2 Mart 2011 Çarşamba

Özsavunma ya da Meşru Müdafaa


    Ferhan Umruk
   
    Mısır’da Tahrir meydanında günlerce direniş sürdüren kitlelerin karşı karşıya kaldıkları kritik durumlardan biri de ‘Baltacılar’ diye adlandırılan paramiliter çetenin develerle yaptıkları saldırılardı. Devrimci durumun kilit noktası haline gelen meydanın direnişçiler tarafından terk edilip edilmemesi  Mübarek rejiminin akibetini belirleyecek  dönüm noktası haline geldi. Bu arada halkın ‘Baltacılar’ olarak söz ettiği paramiliter çetenin bu yakıştırmayı Osmanlılardan yadigar olarak devir almış olmasının ironisi de kulaklara küpe olmalı...
   
    Tahrir meydanı direnişçileri ‘Baltacılar’ın bu saldırılarına karşı barikatlar kurarak ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla özsavunmalarını gerçekleştirerek, geceleri de meydanda nöbet tutarak kilit öneme sahip meydanın çetelerin eline geçmesini engellediler. Mübarek’in iktidarı terk etmesiyle sonuçlanan sürecin her aşamasında  halkın orduyu nötralize etmeyi başarması, paramiliter çetelerin silahlı şiddete başvurmasını da engelleyerek onların milyonlara ulaşan kitle eylemlerini dağıtmasına imkan tanımadı. Yine ifade edelim kritik eşik olan Tahrir meydanının özsavunma ile korunamaması halinde süreç bambaşka gelişebilir Mübarek zaferini zulümle süsleyebilirdi!
   
    Paralı Militarizm
   
     Kuşkusuz, ‘Baltacıların’ saldırılarının silahlı şiddete dönüşmemesinde, çürümüş rejimin yöneten sınıfları da bölmüş olmasının etkisi oldu. Yöneten sınıflar bütünlüklü hareket etme imkanına sahip olabilseler yalnızca develi saldırıyla yetinmeyebilirlerdi. Tiranlığını polis devleti üzerinde kuran Mübarek’in polis kuvveti halkın başkaldırışının öncelikli hedefi haline gelince polisler tam tabiriyle ortalıktan toz oldular. Polis teşkilatının düştüğü bu  durum, Mısır ordusunun da halk hareketine karşı alacağı tutum bakımından uyarıcı bir faktör olmuştur.

    Mısır’dakinden farklı olarak Libya’da rejim direnişe geçen halka karşı silahlı şiddete başvuruyor. Kaddafi’nin  nevi şahsına münhasır iki kutuplu dünyadan miras  ‘sosyalizm’ soslu islami diktatörlüğü Afrika’dan devşirdiği paralı askerlerle halkı sindirmeye yöneliyor. Yabancı paralı askerlerle silahlı milis oluşturma fikri, herhalde Mısır’ın geçmiş tarihinde benzer biçimde rol oynamış Memluk’lardan esinlenilmiş olmalıdır. Bu gelişme Libya’da devletin ve ordunun parçalanma sürecine girmesine yol açarken, direnişçiler kendilerini savunmak için silahlanıyorlar.

    Tunus, Mısır ve Libya’da esen halk isyanı fırtınası ilk iki ülkede devletin militer ve paramiliter silahlı saldırı yöntemine başvurmaması veya başvuramamasından ötürü direnişçilerin de özsavunmalarını ‘Taş’ larla gerçekleştirebilmelerine imkan sağlamış, böylelikle muhtemel kanlı olaylar vuku bulmamıştır. Ne yazık ki aynı şeyi Libya için söylemek mümkün gözükmüyor, eğer Kaddafi kısa bir süre içerisinde izlediği militarist tutumdan bir dönüş yapıp, iktidarı terk etmezse, ülkenin kan gölüne dönmesi işten bile değildir.

    Günümüz dünyasında yasal olarak şiddet uygulama imkanı yalnızca devlete aittir. Bu yasal imkana sahip olan devlet, hukuk  düzenini sağlamak, kriminal olayları engellemek üzere  güvenlik güçlerini kullanarak  şiddet uygulayabilmektedir. Ancak kitlelerin barışçı gösterilerini, devletin doğrudan veya oluşturduğu, desteklediği paramiliter güçlerle  şiddet veya silahlı şiddet yoluyla  bastırmaya yönelmesinin, halkın kendini savunma ihtiyacına   yol açması kaçınılmazdır. Devletin barışçı gösteriler karşısındaki şiddetiyle orantılı olarak Mısır, Tunus, ve Libya’da halkın özsavunma biçimi de orantılı olarak tezahür etti. Halkın yaşamını savunma hakkı dünya kamuoyunca meşru bir hak olarak değerlendirildi.
   
    Tarihsel Kaynaklar
   
    Mesele yalnızca güncel değil tarihsel niteliğe de sahiptir. 1930’larda Almanya’da faşist hareketin işçi hareketine karşı şiddete yönelmesi işçi sınıfının partilerinin, sendikaların kadrolarının  özsavunma ihtiyacını kendiliğinden doğurmuştur. Bu kavramı ilk kullanan Troçki faşizme karşı mücadele yazılarında konu hakkında şunları diyordu: ‘ Komünistlerin, SAP ve sendikalarla birlikte reformist üst kademenin boykotuna rağmen bir savunma örgütü kurmuş oldukları Bruchsal veya Klingenthal’de, taşranın bir köşesinde mnahalli örgütlerin yaptığı şey mütevazi boyutlarına rağmen bütün ülke için bir örnek teşkil etmektedir.’  

    Türkiye’de de 1970’lerin sonlarına doğru faşist saldırıların katliamlara dönüşmesi karşısında, küçük devrimci marxist gruplar özsavunma ihtiyacını dile getirirken, kitlesel güce sahip Devrimci Yol hareketi de aynı içeriğe sahip ‘direniş komiteleri’ ni gündeme getirdi. Ezilenlerin emekçilerin farklı siyasi örgütlerinin birleşik mücadelesinin zeminini yaratabilecek bu yönelim aynı zamanda kitlesel öz örgütlenmenin de yolunu açan niteliksel  özelliğiyle belki de dönemin  gidişatını değiştirebilirdi. Ancak, sosyalist harekete hakim olan kendi içine dönük rekabet atmosferiyle birlikte DY’nin de direniş komitelerini yalnızca kendi örgütlenme alanı olarak değerlendirmesi, ne birleşik eylemin ne de kitlelerin öz örgütlenmesinin gerçekleşememesine sebep oldu.

    Özsavunma kavramını bu boyutlarıyla değerlendirip, günümüz dünyasında ki gelişmeler ışığında irdelediğimizde, yakın dönemde Türkiye’de konunun gündeme gelmesiyle yapılan tartışmanın yüzeyselliği çok daha berraklaşıyor.
   
    Sonuçlar ve Nedenler
   
    Özsavunma kavramı Aralık ayında yapılan Demokratik Toplum Kongresine sunulan metinle gündeme yerleşmişti. Demokratik Özerklik Projesi başlığıyla sunulan metnin içerisinde yer alan özsavunma başlığıyla dile getirilen görüşler. Ana akım medya tarafından  başlı başına ayrılıkçılığın delili olarak  topluma sunuldu. Bu konunun üzerinde koparılan fırtınanın nedeni, muktedirlerin alışık olduğumuz üzere sosyo-politik sorunlara nedenler üzerinden değil, sonuçlar üzerinden yaklaşmalarından kaynaklanıyor.

    Konuya nedenler üzerinden bakıldığındaysa, DTK’nin somut  projesinin maddelerinden birinin özsavunmaya ilişkin olması, geçmişin, onların üzerinde bırakmış olduğu izlerin bugüne ve geleceğe ilişkin olarak tedbir ihtiyacı içerisinde oldukları anlaşılır.  Bu anlamda da meselenin esası tedbire duyulan ihtiyaçtır.
Bu bakımdan konu halen gündemin gerilerine düşmüş olsa dahi meselenin esası tarihsel bilincin ürünü olarak güncelliğini korumaya devam etmektedir. Bir toplumu oluşturan toplumsal kesimlerden bazılarının sosyal, kültürel, dinsel veya etnik nedenlerden ötürü kendini mağdur hissetmesi, bunun da ötesinde,    hakim olan toplumsal grubun sürekli olarak saldırılarına maruz kalmış olduğu gibi gelecekte de bu tür saldırıların hedefi olabileceği kaygısını taşıyorsa, dile getirilse de getirilmese de varlığını korunması  için özsavunma ihtiyacı kendini dayatacaktır.  
   
    Hakikatle Yüzleşmek
   
    Türkiye’nin tarihsel geçmişi azınlıkta olanın başının beladan kurtulamadığı kanlı olaylarla örülüdür. Mahallemizin bozuk sicilini dökmeye kalksak neredeyse sayfalar kifayetsiz kalacaktır. Bu bakımdan konuyla sınırlayıp daha geçen yıl temmuz ayında İnegöl ve Dörtyol’da Kürt mahallelerine yapılan saldırı ve linç girişimlerini hatırlatmakla yetinelim. Daha da önemlisi bütün bu olaylarda devletin derinliklerindeki yetkililerin oynadığı rol, Susurluk raporundan, Ergenekon iddianamelerine kadar muktedirlerin aralarındaki çatışmada  kendi leyhlerine kullanmak amaçlarının izin verdiği ölçüde kirli çamaşırlar ortaya saçılıyor.

    Bütün bunlar dikkate alındığında, Liberalinden, ulusalcısına, milliyetçisinden, dincisine kadar  muktedirlerin temsilcilerinin DTK’nin özsavunma talebi karşısında koro halinde bu talebi kriminal eleştiri konusu haline getirmeleri. toplumun  hakikatle yüzleşmesini engellemeye dönüktür. Doğru olan, her türlü militer, paramiliter saldırı ve linçlere maruz kalmış Kürtlerin özsavunma ihtiyacını dile getirmelerini, çatışma sürecinin devamının nedeni olduğunu ileri sürerek eleştirmek midir?  Yoksa, kuşkusuz yalnızca Kürtlerin değil, farklı kimliğinden dolayı ezilenlerin tümünün eşit yurttaşlar olması ve  saldırıların , linç girişimlerinin hedefi olmaktan çıkarılarak, ‘özsavunma’nın   sözlükte yer alan bir kelimeden ibaret kalmasını sağlamak mıdır?  Kuşkusuz doğru olan ikinci seçenektir. Farklı kimliklerin, farklılıklarını özgürce yaşayabildiği siyasi demokrasi gerçekleştiğinde, inkar, imha, saldırganlık ortadan kalktığında dile getirilse de getirilmese de mağdurun meşru müdafaası anlamına gelen  özsavunma ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Elbette, yaşadığımız bu topraklarda da dünyada da hiç kimsenin özsavunma ihtiyacı duymayacağı barış ortamının yaratılması insanlığın gerçekleştirmesi gereken temel hedef olmalıdır. 

Hiç yorum yok: