, onu açığa çıkarın dedi” dediler. Arkadaşlara, polis ajanı böyle sormaz, ne ajanıymış dedim, dediler ki, güya birimizin çantasında Türkeş’in kitabı çıkmış, içinizde bir ülkücü varmış, onu bulun çıkarın dediler, biz de bilmiyoruz dedik” dediler. Türkeş’in kitabı benim çantamdaydı, polise “içimizde ajan majan yok, aradığınız Türkeş’in kitabını okuyan adam benim” dedim. Niye okuyorsun dediler, onların görüşlerini bilip, ona sempati duyanları uyarmak, eleştirmek için okuyorum dedim. Tabii, bu sayede de vites koluyla atılan dayağın çoğunu ben yedim. Diyeceğim bizler o zaman, Marks’ın, Lenin’in, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Stalin’in vb yazarların kitaplarını okuduğumuz gibi, Türkeş’in, Ziya Gökalp’ın kitaplarını da okurduk. Örneğin Cemal bunları en çok okuyanımızdı, özellikle “Durgun akardı Don” kitabı ile “Ve çeliğe su verildi” kitaplarının hayranıydı, Kostantin Simanov’un “Bekle beni geleceğim bekle beni” şiirini dilinden düşürmezdi. Glatkov’un Fabrika yada Çimento adıyla çıkan romanından da etkilenmiştik. İşte bu ortama girer girmez Adem çok kısa bir zaman içinde bizi, bizim düşüncelerimizi benimseyip bizden biri olup çıktı.
O dönemimizin iyice anlaşılması için şunu belirtmeliyim. Bizim TSİP’e, gidip geldiğimiz bir dönemimiz vardır. Biz sosyalist bilincimizi önce TSİP’den almıştık. TSİP ilk dönemler Doktorcuydu, oradan Doktor Hikmet Kıvılcımlının “Üretim nedir”, “Tarihi materyalizm nedir”, “Diyalektik nedir” gibi küçük broşürlerini alıp okurduk. Orada bize seminerler verilirdi. Buradan kaynaklanan bir alt yapımız vardı. Sonraları Lenin’in “Nereden Başlamalı, Devrimci maceracılık, Bir Yoldaşa mektup” adlı yazılarının olduğu, Odak Yayınlarından çıkan kitabını, Alberto Baye’nin “Gerilla Nedir”, Carlos Marighella’nın1 “Şehir gerillası”, Genaral Giap’ın “Halk savaşının askeri sanatı”, Amilcar Cabrail’in kitaplarını, Mahir Çayan’ın yazılarını, Stalin’in “Leninizm’in ilkeler”, “Son yazılar son mektuplar” gibi kitaplarını okurduk. Stalin’in “Son yazılar son mektuplar” kitabında sosyalizmden geriye dönüş olup olmayacağı konusu işlendiği için onu çok iyi incelemiştik. Özelikle ben, arkadaşlarla Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” adlı yazısını mutlaka beraberce okur, onu zevkle tartışırdım. Bizim (benim) TSİP’ten kopmamıza yol açan Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” adlı yazısıyla tanışmamızdı. TSİP’ten kopup AYÖD (Adana Yüksek Öğrenim Kültür Derneğine) gittiğimizde de bir dönem Mehmet Fatih’in yönlendirdiği THKO çevresiyle ilişkilerimiz, muhabbetlerimiz oldu. Adana’da yaşayıp devrimci mücadele içinde olup da bizim eve gelmeyen, burada kalmayan az adam vardır. O dönem Mehmet Fatihgilin verdiği bildirileri, el ilanlarını biz de dağıtırdık. Onlar Sosyal Emperyalizm teorisini, aleni savunana kadar bu ilişkilerimiz böyle sürdü. Atilla Keskin Adana’ya gelip “Sosyal Emperyalizm teorisini” anlattığında hepimiz oradaydık. Bu Ademgilin henüz bizim katara katılmadığı dönemdi sanırım. Sarı Serdar’a soralım bunu hatırlamıyor olabilir. Biz Mahirlerle Denizlerin yani THKO ile THKP-C’nin görüşlerini irdelemiştik. Tavrımızı Mahir’den yana koymuştuk. Sosyal Emperyalizm tezini savunsak, önceleri “Militan Gençlik”, sonraları da “Halkın Yolu” dergilerini çıkaran, İlkay Demirgille beraber olacaktık. Bir dönem TSİP’e gidip, oradan almış olduğumuz bilinç bizlerin sosyal emperyalizm teorisini kabullenmemize engel oldu diye düşünürüm. Biz Mahir’in “PASS tezini2” eleştirmeden savunan çevreye yöneldik. Bu dönemimizde, zaman zaman memleketi olan Osmaniye’ ye gelip giderken, Adana’ya da uğrayan, İbrahim Çenet’in etkisi vardır. Çenet’i Adana’da karşılar, bir iki gün misafir ettikten sonra, Osmaniye ye götürürdüm. İbrahim Çenet vasıtasıyla Osmaniyeli, Elazığlı devrimcilerle tanışmıştık, muhabbetlerimiz olmuştu.
Nazım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanının bir yerinde “Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş, Aydın ellerinde Karaburun’da, Bedrettin’in kelamını söylemiş, köylünün huzurunda. Duyduk ki. Bu işler duyulur da durmak olur mu hiç” derya, işte aynen öyle, Adem’de bu işleri duyup, bizden biri olarak bizim katarımıza katılıp, bizimle aynı yola girdikten sonra, bu düşüncelerimizi her yerde, evde, mahallede, kahvede olduğu gibi okuduğu İmam Hatip ortaokulunda anlatmaya başladı, bunun üzerine de Adem’in tasdiknamesini eline verip, okuldan çıkardılar. Biz de Adem’in, gelecekteki eğitimi açısından, İmam hatip okulundan çıkıp, normal bir okula geçmesini, istiyorduk. Çünkü o zamanlar imam hatip mezunları her yüksek okula giremiyordu. Ben Adem’in bu dönemde de İskenderun’a gittiğini düşünüyordum arayıp Sarı Serdar’a sordum, bu dönem Atatürk Ortaokuluna kaydını yaptırıp, oradan mezun olduğunu söyledi. Bu süreçde Behçetgil henüz daha gelmemişti. Ama Adem’in bir dönemde İskenderun da okuduğunu biliyorum. Ruhi Su’yu dinlediğimiz Phılıps marka çanta tipi bir teybimiz vardı, Adem onu da İskenderun’a götürmüştü, İskenderun’dan gelirken de o teybi orada ki arkadaşlarına bırakmıştı. Yani diyeceğim şu ki, Adem, İmam Hatip ortaokulundayken, Çayan’ın görüşlerine sempati duyan biri olup, bizimle kaderini birleştirmişti. Süreç içinde Adem’le beraber olan o çevreyle, yani Sarı Serdar, Bacanak Mustafa, Zeki Gümüş, Slogan Mahmut’la, Mahir Çayan’ın yazılarını da beraberce okuyup, PASS üzerine sohbetler ettiğimiz, bizim arkadaş çevremizden bir grup olmuşlardı. O dönem hayallerimiz büyüktü, en büyük hayalimiz kır gerillası olmaktı; Ankara’dan eğitimimize yardımcı olması için bir adam isteyip, bunun üzerine Behçetgil geldiğinde, kırda bir eğitim yapmak için uyku tulumlarımız, sırt çantalarımız vs. vardı. O hayallerimiz içinde olan bir hayalimizde, onlardan bir adım önde olduğum için, önce ben ölecektim, onlar beni Che’nin o meşhur andında olduğu gibi, o andı haykırarak, “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş geldi sefa geldi” diyerek, beni kaldıracaklardı; ama öyle olmadı işte, önce Cemal öldü. Benim trajedim budur.
O dönem, Camal, Adem, Sarı Serdar, Bacanak Mustafa, Slogan Mahmut iyi bir gruptular; hani bu günlerde “kanka” deniyor ya onlarda işte öyle “kankaydılar”. Sonra bu gruba Zeki de katıldı. Bu süreci Sarı Serdar ile onların Bacanak dedikleri Mustafa gayet iyi bilirler, yaşadıkları için yazmak onların omuzlarına düşer, bu süreci yazarken de onlara sormak gerekir. Bence sen, Adem’i yazarken özellikle Sarı Serdar’la, bacanak Mustafa ile Slogan Mahmut’la konuşmalıydın. Slogan Mahmut, Devrimci mücadele sürecinden en hafif tabirle ayrıldı ama bunları konuşmak istersen, seninle konuşurdu. Adem sözünü ettiğim belgesele bunları konuşmuştu, bir gün o belgesel ortaya çıktığında da, bunları anlattığını göreceksiniz. Bu belgesele konuşulanları paylaşmak çoğaltmak elzemdir; burada konuşulanlar yazıya aktarılıp öylede paylaşılabilinir.
Bizim mahalledeki Cemal’in, Adem’in, Serdar’ın, Bacanak Mustafa’nın, Zeki’nin oluşturduğu bu grubu anlamanız için, şunu da yazmalıyım. Ben “Çukurova Dev Genç” derneğini kurduktan kısa bir süre sonra aranmaya başladığım için, Adana dışına çıkmıştım. Aranmamın nedeni de şuydu, Kıvırcık Ahmet, yeni aldığımız bir tabancayı yakalatınca, bu tabancayı Rıza’dan aldım demiş, bunun için polisler akşam gelip bizim ev diye amcamgilin evi basmışlar, ben bu sayede kurtulduğum için aranmaya başladım. Hayatımda önemli bir yeri olan, benim hayatımı çok çok etkileyen bir olaydır bu. Arandığım dönemde ihtiyaç oldukça, Adana’ya gelip gidiyordum, bazen de Cemal benim yanıma geliyordu. Ben Adana’dan gidince, Mahalleye Ankara’dan “Uğur” adında bir arkadaş gelmişti. Ben Uğur’u hiç görmedim. Adem ile Cemal, hatta Osman Burgaç bu Uğur arkadaşla hiç anlaşamadılar, bu Uğur arkadaşın Adana’dan gitmesini istediler, bunu lisanı münasiple Behçet’e söyledim, durumun ciddiyetini anlattım, Uğur arkadaş Adana’dan gitti. Bu Uğur arkadaşın kim olduğunu, uzun bir dönem bulamadım, öğrenemedim, sonra Ali Şahin ile bu süreci konuşurken ondan öğrendim ki, bu uğur arkadaş, 1993’te Sivas Madımak katliamı olduğunda, orada ki yangında can veren Uğur Kaynar’mış. Uğur Kaynar’ın kardeşiyle bunu konuştum, o da Uğur’un bir dönem Adana ya gittiğini, Adana’da yaşadığını doğruladı.
Bunlar anlatınca, iki konuda ki düşüncemi daha yazmalıydım, Cemal ölmese, yani bu grup dağılmasaydı, Adana Selçuk denen adamın felaketini yaşamazdı, o bünye bu adamı kabul etmezdi, bir biçimde bu sorunu hallederlerdi. Osman Burgaç diyor ki, bir iç tartışmadan sen, Selçuk’a kızıp, “ulan sen de öyle bir pislik var ki, ben seni yıkayıp sabunlasam, ortada Selçuk diye bir şey kalmaz, her tarafın pislik” dedin diyor. Şehnaz bunun tanığıdır, kızlara “aman bu Selçuk’a dikkat edin, bunun kimyası bizim kimyamıza uymuyor” diye onları uyarmıştım. Bu Selçuk’un davranışından bizim dışımızda ki gruplardan arkadaşlar da rahatsızdı, sıkıntılarını söylüyorlardı, özellikle Ahmet Yiğenler bunu kaç kez gelip bana söylemişti, Ahmet’e engel olmuştum; Ahmet öldü ama abisi Cumali bunları bilir, sorulsa söyleyecekleri vardır. İkinci söyleyeceğim şey de şudur. İlk dönemlerde bu grup içinde Slogan Mahmut (Mahmut Yontar) biraz öne çıkmıştı. Adana’dan giderken Behçet’e, Adem’in gelişmesi için yardımcı ol, o ilerde çok iyi bir devrimci olacak demiştim. Bu kanıya nerden, nasıl vardın dediğinde de, şu anımı anlatmıştım. Bir gün okulun önünde polisler beni arabalarına atıp götürdüler. Biraz polis arabasında dolaştırdıktan sonrada, Kanal Dolmuşlarının geçtiği, Emek Sinemasının yanındaki köprünün üzerinde beni bıraktılar. Oradan yürüyerek eve gelirken yolumun üzerinde olduğu için, önce Mahmut Yontargilin eve uğradım. Polis beni gözaltına alıp götürünce, Mahmut’un gelip bizim evi boşaltacağını umuyordum. Mahmutgile geldim ki, Mahmut pijamalarını giymiş, odasına çekilmiş kitabını okuyordu; güzel bir odası vardı, biraz sonra abası bizi yemeğe davet etti, Mahmut beni polisler götürünce bizim evin boşaltılmasını aklına bile getirmemişti. Eve geldiğim de, bizim evi gelen bir arkadaşın evi boşalttığını, evde ne var ne yok demeden, ne bulduysa götürdüğünü gördüm. Ebem eve gelip bunu yapanı tanımıyordu, “yavrum genç bir çocuktu seni polisin götürdüğünü, bunun için evdekileri almamız gerekiyor deyip her şeyi götürdü” dedi. Bu arkadaşın kim olduğunu merak ettim. Sabah olunca anladık ki eve gelip evdeki şeyleri götüren Adem’miş. Adem o dönem daha hangi yazının hangi kitabın sıkıntı vereceğini bilmediği için ne bulduysa onu alıp götürmüştü. Adem, o zamanlar daha yeni bizlere katılmıştı, ondan bu hassasiyeti beklemiyordum ama bu duyarlılığı gösteren o olmuştu. Adem’in bu tutumu bana, Ademin kendi kendine devrimci görevlerin sorumluluğunu hissedip, kendi kendine görev verip, bunun gereğini yaptığı kanaatini verdi. Bunu Behçet’e anlatıp, Adem’in daha iyi yetişmesi için eğitimiyle ilgilenelim dedim. Dedim ama Adem’le de böyle bir eğitim yapılamadı.Devrimci kadrolara, böylesi bir formasyon verecek eğitim yapamamış olduğumuzun sıkıntılarını ben her zaman görmüşümdür. Adem’in cezaevinden çıktıktan sonraki hayatında yaptığı hatalarda, teorik alandaki bu eksikliğinin de payı olduğunu düşünürüm. Aslında uzun bir zaman bizlerle beraber olup, cezaevlerinde bizlerle beraber yatıp çıktıktan sonra, sade bir vatandaş gibi davranıp, olmadık işlere girip çıkanlar olduğunu gördüm. Biz, bize gelip, bize bende olan arkadaşlarımızı değiştirip dönüştürememiştik. O süreci düşündüğümde bende oluşan kanaat budur. Bu benim, o dönemle ilgili çıkardığım en büyük derstir. Bunun sebepleri konuşulmalıdır.
Sevgili Muittin, senin Ademi anlattığın yazıda bana en ilginç, ilginç olduğu kadarda garip gelen bölüm, senin anlatımınla “Bunun için adına Devrim mahkemesi dediğiniz, ama hiçte Devrimciliğe yakışmayan bir mahkeme kurdunuz” diye anlattığın bölümdü. Bunları inan ilk defa senden duydum; Selçuğun, böyle garip gurup işler yaptığını duymuştum ama bunu yani Ademgilin de buna bulaştığını duymamıştım. Okuyunca bunlar anlatılmalı mı yoksa “kol kırılır yen içinde kalır” diye üzeri örtülmeli mi diye çok düşündüm, bazı arkadaşlarıma sorduğum, düşüncesini aldığım arkadaşlar oldu. Bence bunları usulüne uygun bir biçimde abartmadan, yaşandığı gibi yazmalıyız. Bu yaşadığımız şeyler, kendi devrimci hayatımızın bir sürecidir. Aynı zamanda kendi kişisel tarihimizdir. Unutmayalım ki devrim olsaydı bunlar farklı bir biçimde yine yaşanılacaktı. Bu yüzden, bunları açık yüreklilikle yazıp, bilince çıkararak, kendi yaşadığımız sürecin öz eleştirisini yapmalıyız. Ben bu kanaatteyim. Bizler bunun derslerini iyice çıkarmazsak, bizden sonra gelecek kuşaklar bizim tecrübelerimizden yararlanamazlar.
Dün bunları konuşup bilgi almak için, Halk Evine gidip, Veyis Sami Türkmen’e “Muhittin cezaevinde Devrim Mahkemeleri” diye bir şeylerden söz ediyor, bu nedir diye sordum. Veyis’in “yok böyle bir şey, Muhittin uydurmuş” demesini bekliyordum, ama o beklediğimin tersine, Veyis’in kendi tabiriyle yazamasam da, Selçuk denen o pisliğin böyle bir şey yaptığını kendilerinin de bu hataya ortak olduğunu, bunun hatalı bir şey olduğunu, bu konuda sana yaşatılan bir sıkıntıyı da anlattı. Elbette ki yaşadığımız süreci yazmalıyız. Ama yazarken gelecek kuşakların bu pratikten bir ders çıkarmasını, bunun bir işe yaramasını gözetmeliyiz. Yoksa bu “kil ü kal” yapmaktan öteye gitmez.
Yazdıklarınla ilgili yazacaklarım şimdilik bu kadar.
Aslında bu yazışmamızı düşününce senin yazdıklarından daha çok yazmadıklarını ya da yazamadıklarını düşündüm. Çünkü Adem bizim geçmişimizin, geçmiş pratiğimizin önemli bir prototipidir. Bakınca görmesini bilen insan, ona bakınca bütün bir yapıyı göre bilir. Bence nasıl Adem’i anlatılırken ,-Adana- Dev –Yol hareketi anlatılmadan olmazsa, Adana’daki Dev – Yol hareketi de Adem anlatılmadan anlatılamaz. Adem bu hareketin en önemli yıldızlaşmış ismidir. Onun hikayesinde herkes kendinden birşeyler bulabilir.
Adem, kendini kafasının içindeki ideallere verip, kafasının içindeki ideallerin yoluna kellesini koltuğuna alıp, bu uğurda yılmadan yorulmadan yürüyen, mücadele eden bu kuşağın bir temsilcisidir. Onun önüyle, kötü biten sonu, birlikte göz önüne alınıp, ham hamaset söylevleri yapmak yerine, bundan sahiden dersler çıkarmaya çalışılması gerekir; çünkü sahiden bu hayattan çıkarılması gereken çok ders vardır. Bunun içinde Adem mezarı başında değil de ciddi toplantılarda, salonlarda ciddi ciddi konuşulmalıdır. Düşündükçe bana acı veren bir duygum da şudur, Adem’in son dönemlerinde, keşke Adem bu efsanenin doruğundayken ölmüş olsaydı da, bu günleri yaşayıp bu efsaneyi soldurmasaydı diye düşündüğüm olmuştur.
Adem’in anlaşılması için bir iki şey daha yazmak istiyorum.
Adem bu topraklara, bu topraklardaki devrimci mücadelenin ruhuna, sonuna kadar bağlı biriydi. Kaç kez hapisten kaçtı, kaç kez yakalandı. O dışarıdaki mücadeleye kendini vermek için, o mücadelenin ruhuyla, o mücadele içinde yaşayanlarla beraber yaşayıp, o mücadeleyi yükseltmek için tüneller eşip, hapislerden kaçıyordu. İstese buradaki mücadeleyi bırakıp, yurtdışına kaçabilirdi- çıkabilirdi ama o bu yolu hiç düşünmedi. Onun asıl büyüklüğü buradadır. O gönülden bağlı olduğu mücadeleyi büyütürken farkında olmadan kendi kendini de büyütüyordu.
Bu kuşağın insanları, mahkemelerde mesleğin ne diye soran hakime göğüslerini gere gere “devrimci” diyorlardı. Sahiden de bu insanlar devrimcilikten başka bir şey yapmayı düşünmüyorlardı, belkide hiç düşünmediler. Bunun için her şeylerini feda etmeyi göze almışlardı. O günlerde devrimcilik için söylenen, “Devrimci ölümle evli, hayatla nişanlıdır”, sözü bizler çok uyuyordu. Sosyalizm yolunda, örgütlü devrimci mücadele için karınca kadarda olsa, emekleri bulunması için okullarını, kişisel hayatlarını feda edip, devrim mücadelesine kendilerini veren, serdengeçti bir kuşaktı bunlar. Bunun burasını iyi anlamak lazım. Bu kuşağı, dışarıdaki sınıflar mücadelesinde ki kavgada yaptıkları kadar, mahkemelerdeki tutumlarıyla, cezaevlerindeki, işkencelerdeki, hücrelerdeki yaşadıklarıyla da yazmak anlatmak gerekir. Adem üzerinde konuşurken diyebiliriz ki, bu kuşağın köstebekler gibi cezaevlerinde tüneller eşip, dışarıya çıkma arzuları, kendi kendilerini kurtarma arzusundan değildi, onlar dışarıdaki sınıflar mücadelesinde, emekçilerin yürüttüğü uluslar arası devrimci mücadeleye katkıda bulunup, devrimin bayrağını daha yücelerde dalgalandırmak içindi. Bunca acıya dayanmamızı sağlayan, direnme gücümüzün kaynağı buradan geliyordu.
Bu kuşağın trajedisi ise, bunlar 12 Eylül sonrasında, cezaevlerinden çıkınca yaşandı. İdeallerine sonuna kadar bağlı olan bu insanlar, bu uğurda okullarını bıraktıkları için, bir meslekleri yoktu, kendilerini gönülden bağlı oldukları bu devrimci değerleriyle yaşatacak olan dışarıdaki devrimci örgütlülüklerde dağıldığı için, kendi kendilerinin yaşamlarını sürdürmeleri için, yani geçimlerini sağlamak için bir takım işler yapmaları gerekiyordu; işte bütün sorunlar da buradan çıktı. Bu insanlar devrimci açıdan bakınca, sahiden büyük insanlardı, devrim olsaydı, onlar büyük görevlere gelecek, büyük işler yapmaya devam edeceklerdi ama giriştikleri devrimci mücadelede yenilmişlerdi bir kere, önlerine konulan bunun acı faturasıydı. Bu fatura sadece onca yıl hapishanelerde yatıp, işkencelerden geçmiş olmakla bitmedi, bunun acı bir faturası da dışarıdaki toplumsal hayatlarında kendilerini bekliyordu. Bu hayatımızda teorik yetersizliklerimiz, tecrübesizliklerimiz, önümüze serilen bazı tuzakları görmemizi engelledi. Bu yüzden tökezleyip tuzaklara düşenlerimiz oldu. Bu süreç bu açıdan iyice gözden geçirilmelidir. Sonuçta suçu bireyler işlerler ama o suç ortamını toplum hazırlar. Babalarının yani ailelerinin bir iş hayatı olup, hapisten çıkan çocuklarına böylesi olanaklar sunulan kişiler, kendilerini daha kolay toplumda var ettiler. Ama Adem gibi kimi kimsesi olmayanların sorunları katmerlendi. Sırf bu konuyu işleyen “Selinti” başlıklı bir yazı yazmayı düşünmüşümdür hep. Bir düşünün, bu insanlar cezaevlerindeyken dışarıdaki hayat devam etmiş, onların akranları işini gücünü kurup evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar, bunlarsa hiç tanımadıkları bir hayata yeniden başlıyorlar.
Burada Adem’le ilgili anlatacağım şu anılarımın konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum.
Adem Adana’da aranır konumda (o günlerin diliyle söylersem illegalite de) olduğu için, Antep’teki devrimci mücadeleye destek olmaya gider, orada farklı bir kimlikte yaşıyordur. Adem’i geçici olarak yerleştirdikleri evde, herkesin sevip saydığı yaşlı bir büyükleri vardır. Bu ihtiyar amca bir gün, dolmuşla eve gelirken, kendilerini de tanıyan dolmuş şoförü, ihtiyar amcamıza, dolmuştan yavaş inip bindiği için bağırıp çağırıp, saygısızlık eder. Bu ihtiyar amcamızın zoruna gitmiştir, eve gelip bundan yakınca aile meclisi bu densiz şoförü öldürmeye karar verirler. Adem durumun bu halini görünce, duruma müdahale edip, arkadaşlar etmeyin eylemeyin, böylesi basit bir neden için adam öldürülmez, ama şoförün yaptığı da densizlik, ben gidip şoföre durumu anlatayım, adam gelip amcamızdan özür dilesin, işi böylece tatlıya bağlayıp kapatalım der. Ev ahalisinin oluşturduğu aile meclisi de Ademin bu önerisinde mutabık kalırlar. Adem bu duygularla gidip, usulüne uygun bir dille, şoför kardeşimize durumu anlatınca, şoför arabasında zulaladığı değneği çekip, Ademe saldırır. Bu defa neye uğradığına şaşıran Adem şoförü durdurmak için, silahını çekip şoförün bacaklarına iki tane sıkar. Gel zaman git zaman Adem bir gün yakalanır, bu dava için hakimin karşısına çıkarılır. İddia makamındaki savcı, “Adem’in adam öldürmeye tam teşebbüs suçundan en ağır bir cezayla cezalandırılmasını” istiyordur. Adem savunmasında var olan durumu hakime olduğu gibi anlattıktan sonra şöyle der: “Sayın yargıç, ben bir Dev – Yol militanıyım, silah kullanmasını çok iyi bilirim, nokta ateşi yaparım, isteseydim, amacım bu şoförü öldürmek olsaydı, onu oracıkta hemen öldürürdüm. Ben oraya böylesi iyi bir niyetle gittim, durumu şoföre anlattım, o bana sopayı çekip saldırınca, onu engellemek için başka çarem kalmadı, ayaklarına sıkmak zorunda kaldım” der. Hâkim bu savunmayı geçerli bulup, aynen bu savunmayı gerekçeli karara yazarak, Adem’e nefsi müdafaa için adam yaralamaktan en hafif ceza verir. Yargıtay’ca onaylanıp gelen, bu cezanın karar hükmünde şöyle yazmaktadır : “Sanık Adem Kütük, kendisinin samimi olarak belirttiği gibi, bir Dev –Yol militanıdır, kendisinin ifade ettiği gibi silah kullanma konusunda uzmandır, mağduru öldürme kastiyle vurmak isteseydi onu öldürebilirdi, sanık mağduru öldürmek maksadıyla yaralamamıştır.”
Adem dışarıdaki devrimci mücadelede olduğu gibi polis sorgusunda, mahkemedeki savunmasında, cezaevi direnişlerinde, cezaevlerinden kaçma hususunda yaptıklarından dolayı haklı bir ün kazanıp adeta bir efsaneye dönüşür. Öyle ki onun soyadı unutulup “köstebek” Adem lakabıyla anılmaya başlanılır. Mahkemede mesleğin (işin) ne diye sorulunca, göğsünü gere gere devrimcilik diyen bu efsane hapisten çıkınca devrimci ilişkiler içinde yaşamını sürdürmesinin mümkün olmayacağı gerçeği ile yüz yüze gelir. Devrimci mücadelenin yaratmış olduğu bu efsanenin, cezaevinden çıkınca yaşamını sürdürebilmek için yapacağı bir işi, bir mesleği, bir becerisi yoktur. Ailesi yoksuldur, bir şeyler yapabilmesi için bir yerlerden azda olsa bir sermaye bulması gerekir. Adem kendisi gibi yoksul bir arkadaşla evlenmiş, çocukları olmuştur, artık ailesini de geçindirmesi gerekiyordur. Adem bu yeni hayatında, bir yaşam kurmak için tırmalamaya başlar. Sorunlarda işte tam buradan çıkar. Adem küçükte olsa, kimseden emir almadan, kendi kendine yöneteceği, bir iş yapmak için tanıdık çevresinden borç paralar alır, bir takım işlere başlar, işleri umduğu gibi gitmeyince verdiği sözleri tutamaz, borçlarını ödeyemez olur. Yavaş yavaş adı bu anlamda kötüye çıkıp bu söylentiler yayılmaya başlar. Toplumsal bataklık büyüktür, Adem debelendikçe daha da alta kaçar. Bu durum, normal koşullarda, Adem’i ağzına bile almayacak yada alamayacak olan insanların ağzında Ademin sakız olmasına yol açar. Adem çiğnendikçe çiğnenir. Dedikodular başını alıp gider. Tam boyutlarıyla görülmese de hissedilen bu durum Adem’in dostlarını üzer. Muharrem Kırtan’la ne zaman karşılaşsam ya da Muharrem Kırtan ne zaman bize gelse “Rıza abi Adem seni severdi, Adem bu değil, Adem ölüyor bir şeyler yapalım” der. Ama bir şey yapamayız ya elimizden bir şey gelmez ya da yaptıklarımız çare etmez. İşte bu süreçte Adem, babasının köyde yaptığı bir yanlışı düzeltmek sevdasına kapılıp, bu uğurda uğraşırken hapse düşer; suç basittir ama infazı yandığı için yedi- sekiz yıl daha yatar. Adem bu defa cezaevine yapmaması gereken, yanlış, feodal bir suçtan girmiştir, İsa’nın “İlk taşı hiç günahı olmayan atsın”, dediği hatırlatılmasına rağmen, hiç yanlışı olmayan pürü paklar Adem’den uzak dururlar. Adem siyasi olmayan bir suçtan hapse girmiş olsa da ona yardım edelim, ona destek olalım diye sürdürülen çabalar sonuç vermez. Kendi kaderiyle baş başa kalan Adem’in cezaevindeyken önce anası, sonra eşi, daha sonra da babası ölür. Tekrar hapisten çıktığında koşullar daha da ağırlaşmıştır. Adem bu toplumsal koşulların olumsuzluk denizinde kendi dünyasında yüzüp karaya çıkmak isterken, bu defada yanlış bir evlilik yapar, bu onu devrimci çevrelerden tamamen koparır, işte tam da bu süreçte amansız bir hastalığa yakalanır, artık yapılacak bir şey yoktur. Adem efsanenin ışıkları, oluşan bu toz bulutunda görülemez hale gelir. Bir şubat ayında Adem bu dünyaya ilelebet gözlerini kapar. Sonuç olarak diyebiliriz ki, devrimci mücadelenin asi bir çocuğu Adem Kütük, alınması gereken derslerle dolu, sonu tatlıya bağlanmayan bir kitaptır; okumasını bilene.
Her şeye rağmen Adem’in cenaze töreni görkemli oldu, onu bilip tanıyan, ününü duyan bütün dostları salın etrafında dizilip mezarına kadar sloganlar atarak yürüyüş eylediler. Adem’in abisi imam getirmişti, o bir köşede inancının gereğini yaparken dostları onu kendi bildikleri tarzla sevgiyle saygıyla toprağa verdiler. Adem’in mezarı başında Mehmet Bayaztaş kısa güzel bir konuşma yaptı dağıldık. Adem, tabiatın üzerinde, tabiattan gayrı, tabiata hükmeden bir kuvvetinin olmadığını bilir, devrimci hayatının her döneminde bunun propagandasını yapardı. Yoldaşları da, sevenleri de ona son yolculuğunda buna uygun davranıp ona yakışanı yaptılar.
Adem, köydeki sorunlardan dolayı aldığı hapis cezasını yatıp, hapisten çıktığında yanına gitmiştik, konuşurken, “Yahu” dedi “ Hani derler ya kardeşin duymaz eloğlu duyar diye, bir gün beni idareye çağırdılar, vardım ki ne varayım, İsmail Öz3 bana kocaman bir koliyle çamaşır göndermiş, bir kısmını kendim aldım, kalanı arkadaşlara dağıttım, bu beni öyle mutlu etti ki anlatamam; İsmail’i gördüğünde, selamı mı söyleyip, teşekkür edersen sevinirim”. O, yapılan en küçük bir iyiliği, hatırlanmayı, küçük bir jestti bile hiç unutmuyordu; onun bir özelliği de buydu.
Adem’in anlaşılması için, kişisel bir iki anımı da anlatmak istiyorum. Ben sürgün cezam bitince, hem kendi kendimi geçindirecek bir iş bulamadığım için, hem polisin gözünden uzaklaşmak için bir dönem köye sığındım, sonra koşullar oluşunca Adana’ya gelip önce Seyhan Belediyesine, oradan atılınca da Çukobirliğe “sakat işçi” kadrosunda girip, bir işçi olarak çalıştım. Adem hapisten çıkıp Adana’ya geldiğinde ben Çukobirlikte çalışıyordum. Ademgil önce “Tartışma süreci” sonra da “Geleceği birlikte kuralım” dedikleri sürece girmişlerdi. Malum ya bu sürecin sonunda ÖDP’de hepimiz tekrar buluştuk.
Adem bir gün Çukobirliğe geldiğinde bana da uğradı. Çalıştığım “Basın Bürosunun” yanındaki boş bir odada Adem’le biraz konuştuktan sonra, Adem’e dedim ki, “Adem sen burada biraz bekle, ben gidip müdürümüzden izin alıp geleyim, ondan sonrada gidip modern makinelerle üretim yapılan yerleri gezelim”. Bunu deyince Adem bana ilk defa Allah kitap çekip, “Ya Rıza abi kendine gel, sen kimsin o adam kim, o adam kim ki sen ondan izin isteyesin, gidip şu müdür dediğin lavugun ağzını burnunu kırayım” dedi. Adem’i müdürü dövmekten zor zoruna engelledim. “Adem, o adamın bunda bir suçu yok, bu işe girebilmek için, bu koşulları ben kabul ettim, bunu anla” dedim. Allah kitap çekip gitti. Bertolt Brecht: “Vahşi fillerin en büyük düşmanı evcilleştirilmiş fillerdir” der. Adem Adana Dev – Yol hareketinin evcilleştirilemeyen vahşi filiydi; Öyle de kaldı.
Burada bir anti parantez açıp şunları da yazmalıyım. Aziz Nesin’in bir yerde “Beni yazarlık ölçütleriyle değerlendirirseniz, mutlaka bir değerim vardır, ama marangozluk açısından beş para etmem, elimden bir şey gelmez” dediği gibi, bu kuşağında devrimci mücadele açısından baktığın zaman mutlak bir değerleri vardı, hatta birçoğu bir efsanedir ama 12 Eylül sonrası yaratılan atmosferde bunun bir değeri yoktu. Bu kahraman insanlar okullarını, eğitimlerini bırakıp devrimci mücadeleye kendilerini verdikleri için sosyal hayatta bir meslekleri bir becerileri de yoktu. Bu insanlar devrimci mücadele açısından bakınca bir efsaneydiler belki, hiçbir kavgadan kaçmamışlardı, silahı çektin mi hedefi gözünden vururlardı, polis sorgusunu tınlamaz, köstebekler gibi hapishanelerden tüneller kazıp dışarı çıkarlar ama bunun yenilgi sonrasının toplumsal koşullarında sosyal bir karşılığı yoktu. Bu defa da, en kötü işlerde çalışıp kendi hayatlarını kazanmaları gerekiyordu. Bu kötü gerçeği kabullenip buna ayak uydurmak, bunun yarattığı koşullarla cebelleşmek zordu. Bu “attan inip eşeğe binmek” değil yaya kalmaktan daha beter bir şeydi. Sorunun bir yanı da bunu kabullenip kabullenmeme meselesiydi. 12 Eylül’ün sanatını yapıp, romanını yazacak olanlar umarım bunları işlerler.
Bundan sonra, ÖDP sürecinde Adem ile tekrar birlikte olduk. Adana’da ÖDP teşkilatı oluşturulurken, Adem o grubun sözcüsü olarak “Rıza ile Nejade yönetimde görev almayacaklar” diye dayattı. Adem’in kararlılığını bildiğim için, koşulları hiç zorlamadım. Hata bir defasında Seyhan İlçe başkanı olacak adam bulamıyorduk, bu işin konuşulduğu komite toplantında “mademki uygun bir kimseyi bulamadık, Seyhan ilçe başkanı ben olayım” dedim. İçerde ki komisyon toplantısında bu teklifime, Yaşar Kemal Burgaç karşı çıktı. Yaşar Kemal Burgaç’ın itirazını dinlemedim, bu arada diğer gruplardan da beni destekleyenler oldu, komisyonda anlaşma sağlanamadığı için salona çıktık. Bu salonda da büyük bir uğultuya yol açtı. Baktım benim Seyhan ilçe Başkanı olmama karşı çıkanlar içinde Adem İle Veyis Sami Türkmen’de var, o zaman durumun ciddiyetini anlayıp, Seyhan İlçe Başkanı olma isteğimden vazgeçtim. Önce Kemal Çöl’ü yapacak oldular, sonra da Hasan Sarıkaya’yı ÖDP’nin Seyhan ilçe başkanı yaptık. Bu durumdan alınmıştım, Adem odada tek başına otururken yanına varıp, gözlerine baktım “Rıza abi ya da Rıza” dedi, “seni sevip saydığımı bilirsin, bunu kişisel bir durum olarak algılama, bu siyasal bir tutum. Biz senden böyle öğrendik, bu işlerde duygusallığın yeri olmaz, beni anla” dedi. Onu anlıyordum, belki de onu en iyi anlayanlardan biri bendim. ÖDP’nin birinci Adana il kongresinde müthiş bir çekişme vardı. Adem’le aynı platformda değildik. Birbirimize karşı aslanlar gibi siyasal mücadele veriyorduk. Ben kaç kez söz alıp kürsüye çıkıp konuştum. ÖDP Adana il kongresi, 45 tane üst kurul delegesi seçip, Ankara’ya gönderecekti. Delege olmak için kongrede çok uğraştım, sonunda 45 kişilik delege listesine girip, delege seçilemedim. ÖDP’de değer ölçüleri değişmişti.
ÖDP, Adana İl kongresinde delege seçilemediğime çok üzülmüş olmalıyım ki, kardeşimin oğlu, o çocuk halinin tatlılığıyla “Amca ÖDP’liler seni sevmiyorlar mı?” diye sordu. “Yok, Cemoş’cuğum ÖDP’liler beni severler, niye böyle düşündün ki ” dedim. “Eee delege seçmediler diye üzülüyorsun ya” dedi, çocuğa ne söyleyebilirdim, “ ben onların takımından değilim” dedim. “ÖDP’lilerin hepsi bir takımı mı tutuyor ki” dedi, “yok Cemoş’cuğum” “hepsi bir takımı tutmuyor da, hepsinin tuttuğu bir takımı var, biliyorsun ben de hiç bir takımı tutmam” dedim. Cemoş düşündü, düşündü “haaa şimdi durumu anladım “dedi, gitti. Cemoş o çocuk haliyle durumu nasıl anlamıştı, ben ne anlatmıştım aklıma geldikçe gülerim.
Adem bir ara arşivi sayılacak, günlüklerini, ona yazdığım o uzun mektupları, resimlerini bana vermişti. Metin Kürecigil o belgeseli çekerken, sanırım lazım olur diye bunları benden geri aldı, sonra bunların bir kısmını bana geri verdi mi ne oldu bilmiyorum. Adem öldüğünde Ademin bendeki resimlerinden Facebook’ta “ÖLENLER ÖLÜMÜ BİLMEZLER, ÖLÜM KALANLAR İÇİN KORKUNÇTUR” adını verdiğim bir albüm yapıp, kısa bir yazı yazmıştım. O yazıyı da buraya alıp bu mektubu bitirmek lazım. Adem kolay anlatılıp kolay anlaşılacak bir adam değildir. Konunun çok farklı boyutları vardır, bunun için çalışmaya araştırma yapmaya ihtiyaç vardır. Devrimci faaliyetlerde bulunduğu bölgelerde, cezaevlerinde beraber kaldığı insanlarda araştırma yapmak gerekir. Ademin biyografisini yamak bunun için meşakkatli bir iş
Adem için ne yapsak değer, ne kadar çalışsak yeterli değildir. Bu yazıyı bir şiirin şu dizeleriyle bitireyim: “O dostlarının indinde tam adam / Düşmanlarının indinde azgın bir delidir / Adana polisinde künyesi şüphelidir”.
Sağlıcakla kal.
Devrimci duygularımla seni, Adem’le birlikte mücadele ettiğimiz herkesi selamlıyorum.
Aslına bakarsanız Adem anlatmakla bitmez. Düşündükçe bu yazıya çokça ekleme yapma isteği duyuyorum ama insanlarda uzun yazı okumaya sıkılıyorlar. İyisi mi babamdan duyduğum şu fıkrayı ekleyerek bu defteri şimdilik kapatayım.
BİR PIRINAN İMANA GELEN BİR KAVARAYLA İMANDAN ÇIKAR.
Vakti zamanında, adamın biri, pazarda kuş pişirip satarak geçimini sağlarmış. Bir gün, benim gibi kılığı kıyafeti pejmürde (bozuk) bir adam gelip, “bey biraderim acıktım, bir kuşta bana pişir de karnımı doyurayım, yalınız sana verecek param yok” demiş. Bizim kuşçu, boynunu büküp, “kusura bakma beybaba” demiş “ben de buradan çoluk çocuğumun rızkını sağlıyorum, bu iş parasız olmaz”. Yaşlı adam, boynunu büküp biraz yavuncuduktan sonra bakmış ki iş olmuyor, bu defa diretip “bak” demiş, “sen bana bir kuş pişirip vermezsen, ben de bu kuşların hepsini ürkütüp uçururum, elinde bir tane bile kuş kalmaz”. Tezgahtar yukardan aşağıya, yaşlı herife şöyle bir süzdükten sonra, gülerek “beybaba, var işine gücüne git, benimle kafa bulma, bu kuşların hepsinin kafası kopmuş, tüyü tozağı yolunmuş, hiç kafası kopmuş, kanatları yolunmuş bir kuş uçar mı, var işine git, benimle eğlenme işim var gücüm var” demiş. Kuş pişiren esnafla, bu meçhulden gelen, garip kılıklı adam, başlamışlar kuşlar uçardı uçmazdı diye çeneleşmeye; sonra adam bakmış ki olacak gibi değil, kuşçu bir türlü yola gelmiyor “peki öyleyse” demiş, “o zaman günah benden gitti, bende kuşlarını kişeleyip uçuruyorum” deyip, tezgahın üzerinde ki kuşları “kişe kişe” diye kişelemeye başlamış; yaşlı adam kuşları kişelemeye başlar başlamaz da, olmayacak olmuş kuşlar, pırrrr, pır diyerek tezgahtan uçup gitmişler. Bunu gören kuşçu esnafı bu defada “aha hızır” diye bağırarak, “Hızır kaçıyor yakalayın” diye ün ederek adama doğru koşmuş. Adam kaçmış, kuşcu, kaçan adamın arkasından, “ ulan tutun hızır kaçıyor” diye ün edince bütün çarşı esnafı düşmüşler yaşlı adamın peşine. Sonun da yaşlı adam, yorulup bir yerde oturmuş, kovalayan ahalide adamı yakalamışlar, bu defa hızır diye yakalanan yaşlı adam, oturup biraz rahatlayıp soluklanınca,başlamış ossurmaya , bu hali gören ahali biraz şaşkın “be canım hızır da hiç ossurur mu” deyip adamı bırakıp gitmişler. Yaşlı adamla kuşçu oracıkta baş başa kala kalmışlar, bu defa kuşçu esnafı yaşlı adamın şaşkın şaşkın bakışına bakmış: “yok öyle” demiş “ben seni bir defa gördüm, osurma değil ya sıçsan da bırakmam gayrı.” Yaşlı adam kuşcuya dönüp evlat halk dediğin işte böyledir, bir pırınan imana gelir, bir kavarayla da imandan çıkarlar.
Bektaşi fıkraları böyledir işte, zamandan zamana, yerden yere, kılık kıyafetler değiştirerek gelir, bu fakirin carına Hızır gibi yetişir; işte buda böyle.
 24 Şubat 2013 Adana.
Rıza Aydın
1Carlos Marighella’nın “Devrimci militan nereden sağların konusunda ileri sürdüğü görüşleri başka bir yazıda tartışmak isterim.
2PASS, “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” sözlerinin kısa yazılışıdır, Mahir Çayan’ın savunduğu devrim yolunun kısa anlatımını içerir.
3İsmail Öz, Adana devrimi hareketinde Kurtuluş Sosyalist Dergi çevresinden bir arkadaşımızdı, bu dönem İstanbul’da yaşıyordu.

Hiç yorum yok: