17 Mayıs 2013 Cuma

Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Türk-Kürt Bağlaşması



   Yalansız’ın notuGarbis Altınoğlu’nun yayınlamakta olduğumuz yazısı, Reyhanlı’da sivilleri hedefleyen saldırıyla birlikte, Türkiye’nin AKP hükümeti eliyle sürdürmekte olduğu Suriye politikasının, ne denli etnik ve mezhepler arası savaşa, kanlı olaylara sürüklenebileceğini işaret ediyor ve hem Kürt siyasi hareketine, hem de Türkiye sosyalist hareketine uyarıcı kanıtlar sunuyor.  Bu bakımdan, suskunluk yerine yapıcı eleştiri tarzının mümkün olduğunu da görebiliyoruz. Eğer sisteme karşı ortak mücadele zemininde bulunduğumuzu düşünüyorsak, itirazların haklı olup olmadığı ancak tartışarak su yüzüne çıkabilir. Onun ötesi önyargılar denizinde boğulmaktır olsa olsa.
Garbis Altınoğlu’nun anti-emperyalizmi milliyetçilik bazında tanımlayarak, onun kapitalizme karşı verilecek mücadeleyle tamamlanabileceğini görememesi tahlillerinin sorunlu olmasına sebep oluyor. Dolayısıyla Rusya, Çin, İran odağının emperyalist-kapitalist niteliksel özelliğini göz ardı ederek, eski üç dünyacı görüşlerin uzantısı olarak en büyük emperyalist güç olarak tanımladığı  ABD’ye karşı verilen her mücadeleyi kutsuyor. Kutsuyor ama Ortadoğu’da sürmekte olan kanlı savaşların uluslararası emperyalist güç mücadelesinin arenası olduğunu adeta unutuyor.
Bu rezervlere karşın, makale yaşanan sürecin anlaşılması ve tartışılması için imkan sağlamaktadır.
Ferhan Umruk
Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Türk-Kürt Bağlaşması
                                             Garbis Altınoğlu, 14-15 Mayıs 2013
 11 Mayıs’ta Rihaniye’de (=Reyhanlı) meydana gelen ve elliden fazla insanın ölümüne ve yüzden fazla insanın yaralanmasına yol açan patlamalar Türkiye’de küçük-ölçekli bir siyasal deprem etkisi yaptı.
hatay-reyhanli-patlama-yarali-olu-fotograf-haber-haberler-7761-14g
Bu olayın ardından Reyhanlı’da patlamaya, ülkenin değişik yerlerinde yapılan protesto gösterilerine ve genel olarak bu konuyla ilişkin her türlü haber ve yoruma bir çeşit sansür getiren AKP hükümeti, çok geçmeden olayın sorumlusunu da ilan etti: Suriye hükümeti, onun istihbarat örgütü Muhaberat ve onlara Türkiye’de yardımcı olanlar.
 Yetkililere göre bu sonuncular, eskiden Acilciler diye anılan, ama aslında çoktandır artık varolmayan bir örgütün bazı elemanlarıydı. Bu arada onlar, olayın sorumluluğunu üzerine atmaya çalıştıkları Acilciler’i“Marksist Alevi bir örgüt” olarak tanımlamak suretiyle Alevi halka düşmanlıklarını ve Alevi-Sünni gerilimini tırmandırma planlarını da ele verdiler. Roboski’de, aradan 500 gün geçmesine rağmen ve devletin olağan işleyişi içinde gerçekleştirilen bir hava bombardımanında öldürülen 34 Kürt gencinin katillerini sözümona bulamayan sicili kirli Türk gericilerinin Reyhanlı’daki patlamalardan sözümona kimin sorumlu olduğunu bir kaç saat içinde ortaya çıkarmasından ve aslında bu işin arkasında belki de kendilerinin olduğundan kuşkulanmamız için bir dizi neden var. MİT’nın Reyhanlı’da meydana gelen saldırıyı birkaç gün öncesinden haber aldığı ve bu bilgiyi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aktarmasına rağmen patlamaların önlenmemesi bunlardan sadece biri. (1)

Son haftalarda ortaya çıkan veriler ilk bakışta, Suriye’ye karşı sürdürülmekte olan örtülü savaşın bir açık savaşa dönüşme olasılığının arttığı izlenimini veriyor. Mart ayında CIA’nın Suriye’deki gerici asilere silah desteğini arttıracağını açıklaması ve Arap Birliği’nin Suriye’nin bu örgütteki koltuğunu “muhalifler”in Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu adlı üst kuruluna vermesi, Nisan ayında ABD Başkanı Barack Obama’nın İsrail ziyareti sırasında Başbakan Benyamin Netanyahu’nun Mavi Marmara katliamından ötürü Türkiye’den özür dilemesi ve Türkiye-İsrail işbirliğinin yeniden canlandırılması, Nisan ayının sonlarında İsrail’in, Esad rejiminin asilere karşı kimyasal silah kullandığı yolundaki inandırıcılıktan yoksun ve BM Bağımsız Suriye Soruşturma Komisyonu üyesi Carla del Ponte tarafından yalanlanan yaygarası, gene İsrail’in 3 ve 5 Mayıs’ta Suriye’deki bazı hedefleri her türlü uluslararası hukuk kuralını çiğneyerek ağır bir biçimde bombalaması, hemen ardından 6 Mayıs’ta Türk ordusunun Suriye sınırına yakın bölgelerde beklenmedik bir askeri tatbikata girişmesi (2), Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, Fransa, Britanya tarafından da desteklenen ve ABD içindeki neo-con (=yeni muhafazakar) olarak bilinen neo-faşistlerin de içinde olduğu bir kampın Şam’a karşı yürütülen örtülü savaşın açık savaşa dönüştürülmesi yolundaki çağrılarını yoğunlaştırması bunun ilk akla gelen örnekleri. Aslında bütün bunların bir güçlülük değil, tam tersine bir güçsüzlük belirtisi olduğunun altını çizmek gerekiyor. Suriye ordusunun, halkı canından bezdiren silahlı asiler karşısında elde ettiği son taktiksel zaferler, Baas rejiminin, ülkenin bütünüyle çökmesini ve kaosa sürüklenmesini istemeyen Suriye halkının giderek daha geniş katmanlarının desteğini alması, Hizbullah’ın Suriye ordusunun bazı operasyonlarına destek veriyor olması, en azından Hizbullah, İran ile Rusya’nın kararlı bir biçimde Suriye’nin yanında durduklarını göstermeleri, emperyalist savaş kışkırtıcılarının kampında gözle görülür bir umutsuzluk ve karamsarlığa yol açmaktadır. Bunlara, Suriye’de doğrudan bir askeri operasyona girmenin bedelini ödeyemeyecek durumda olan ve Temmuz 2012′de gerçekleştirilen Cenevre Konferansı sürecini canlandırmaya razı olan ABD’nin, 7 Mayıs’ta, Mayıs sonu ya da Haziran ayında Rusya ile “Suriye sorunu”nun barışçı yoldan çözümü amacıyla yeni bir uluslararası konferans toplamak için anlaşmış olması, bu en gerici kampın mensuplarını daha gözükara ve saldırgan eylemlere yöneltmektedir. Bu bağlamda Başbakan R. T. Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta ABD’nin NBC kanalına verdiği mülakatta,ABD’nin Suriye’ye yapacağı bir kara operasyonunu destekleyeceği yolundaki açıklamasını unutmamak gerekiyor. (Erdoğan daha sonra, tepkileri azaltmak için bir düzeltme yaptı ve sadece bir “uçuşa yasak bölge”yi destekleyeceğini söylediğini belirtti.) Reyhanlı patlamalarının, işte bu jeopolitik arkaplanı dikkate alarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Olaya bir de şu açıdan yaklaşalım: Böyle bir eylemi yapmak/ yaptırmak; 26 aydır bir dizi bölge ülkesinin yanısıra ABD, İsrail, Fransa ve Britanya vb. tarafından desteklenen silahlı asilere karşı çarpışmakta olan, ağır ekonomik yaptırımlara tabi tutulan, son aylarda silahlı muhalefete karşı kimyasal silah kullanmakla suçlanan, geçtiğimiz günlerde İsrail’in -Suriye’yi misilleme yapmaya kışkırtmayı amaçlayan- yoğun hava bombardımanlarına hedef olan ve ABD/ NATO güçlerinin işgal tehdidiyle yüzyüze olan bir ülkeye ne yarar sağlayacaktır? Hiçbir şey! Tam tersine, böyle bir eyleme girişmek, Suriye’ye karşı cepheyi genişletmek isteyen ve bu ülkeye saldırmak için fırsat kollayan emperyalist korsanların ve İsrail’in işine yarardı. Aynı husus Siyonistlerin, Baas rejiminin silahlı asilere karşı kimyasal silah kullandığı yolundaki savları için de geçerlidir; muhalif gruplara karşı savaşmak için yeterli ateş gücü, silah ve donanıma fazlasıyla sahip olan Baas rejiminin, kimyasal silah kullanmak suretiyle uluslararası kamuoyunu kendi aleyhine çevirmesi ve böylelikle düşmanlarının elini güçlendirmesi ve Suriye’ye askeri müdahale için yaygara yapmakta olan çevrelerin işini kolaylaştırması beklenemez. Ama böylesi provokatif eylemlerin; başta İsrail gelmek üzere Baas rejimini yıkmak, Suriye’yi parçalamak ve çökertmek için uğraşan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gerici bölge devletlerinin işine yarayacağı gözönüne alındığında Reyhanlı patlamalarının bu güçlerin ve/ ya da onların bilinçli ya da bilinçsiz aleti ve ortağı konumunda bulunan terörist grupların işi olması olasılığının çok daha yüksek olduğu anlaşılır. Kabaca son 1.5 yıldır emperyalist ağababalarının Suriye’ye saldırması için neredeyse her hafta çağrı yapan ve Suriye’ye karşı savaş lobisinin başını çeken Türk gericilerinin bu kıyımın, doğrudan olmasa da dolaylı sorumlularından biri olduğu açıktır. Bu alçakça saldırının, CIA, MI6 ve MOSSAD gibi istihbarat servisleriyle Türk istihbaratının ortak bir operasyonu olduğu hemen hemen kesindir.

Peki, acaba bu trajik olay, büyük çoğunluğu itibariyle, üzerine ölü toprağı serpilmiş görünümü veren Türk emekçi yığınlarının siyasal uyanışı için bir vesile olacak mı? Ya da bu olay, anti-emperyalist, hatta savaş-karşıtı reflekslerini yitirmiş ve şaşılası bir kayıtsızlık batağına gömülmüş olan devrimci ve demokratik güçlerin neo-faşist ABD ve ortaklarına karşı harekete geçmesini sağlayacak mı? Bunun böyle olmasını umuyorum. Umuyorum; çünkü Suriye’deki örtülü savaşın, neredeyse başından beri doğrudan bir tarafı olan Türkiye, AKP iktidarı tarafından adım adım, -ABD ve İsrail’in çıkarları uğruna- açık bir emperyalist savaşa sürüklenmektedir. Suriye ve İran’daki ulusal burjuva rejimlerin yıkılmasını, bu ülkelerin başına işbirlikçi kliklerin geçirilmesini ve/ ya da bu ülkelerin parçalanmasını amaçlayan böyle bir savaşa girmenin Türkiye ve Türkiye halkları açısından bir dizi olumsuz sonuçları olacaktır. Bir yandan, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının sahip oldukları sınırlı mevzileri yitirmesine, siyasal gericiliğin daha da güçlenmesine ve büyük insani ve maddi kayıplara, bir yandan da Ortadoğu’da emperyalist-Siyonist kampın -geçici de olsa- üstünlük kazanmasına ve/ ya da İran’a karşı planlanan savaşın ve daha da büyük savaşların kapısını aralamasına yol açacağı kesin olan böylesi bir savaşa karşı çıkmak, günün en önemli ve asla ertelenemez bir devrimci görevidir. Türkiye’nin böyle bir savaşa girerek güç yitirmesinin, Türkiye ve Suriye Kürtleri’nin daha özgür bir statü edinmeleri için görece uygun objektif koşullar sağlayacağını düşünenler ve dolayısıyla böyle bir savaşı “yararlı” görenler olabilir elbet. Ancak bunun ahlaki olmadığı gibi akılcı bir yaklaşım da olmadığı açıktır; kendi halklarının özgürleşmesi için başka halkların savaş cehennemine atılmalarını kabul edilebilir bulanlar ya da böylesi bir pragmatizmi içlerine sindirenlerin ödülü, kendi halklarının köleliğinin başka biçimlerde ve belki de başka efendilerin boyunduruğu altında sürmesinden başka bir şey olmayacaktır.

Türk gericilerinin uzun süredir, “Esad’ın zulmüne karşı” sözde haklı savaşımlarını destekleme görüntüsü altında, Suriye’deki terörist grupları, eğittikleri, besledikleri, silahlandırdıkları, bu grupların askeri ve sivil yöneticilerini Türkiye’de barındırdıkları, başka ülkelerden gelen silahları, diğer askeri malzemeyi ve savaşçıları ortak sınırdan bu ülkeye gönderdikleri biliniyor. Onların, Türkiye-Suriye sınırının denetimini bir çok yerde bu silahlı gruplara teslim ettikleri ve kuzey bölgesini Türkiye topraklarına katmayı kurdukları Suriye’ye karşı BM ya da NATO şemsiyesi altında askeri bir saldırı düzenlenmesini sağlamak için aylardır fazla mesai yaptıkları da. Bu bay ve bayanların, uluslararası burjuva hukukunu da ayaklar altına alma anlamına gelen bu saldırgan tutumları, Türkiye’yi Ortadoğu’da “lider” devlet konumuna yükseltme ve komşu ülkelerin Kürt nüfusunu, hatta daha fazlasını kendi nüfuz ve hegemonya alanları içine alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayallerini ele vermektedir. Başbakan Erdoğan ve son iki yıldır vaktinin çoğunu Esad rejimini izole etmeye, yıpratmaya ve devirmeye adamış gözüken Dışişleri Bakanı Davutoğlu, bu emperyal hevesleri gizlemeye gerek de duymamaktadırlar. Davutoğlu geçen yılın başlarında Kayseri’de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. 
“Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012)
                                                                                                                                                    
Başbakan R. T. Erdoğan ise Eylül 2012′de AKP Genel Merkezi’nde katıldığı genişletilmiş grup toplantısında yaptığı ve Kürt ulusal hareketine karşı çok ağır suçlamalarda bulunduğu konuşması sırasında bu konuda şunları söylemişti:
“CHP yarın Şam’a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz ama inşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.” (“Erdoğan’dan önemli mesajlar”, Hürriyet, 5 Eylül 2012)

Aslında Ortadoğu ve Balkanlar’ı hala Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti gibi algılayan Başbakan Erdoğan’ın daha önceleri de böylesi açıklamaları olduğu biliniyor. Örneğin o, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından yaptığı ilk konuşmada, bu seçim zaferiyle İstanbul kadar Bosna’nın, İzmir kadar Beyrut’un, Ankara kadar Şam’ın, Diyarbakır kadar Ramallah’ın da kazandığını söylemiş ve 7 Ağustos 2011’de yaptığı bir başka konuşmada ise Türkiye’nin Suriye’nin iç işlerine müdahalesini, şöyle bir sömürgeci mantıkla meşrulaştırmaya kalkışmıştı:
“Çünkü biz Suriye konusunu bir dış mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü bizim Suriye ile 850 kilometre sınırımız var, akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler bizim asla seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve tabii ki gereğini de yapmak durumundayız.” (3) Ama ava giderken avlanmak da var. Türk gericilerinin “büyük Türkiye” hayalleri ve bu doğrultudaki girişimlerinin bir siyasal bumerang gibi dönüp kendilerini vurması olasılığı hiç de düşük değildir. 400 yıldan bu yana Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Ortadoğu halklarının, yeni ve ikinci bir Osmanlı boyunduruğu altında yaşamayı asla kabul etmeyecekleri açıktır.
                                                            
                                                              *     *     *     *     *

Ne yazık ki, Türkiye’nin -eski halinin gölgesi durumundaki- devrimci güçleri uzun süredir,“kendi” burjuvazilerinin Ortadoğu’de gerici ve yayılmacı bir savaşa boylu boyunca girmesi tehlikesinin farkında değilmişçesine davranmakta ve merkezi önem taşıyan bu göreve uygun bir taktiksel yönelim sergilemenin çok uzağında durmaktadırlar. Oysa Marksizm ve enternasyonalizm, tutarlı devrimcilerin gerici ya da emperyalist bir savaşa karşı kesin ve uzlaşmaz bir tavır almasını, hatta böylesi bir savaşı, emperyal bir politika izleyen “kendi”burjuvazisine karşı bir devrimci savaşa dönüştürmesini, en azından bu yönde propaganda ve ajitasyon yapmasını buyurur. Ne var ki, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa Türkiye devrimci hareketi çoktandır anti-emperyalist görevlerini unutmuş ve anti-emperyalizm bayrağını TKP ve hatta “İşçi” Partisi gibi gerici gruplara terketmiş ve böylelikle 1968 kuşağı devrimcilerinin ve 1960′ların sonunda kurulan üç ana devrimci örgütün mirasına ihanet etmiştir.

Türkiye devrimci hareketinin kalıntılarının, başını ABD, İsrail ve NATO’nun çektiği neo-faşist emperyalist kampın Ortadoğu halklarına karşı yürüttüğü savaşa yüzeysel bir biçimde de olsa karşı çıktıklarını yadsıyamayız elbet. Ancak onların propaganda, ajitasyon ve eylemlerinde milyonlarca insanın kanına giren ve barışın ve dünya halklarının bir numaralı düşmanı olan ABD ile onun ortaklarının sergilenmesi ve kitlelerin işte bu barış düşmanlarına karşı seferber edilmesi çok önemsiz bir yer tutmaktadır. Bu devrimci güçlerin önemli bir bölümünün; geçtiğimiz ay ABD işgalinin 10. yıldönümünü “kutlayan” Irak’ta yaşanan büyük felaket karşısında duyarsız kalmaları, Türk askerinin de içinde yar aldığı Afganistan işgalini neredeyse ağızlarına almamaları, Libya’daki AB ve ABD destekli gerici ayaklanmayı ilk başta alkışlamaları, Suriye’nin çok yönlü bir çökertme operasyonuna tabi tutulmasını önemsememeleri ve savaş kışkırtıcılarının savaş alevini İran’a da sıçratmak için fırsat kolladıklarını adeta görmezden gelmeleri, işte bu devrimci-olmayan yaklaşımın göstergeleridir.

Bazı istisnaların bir yana bırakılması kaydıyla, bu hareketin ana gövdesi barış savaşımını ya da savaş karşıtlığını, neredeyse bütünüyle, Türk devletinin Kürt halkına karşı sürdürdüğü savaşa karşı çıkmaya ve Kürt ulusal hareketini “destekleme” ve onunla “dayanışma içinde olma”ya indirgemiştir. Geçmişteki sol Kemalizmin ve inceltilmiş Türk milliyetçiliğinin tersyüz edilmiş hali ya da mekaniksel karşıtı olan bu tutum, gerçek bir enternasyonalizmden çok, Kürt ulusal hareketinin peşinden sürüklenme, ona tabi olma ve hatta ona yaslanarak politika yapma ve ayakta kalma çabası olarak tanımlanabilir. (Bu tarzın ürünü olan Halkların Demokratik Kongresi’nin de, tıpkı Birleşik Devrimci Güçler Platformu benzeri öncelleri gibi çökmeye ve dağılmaya mahkum olmasının en önemli nedenlerinden biri de budur.) Bu tutumun sahipleri her şeyden önce Kürt ulusal hareketine hak ettiğinden daha fazla bir önem biçmekte, onu ve onun stratejik ve taktiksel oportünizmini eleştirmekten kaçınmaktadırlar. Onlar Kürt ulusal hareketinin, Ortadoğu ölçeğindeki siyasal çatışma ve savaşımın, önemli olmakla birlikte sadece bir parçası olduğunu görememektedirler; onlar bu hareketin çıkarlarıyla Ortadoğu bölgesi işçi sınıfı ve halklarının çıkarları arasındaki uyum ve uyumsuzlukları irdelemeye, Ortadoğu’daki gerçek güç denge ve ilişkilerini saptamaya girişmemekte ya da bunu çarpık ve subjektif bir biçimde yapmakta ve kendi strateji ve taktiklerini bilimsel bir irdeleme/ saptama temeline oturtmamaktadırlar. Tabii onlar, talep ve hedefleri bakımından hayli geri bir nitelik taşıyan Kürt ulusal hareketinin son çözümlemede burjuva bir sınıfsal nitelik taşıdığını, yani mülksahibi sınıfların çıkarlarını savunduğunu da görmezden gelmekte ya da kavramamaktadırlar. Bu yaklaşım sahiplerinin, Kürt ulusal hareketinin, başını AKP’nin çektiği Türk gericiliğiyle uzlaşma ve böylelikle Kürt halkının çıkarlarına da ihanet etme noktasına geldiği bugün bile, Radikalyazarı Arzu Yılmaz’ın deyişiyle “çağdaş İdris-i Bitlisi” A. Öcalan’ın “stratejik dehası”nı övüp göklere çıkarmaları, hiç de şaşırtıcı değildir. (5) Bu tutumun en çarpıcı örneklerinden birini sergileyen Demir Küçükaydın geçenlerde şu satırları yazabilmişti:
“Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam da bu nedenle kendisini kullanmaya kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır.
“Suriye’nin elinde esirken (….) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini örgütledi.
“Türkiye’nin elinde bir adada esirken Türkiye’nin en büyük demokratik parti ve hareketini örgütledi.
“Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik hareketini örgütleyip en büyük devletinin başına geçmeye adaydır.” (“Yeni Bir Döneme Girilirken – Öngörüler ve Görevler”, 20 Mart 2013) Demir de içinde olmak üzere böyle bir rota tutturanların ne Türkiye işçi ve emekçilerine, ne Kürt ulusal hareketine ve ne de kendilerine bir hayrı olmayacağı açıktır. Hatta onların, ulusal hareketin ilk tökezlemesinde tutumlarını 180 derece değiştirebileceklerini ve Kürt halkının meşru taleplerinin karşısında yer alabileceklerini söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Onların daha şimdiden A. Öcalan’ın, “ulusların yazgılarını belirleme HAKKI”nı, yani Kürt ulusuyla Türk ulusunun eşit haklara sahip olduğunu reddetmesine ve devletin ağzıyla “bin yıllık Hristiyan öfkesi”nden söz etmesine alıştıklarını ve bu yaşamsal konularda herhangi bir itiraz sesi yükseltmediklerini görüyoruz. (5) Peki, ezilen ve aşağılanan Kürt halkının asıl gereksinimi; çevresine alkışçılar, dalkavuklar ve sahte dostlar toplamak mıdır? Hayır; Kürt halkının asıl gereksinimi, Türkiye’nin büyük kentlerinde oluşturulması gereken ve bu hareketle edimsel bir dayanışma içinde olacak olan gerçek bir devrimci işçi-emekçi hareketidir. Bu devrimci görevin yerine getirilmesinin zorluğu asla, Kürt ulusal hareketine ve onun önderliğine ölçüsüz övgüler düzerek ve onun Türk gericiliğiyle uzlaşma planlarını onaylayarak ve alkışlayarak giderilemez.
Bu bağlamda, İslami temelde Türk-Kürt bağlaşmasını savunan A. Öcalan’ın izinden giden BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Reyhanlı’daki patlamalardan sonra 12 Mayıs’ta yaptığı açıklamada,
“Türkiye’de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız” demesi, şaşırtıcı olmamakla birlikte bu hatalı yolda ısrarın yeni bir göstergesi olmuştur. Eğer Kürt ulusal hareketi, bırakalım Ortadoğu halklarına model ve öncü olma savını, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak istiyorsa şu iki noktaya çok, ama çok dikkat etmelidir:
1) Bu hareket; yüzyıllardır Ortadoğu halklarını (ve elbette Balkanlar ve Anadolu halklarını da) kendi kılıçlı, kırbaçlı, darağaçlı boyunduruğu altında yaşatmış olan Osmanlı-Türk gericiliğinin devamı olan Türk gericiliğinin küçük ortağı, onun vurucu gücü olmaktan ve böyle bir görünüm vermekten kesinlikle uzak durmalıdır.
2) Bu hareket; ABD, İsrail, Fransa, Britanya, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi emperyalist ve gerici devletlerin desteklediği Özgür Suriye Ordusu, El Nusra Cephesi gibi örgütlerle ortak hareket etmekten vazgeçmeli ve Suriye halkına karşı canavarca eylemler gerçekleştiren bu teröristlerle aynı fotoğraf karesinde asla ve kata yer almamalıdır. Bu hususlara dikkat etmediği taktirde Kürt ulusal hareketi Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halkları katında sahip olduğu sempati ve saygınlığı hızla yitirebilir.
Sözlerime Nuray Mert’in 29 Ocak 2013 tarih ve “Varlıkları Türk Varlığına Armağan Olsun!” başlıklı yazısında yer alan ve içeriğine katıldığım bir saptamasıyla son vermek istiyorum:
“Dünyaya ‘insanı yaşat ki DEVLET YAŞASIN’ gözüyle bakanların, Kürt meselesinin çözümüne de, ‘Türkiye büyüsün, güçlensin diye Kürtler ile barışalım’ şeklinde bakmaları şaşırtıcı değil. Sonu barış olsun da nasıl olursa olsun diyebilirsiniz, diyebiliriz. İşte asıl mesele burada, bir kere, Türkiye büyüsün güçlensin diye tenezzülen girişilen işten barış çıkmaz. İkincisi, Türkler ile Kürtlerin demokratik bir gelecek ufku ile barışması başka şey, birlikte bölgesel karanlık hesaplar içine girmek için el sıkışmaları başka şey.
“Bu türden bir barış, ne Türkiye’de ne de Irak Kürt Federe Bölgesinde demokratik bir gelecek değil, ekonomik zenginlik ve siyasal nüfuz hesapları adına bir pazarlık demektir. Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi’nin ufku, daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek ile belirlenmiştir, bunu görmemek bu hareketi başarısız tasfiye hamlesinden başka bir sonuç vermez. Dahası, alınmak istenen sonuç, ekonomik zenginleşmeye karşın daha da otoriterleşen bir Türkiye ile onun küçük Kürt havarileri modelinden başka bir şey olamaz.

“Diğer taraftan böyle bir hesap, hali hazırda bölgesinde yalnızlaşan Türkiye’nin Kürtleri de kendi yalnızlığı yanına çekmekten, orta ve uzun vadede ise bölgedeki diğer aktörler ile karşı karşıya getirip kendine mahkum etmesi sonucu verir, kimseye hayrı dokunmaz. Oysa Türklerin de, Kürtlerin de kendi güç hesapları içinde boğulmak yerine, bölgesel aktörler ile barışcıl ve uzun vadeli gelecek tasarlamaya girişmeleri herkes için daha hayırlı olur.” 


DİPNOTLAR
(1) Rusya Devlet Duması Uluslararası Komite Başkanı Aleksey Puşkov, Reyhanlı’da meydana gelen patlamalardan kısa süre sonra yaptığı açıklamada şunları söyleyecekti:
“Terör eyleminde Türkiye yine Suriye’yi suçlayacaktır; her konuda suçladığı gibi. Birileri barış konferansını engellemek ve güce dayalı seçeneği zorla egemen kılmak istiyor.

“Tabii ki Ankara terör eyleminden dolayı Suriye’yi suçladı. Kimyasal silah kullanmaktan dolayı da suçlamışlardı. Suriye niye bunu yapsın ki? Bu, savaş gerekçesi oluşturduğundan dolayı ancak onun düşmanlarının işine yarar.” (Bkz. Hakan Aksay, “Türkiye, ABD ve Rusya’nın öncülük ettiği ‘Suriye süreci’ne karşıT24, 14 Mayıs 2013)

(2) Emekli tuğamiral Türker Ertürk, burjuva basınında hemen hemen hiç yer almayan bu askeri tatbikat konusunda şu bilgiyi veriyordu:
“Türkiye geçtiğimiz Pazartesi (6 Mayıs) İncirlik/ Adana merkezli 10 gün süreli bir tatbikat başlattı. Tatbikatın hedefi Suriye ve bu ülkedeki gelişmeler/beklentiler. Tatbikatta askerin hazırlık durumu ile seferde ve savaşta bakanlıklar, devlet kurumları ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki koordinasyon ve işbirliği hususlarının deneneceği belirtiliyor.

“Bu tatbikat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin planlı faaliyetlerinden değil. Belli ki böyle bir tatbikatın yapılması isteği ABD’den gelmiş. Tatbikatın sevk ve idare edildiği merkezin Suriye sınırına yaklaşık 100 km mesafede bulunan ABD üssünün bulunduğu yerde teşkil edilmesi gerçekten manidar.” (“Bu tatbikat neyin nesi?”, İlk Kurşun, 11 Mayıs 2013, boldlar yazarın)

(3) Sözümona sol adına Başbakan Erdoğan’ın Suriye’nin içişlerine karışma “hakkı”nı savunanlar da var. Bunlardan Engin Erkiner aynen şöyle diyordu:
Öyle görüşler var ki, insan ne söyleyeceğini şaşırıyor…
Bir görüşe göre, Suriye’nin iç işlerine karışılmaması gerekir.
Türkiye ile Suriye arasında 800 km.lik ortak sınır var.
Bu ülkede 80 bin kişi hayatını kaybetmiş ve 300 binden fazla kişi de Türkiye’ye sığınmacı olarak gelmiş.
“Bu durumda nasıl olur da Suriye’deki durum sizi ilgilendirmez ya da karışmazsınız?” (“Reyhanlı’da Solun Çapı”, 15 Mayıs 2013)

(4) A. Öcalan’ın bugün söyledikleri, 1999′da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinden sonra yapılan yargılaması sırasında söyledikleriyle ve daha sonra yazıp çizdikleriyle çakışmaktadır. Buna rağmen pek çok devrimci grup, çevre ve kişi; Alpaslan’ı, Yavuz Sultan Selim’i, Mustafa Kemal’i ve hatta II. Abdülhamit’i ve onların politikalarını, izlenmesi gereken örnekler olarak gösteren bu bayın söylediklerinin ne anlama geldiğini inatla görmezden gelmeye devam etmektedir. Örneğin Öcalan, 28 Aralık 2007’de şöyle diyordu:
“Bunların Yavuz kadar da mı, M. Kemal kadar da mı, Abdülhamit kadar da mı akılları yok, onlara da mı bakmıyorlar? Yavuz Sultan Selim Ortadoğu’ya 1517′de Kürtlerle anlaşarak açıldı. M. Kemal 1920′lerde bağımsızlığın Kürtlerle ittifaktan geçtiğini gördü. O dönem Kürtler ve Türkler eşit durumdaydı. Kürt-Türk ilişkilerinde böylesi bir yaklaşımın sorunu çözeceğini, büyük kazandıracağını görmek gerekiyor. Aslında Anadolu’ya Türklerin girişinde Alparslan Silvan’da Mervani Kürt Devleti’nin kalıntıları olan Kürt aşiretleriyle buluşarak, Ahlat’a gelerek Türkmenlerin bir kısmını yanına alarak Malazgirt’te Türklerin Anadolu’ya girişini sağlamıştır. Hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde Abdülhamit, Osmanlı’nın dağılmaması için Kürtlere yaslanmak istemiştir. O dönem Hamidiye Alayları kuruldu, Abdülhamit de Kürtlere yaslanmak istedi, ilişkinin özü budur. Şimdi yeniden Kürt-Türk ilişkilerini bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.” (A. Öcalan, “Hemen bir ‘Akil Adamlar Komisyonu’ Kurulmalıdır”)
(5) A. Öcalan, 28 Şubat 2013′de, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’dan oluşan BDP heyetiyle yaptığı söyleşide şöyle demişti:
Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar.
Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir.”

Hiç yorum yok: