17 Mayıs 2013 Cuma

Bir Devrimcinin Anıları 6/ Ellerim Koptuğunda Duygularım



Rıza Aydın
Sevgili Demir, merhaba
Bilgisayarım virüs kaptığı için, bir haftadır bir şey yapamıyordum. Virüs koruyucu programım olmadığı için her türlü saldırıya açığım. Bu tür programlar yüklemeye bilgisayarın kapasitesi uygun değil dediler. Laf gelmişken bu virüsleri ortalığa sürenlerin bunda ne faydaları var, anlamıyorum. Beni hiç tanımayan birinin bana bu eziyeti vermekte amacı ne, bundan ne çıkarları var kafam almıyor.
images-6.jpg
Doktor Şenay’ın hastalığını ( Sistemik LUPUS Eritematozus – SLE) anlatırken “verdiğimiz ilaçlarla, bağışıklık sistemini baskı altına alıp, vücudunu korunmasız hale getiriyoruz, bu yüzden mikroplu olacak ortamlardan vs uzak duracaksın demişti.

İnternette girince nasıl korunacaksın bilmiyorum, kısaca eskilerin söyleyişiyle “bilgisayarın mı var, derdin de var.
Ben, Dileği merak ediyorum, nasıl oldu. Tıbbi olarak bundan sonra ilgilenileceğini biliyorum, ama asıl sorun psikolojik olarak yeni durumu kabullenip kişinin kendini ona göre hazırlaması. Nasrettin Hoca’nın “daha önce bu iş başından geçmiş birine bunu sorun halimi size anlatır” dediği gibi, başından aynı tür serüvenler geçmiş biri olarak onu düşünüyorum. Onun ne tür duygular içinde olacağını çıkarsamaya çalışıyorum
Düşünüyorum da, ben de çok zor alıştım, ne zorluklar çektim.
Elerim koptuğunda uzun dönem, hastanede başımızda nöbetçi bekledi, hiçbir yere kırmaşamadık. Zaten gözlerimizde yaralandığından, onlar da bağlıydı ne kendimizi ne de çevremizi göremiyorduk. Askeri ceza evine geldiğimizde, önceleri subayların tutuklu kaldığı bir bölümde kaldık, güzel, aynası olan bir yerdi. Orada bir gün, tuvalete giderken, lavabonun önünden geçiyordum, aynada kendimi gördüm; nasıl olmuşum diye kendime bakayım dedim, içim el verip de kendi kendime bakamadım; ellerimi arkama dolayıp, ellerimi saklayıp ta kendime öyle bakabildim. O anımı hiç unutamam.
Ama gerçekliğim buydu; ya bu gerçekliğimi olduğu gibi kabul edip ona göre yaşayacaktım ya da …aslında düşündüm benim için bunun ya dası yoktu. Ameliyatla el taktırmayı düşündük, bir ara onun hayallerini kurduk. Bunu doktorlara, Sofya radyosuna sorduk herkes bize zor, hatta imkansız dedi. Sofya radyosu sorumuzu cevaplayınca “Tanrım beni baştan yarat” parçasını çalmış mıydı yoksa şakayla biz mi öyle demiştik aklımda öyle kalmış.
Kendi kendime “oğlum Rıza sağlamken herkes yiğit olabilir, herkes kahramanlık yapar hadi yiğitliğini şimdi göreyim, bu halinle yaşamayı başar” derdim. Kısaca bu yeni halimi olduğu gibi kabul edip, ona göre davranmaya başladım. Sakatlığımı ya da vücudumun eksiklerini ne kendimden ne de başkasından saklamıyordum, adeta Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayım der gibiydim. Senin İbrahim (Kılıç) diye tanıdığın arkadaşım bunu benim gibi kabullenememişti sanırım, ellerini hep saklardı, onunla aynı koğuşta kalıpta onun elsiz olduğunu bilmeyenler bile olurdu.
Bense bu durumumu kafamdan atıp unutmuş, sanki hep böyleymişim gibi davranırdım- davranırım. O halimi unuturum. Takmam kafama. Bunu takanların bir takıntısı olduğunu, onların tedavi edilmesi gerektiğini bile düşündüğüm olur. O eski nişanlım olan Hatice gil bir hayli böyleydi.
Askeri cezaevinde ki arkadaşlarımın tutumları iyi değildi; benim bu halimle partiye üye olup olamayacağımı, gerilla birliğinde ne işe yarayacağımı, onlara yük bile olabileceğimi tartışmışlardı. Ben de saf saf savunmaya geçip, “yeni gelen genç kuşaklara tecrübelerimizi anlatır, onlara teorik eğitim verebilirim” diye kendimi savunduğumu hatırlıyorum. O günler benim için çok acı günlerdi. Elin gözünde, birdenbire değerden düştüğünü görüyorsun, attan inip eşeğe binmiş gibi, hatta yaya kalıp sürünüyor gibi oluyorsun. Sana öyle muamele ediliyor, güçlü kuvvetli pehlivan gibi bir adamken, hemen, birdenbire sakat küt kötürüm olup çıkıyorsun. İnsanların, yoldaşlarının sana ne gözle baktığını görüp içine atıyor, üzülüyorsun, ya da isyan ediyorsun. Ne edersen et çaresi yok, insanın içini acıtan, insanın gönlünü yaralayan anlar yaşıyorsun…..
Kendimi okumaya vermemde bu savunmamın payı çoktur.
Aslında okuma ihtiyacını Dev –Yol dan ayrılıp Kendini daha sonra Dev- Sol diye tanıtacak olan grupla ilişkiye geçip de onları tanımaya başlayınca, okuma zorunluluğumu görmüştüm. Bunlar eskilere bakarak daha çapsızlardı, bir hata ettiğimi anladım ama bilgi dağarcığım bana yol gösteremiyordu. Mahir Çayan’ı eskiden beri ezbere denecek kadar bilirdim, ama o bilgilerim, M. Çayan’ın teorileri yolumu aydınlatamıyordu.
(Mahir Çayan’ın Teorisinin asıl olumsuz yanını şimdi daha iyi anlıyorum; M. Çayan’a göre Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin Marksizm mi, bir ve ikinci dönemin Marksizm inden farklıdır. Birinci ve ikinci bunalım dönemi dediği evre Marx’ın, Engels’in, Lenin’in yaşadıkları dönemi kaplıyor. Bunları çıkarınca geriye, Marksizm diye bir şey kalmıyor; ne kalıyor: ulusal kurtuluş savaşları, gerilla mücadeleleri vs. Bizler o dönem bol bol Amilcal Cabral, Alberto Bayo, Carlos Marigella, Angola lideri , Giap’ın kitaplarını okurduk. Bunlar insana Marksizm bilgisi vermiyor. Gerçekten Marksizm mi öğrenmeye çalıştığında durumunu daha iyi görüyorsun; işte o zaman ne yapacağını şaşırıyorsun)
Marks’ı Lenin’ni okuyayım diyordum, ama ne okuyacağımı, okumaya nereden başlayacağımı da bilemiyordum. Felsefe önümü açabilir diye gidip Lenin’in “Ampiriori kritisizm” ini aldım okudum, bir şey anlayamadım. Bir çıkış yolu arıyordum, “Allahım bana yardım et der gibi bana yardım edecek birini arıyordum ki o bomba patlayıp beni sakat bıraktı. O sakatlığı işte bu ruh hali içinde yaşadım, bu ruh hali içinde geçirdim. Belki halimin dayanılmaz oluşunun bir nedeni de bu.
Uzun lafın kısası Niğde cezaevine geldiğimde içinde bulunduğum ruh hali böyleydi. İşte o ortam, özellikle sen, önüme okunması gereken bir ufuk, yeni bir yol açtın, ben de o denize cumburlop atladım. Hep, sen hedefe doğru koşmayacaksın, bazen de hedef sana doğru gelecek derler ya işte öyle bir şey.
Sonuç, oradan kalkıp buraya geldim, iyi kide geldim. Hayatımda hiç bir işim yaver gitmemiştir, şansa inanılır mı bilemem ama benim şansım hiç iyi değildir. Hayatta ki tek şansımın Niğde cezaevine düşmek olduğunu düşünürüm hep.
Örneğin şu bizi sakat bırakan bombalı pankart işi; her şey gelip geçti ama, ben başından beri bu işe karşıydım. Ölüm yıldönümü dolayısıyla Ulaş Bardakçı’yı anacaktık. İbrahim bombalı pankart işini önerince, hemen karşı çıkmıştım. Bu iş hem eylem sırasında patlayıp bize zarar verebilir, hem de suçsuz masum başka insanlara zarar verebilir diyordum. Çok uzun tartıştığımız halde birbirimizi ikna edememiştik. Ben karşı tez olarak uçan balonlarla Ulaşın posterini havaya uçuralım diyordum. Herkes kendi eylemini yapmak üzere ayrıldık. Ben her şeyi hazırladım, eylem günü geldi çattı, balonları piknik tüpüyle şişirip bıraktım, balonlar uçmuyor. Orada anladım ki balonu havaya uçuracak hava başka bir havaymış. Eylemim suya düşünce gidip annemgili göreyim diye mahalleye geldim; arandığımdan eve gelemiyordum, bir komşumuzun evine gittim. Annemgille otururken elinde paketlerle İbrahimgil geldiler; eyleme hazırlandığımız evin etrafında polis olduğundan kuşkulandığımız kişiler dolaşıyordu, oradan kuşkulanıp yanına geldik dediler. İyi amma bu iş burada olmaz desem de beni dinlemeyip, İbrahim yalvarışlarıma aldırmadan fünyeyi bağlamaya başladı. Yanlış yapıyorsun kaza olacak diye ne kadar yalvardım. Sonunda işi yaptı paketledi, şu paketi bantla diye bana uzattı. İzola bantı aldım İbrahim’in elindeki paketi yapıştırıyordum ki, o korkunç bir patlama oldu.
“Eyvah!” dedim amma iş işten geçmişti. Can tatlı, yine de candan geçilmiyor; Kan kaybından ölmemek için, gözlerimde görmediğinden, sürüne sürüne, ikinci kattan aşağıya indim. İnerken İbrahim’i de indirdim. Etrafımıza gelenlere “Ben Ali Rızayım; yukarda silahlarımız var, arkadaşlar onları alsınlar, bizi de hemen hastaneye götürsünler, yoksa kan kaybından ölürüz” diyordum. Herkes bunları yiğit olduğum için yaptığımı sanıp öyle anlattı, yiğitliğim üzerine efsaneler üretildi; halbuki ben bunları ölmekten korktuğum için, yaşamak istediğim için yapmıştım. Bunları yaşarken yiğitlik aklımdan bile geçmemişti, ben her şeye rağmen yaşamda kalmaya çalışıyordum.
Sonrasını biliyorsun. Her şey böyle oldu, hepimiz sağız. İbrahim bana Adana cezaevinde “kusuruma bakma benim yüzümden sen de sakat kaldın, ben de bu bombalı pankart işini hayatımda ilk defa yapıyordum” dedi. Acı tabloyu görüyor musun? Üçümüzde oracıkta ölebilirdik; hastane uzak olsa ya da kendimiz gidemesek, kan kaybından ölmüş olacaktık. Adama bombalı pankart yapın denmiş, o da yukardan gelen bu komuta “ben bu işi hiç yapmadım, ben bunu yapamam” diyememiş.
Hayatımı etkileyen bütün işler böyledir. Anlatıp boşuna başını şişirmeyim, tek şansım Niğde ceza evine düşmemdir. Niğde ceza evine düşmeseydim belki de öyle cap cahil kalacaktım. O cahil, bilgisiz, kültürsüz halimle bu yükün kahrını, tövbe çekemezdim. Belki o zaman gerçekten sakat olurdum.
Bu yükü taşımamda bana yardımcı olan Niğde cezaevinin o atmosferini, seninle Ertuğrul Kürkçü’nün yol açıcı yardımını, hiç unutmayacağım.
Şairin “Çekilmez değil çekilir” dediği gibi her şey çekiliyor, önemli olan insanin bilinci, psikolojik durumu, içinde bulunduğu çevre.
Ebem gökten “ne gelirse yer onu götürür” derdi. İnsan da öyle bir varlık ki başına gelen her şeyi kabul edip onu çekiyor, üstesinden de geliyor.
Demir bak, konu insanı çekip nerelere götürüyor. Yazmaya başlarken bunlar hiç aklımda yoktu. Söz alıp beni ta buralara getirdi.
Diyeceğim şu: Bence tabii Dileğin psikolojik durumu olayı kabullenip üstesinden gelmeyi istemesi çok önemli, bunu bir isterse gerisi kendiliğinden geliyor.
 Dilek için ne yapılabilir ne yapabilirim bilmiyorum. Onun sevdikleriyle birlikte olmasının çok iyi olacağını sanıyorum. Benden ona götürebileceğin kadar sevgi, götürebileceğin kadar selam götür.
Sevgilerimi selamlarımı da salıyorum. 15 mayıs 2002

Hiç yorum yok: