8 Mart 2011 Salı

Bitaraf Olan Gazeteciler...


   
     Ferhan Umruk

    Ahmet Şık cezaevinden, ailesine, dostlarına, yoldaşlarına gönderdiği mektupla hal ve şeraitini ironik bir uslupla anlatıyor. Hırant’ın oğlu Arat’a şöyle sesleniyor; Kardeşim Arat; ‘Bir daha görüştüğümüzde bana tıpkı baban gibi sarılacak mısın yine? ‘Çünkü babanı katleden ırkçı faşist zihniyetin üyesiymişim?’ Yazdığı mektup, Arat’a olduğu gibi, seslerini duyurmaya çalıştığı tüm mağdurlara hitapla devam ediyor ve itildiği gayya kuyusundan şunu  soruyor hepimize; artık bana inanacak mısınız?

    Onun gazeteci olarak , ‘bok yedirilen Kürt köylüleri’, ’19 Aralık katliamı’, ‘İşkence gören Manisalı gençler’ gibi hakikatleri gözler önüne seren haberlerle oluşturduğu kimliğinin düzmece iddialarla bertaraf edilmesi mümkün olmayacaktır. Hakkındaki iddiaların ve sorgulamanın, henüz basılmamış olan ‘İmamın Ordusu’ isimli kitapla alakalı olduğunu biliyoruz.
Bunun yanına savcı ve adalet bakanınca, açıklanması sakıncalı deliller ‘gizli deliller’ ekleniyor. Ahmet Şık’ın mektubunda dile getirdiği gibi davalının neyle suçlandığını bilmediği davayı konu eden, Kafka’nın romanı zuhur ediyor gerçek dünyamıza...

    Etrafımızı saran puslu havada, neler oluyor sorusu alabildiğine  yaygınlaşıyor. Kuşkusuz bu sorunun yanıtını çok daha önceden ‘sivil darbe’ veya ‘sivil dikta’ olarak vermiş olanlar değil sözünü ettiklerim. Bu soru, esas olarak askeri darbeye karşı net tutum oluşturan ve AKP’nin demokrasiyi ilerleteceğine inanan, kamuoyunda etkili, liberal aydınlarda tezahür ediyor. Sivil dikta tehdidini öngörenler de  bütünlük teşkil etmiyorlar. Bir bölümü, zaten 28 Şubat sürecine eşlik etmiş ve siyasetin yeniden yapılanmasında askerin rolünü temel alan dünya görüşüne sahip olanlardır. Onlar, üst sınıflar arasındaki kutuplaşmanın laik-kemalist tarafında mevzilenerek, AKP’nin temsil ettiği siyasal islam kutbuna karşı, ordu-partiye bel bağladıklarından, ilkesel olarak dikta rejimine karşı değil, AKP’nin yaratacağını düşündükleri dikta rejimine karşı tutum aldılar.
   
    Üst sınıflar arasında süre giden bu çatışmada askeri darbeye de, sivil otoriter rejime de karşı olan sosyalistler, demokratlar, Kürt siyasi hareketi, üst sınıfların iki kutbu tarafından da bitaraf olarak değerlendirilmektedir. Hegemonyasını güçlendiren AKP hasmını gerilettiği ölçüde, bizzat Tayyip Erdoğan’ın telaffuz ettiği  (ibda-c’nin yayın organı Taraf Dergisinin düsturu olan) ‘bitaraf olan bertaraf olur’ sözleriyle, niyetini ortaya koymaktadır.  

    Ahmet Şık’ın bitaraflığı da, muktedirlerin sahnesinin bir figüranı olmadığı manasında anlaşılmalıdır. Yoksa o ezilenlerin, mağdurların tarafında mücadele eden bir sosyalist olduğunu  mektubunda şöyle ifade ediyor; ‘ Irkçı, faşist, darbeci, katil değilim. Güzel yaşanılabilir bir dünyanın eşit ve adil bölüşüme dayalı sosyalizm ile geleceğini düşünen sosyalistim dedim’

    AKP’nin otoriterleşme eğilimi doğrultusunda kullandığı araçların niteliksel özelliği dikkate alındığında, bunların, yenilgiye uğrattığı ‘askeri vesayet rejimi’nden ilham alındığı görülür. Bugün artık ‘batı çalışma grubunun’ andıçları yerine, emniyetin içinden andıçlar üretiliyor. Kürt siyasetçiler KCK davasıyla derdest ediliyor, Cemaati teşhir eden Hanefi Avcı  sosyalistlerle aynı örgüt çatısı altına koyularak, bu yolla, bir taşla bir çok kuşu vurma kurnazlığı yapılıyor. Şimdi de  muktedirlerin iki kutbuna da angaje olmayan ama iktidar koalisyonunun ‘okyanus ötesindeki’ ortağını kitaplarıyla eleştiren Ahmet Şık ve Nedim Şener irrasyonel gerekçelerle ‘ergenekon’ sepetine konuluyorlar.

    AKP’nin giderek otoriterleştiğinin bir başka işareti, kendisini destekleyen liberal aydınların eleştirileri karşısında gösterdiği şedit saldırganlıktır. Esas olarak Taraf gazetesinde toplanmış olan Liberal aydınların AKP’yle ilişkilerinin mesafesinin kıl payına inmiş olması bile Erdoğan’a yetmiyor. Erdoğan’ın, Ermeni kırımının acılarını ifade eden Kars’taki heykeli ucube olarak niteleyerek, yıkılmasını istemesi karşısında, onu eleştiren Ahmet Altan’a ‘artık gerekli değilsiniz’ anlamına gelen sözleri dikkate değerdi. Bu sözler, liberal aydınların AKP ile kurdukları ilişkinin dramatik bir biçimde nihayetlenmesi anlamına geliyor. Eğer onlar, iktidarla yine de bir ilişki sürdürmek istiyorlarsa,  bu ancak iktidara bütünüyle biat ettiklerini sözleriyle ve eylemleriyle ispat ettikleri takdirde mümkün olacaktır.

    Bütün bu gelişmeler, AKP’nin demokrasinin değil, demokrasisizliğin bir aktörü olduğu öngörülerini doğruluyor. Onun sınıfsal olarak dayandığı ve temsil ettiği anadolu burjuvazisinin ve çarşı esnafının zihin dünyası, eski rejimin otoriter zihniyetinin yansımasından ibarettir. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de Askeri diktatörlüklerin kitaba karşı düşmanlıkları hatırlanmalıdır. Hafızalarımızı canlandırırsak,  yakalanan devrimci örgüt üyeleri  televizyon ekranlarında ve gazete fotoğraflarında teşhir edilirken, dekoru her türlü kitap ve dergiler tamamlardı. Her darbe milyonlarca kitabın yakılarak imha edilmesi anlamına geldi.

    Bugün iktidar da, iktidarın ideolojik sözcüleri de kitabı askeri diktatörlüklerin zihniyetiyle benzer biçimde algılamaktadır. Yalnızca Zaman gazetesinden Ekrem Dumanlı’nın şu sözleri apoletli olup olmamanın otoriter zihniyetin ölçüsü olmadığını göstermektedir. Şunları söylüyor; ‘Asıl önemli olan şu Gülen (ya da herhangi bir tanınmış kişi) hakkında kitap yazarken örgütlerin, etki ajanlarının buyruğu doğrultusunda kara propaganda yapılıp yapılmadığı. Karanlık odalarda pazarlanan bazı kitap çalışmaları sadece yalan ve iftira bakımından suç kapsamına girmiyor, aynı zamanda emir komuta zinciri içinde bir örgüt çalışması yapılıyor.’

    Bu sözlerden, artık kitabın bir nesne olarak örgütsel bir suç mertebesine ulaştığını anlamış bulunuyoruz. Askeri diktatörlük dönemlerinde bile örgüt üyeliğinin delili kitaplar olmamıştı. Emir ve komutayla kitap yazmaktan ötürü örgüt suçunu ihdas etmek cuntanın aklına gelmedi, demek ki bugünün muktedirlerinin  vizyonu oldukça gelişmiş bulunuyor.

    Kuşkusuz,bir kitap, yasaların suç saydığı içeriğe sahipse, bundan ötürü yargılanabilir, yazarı da bir müeyyideyle karşılaşabilir. Ancak bunun ötesinde örgüt üyeliğinin delili olarak sunulması akla mantığa sığmaz. Hukuken, emir komuta ve buyruktan bahseden, bunun delilini kitaptan değil, böyle bir ilişkinin somut olgularından bulmalıdır.

    Düşüncenin yazıya döküldüğü kitap, her zaman muktedirleri rahatsız etmiştir. Bugün de böyle olduğu görülüyor. Kara propagandadan şikayet eden de  aynaya baksa, belki de başka bir hakikatle karşılaşacaktır.

Hiç yorum yok: