24 Temmuz 2012 Salı

Kapitalist Toplum İçinde Sömürülenlerin İktidar Adacıkları Kurması İmkansızdır

Ahmet Doğançayır
‘Sınıf politikası’; ‘’değişimci’’ siyaset erbabı, felaket tellalları ve kötümser yorumcular tarafından şiddetle reddedilen pek çok şeyin şifresi haline geldi. Her şeyin ötesinde sınıf siyaseti ve politikası kapitalist iktidara karşı koymada ve ondan radikal farklılıklar içeren bir toplumsal düzenin kurulması görevinde örgütlü emeğin ‘önceliğinde’ ısrarla durulmasını temsil ediyor. ‘Öncelik’ düşüncesini reddedenler birçok itiraz geliştiriyorlar: İşçi sınıfının bütün kapitalist ülkelerde kendisine atfedilmiş devrimci rolü oynamaya yanaşmamış ve bu rolü oynama istekliliğine ilişkin bir belirti bulunmayışı,
 tam tersi örgütlü emeğin hedeflerinin hep çok sınırlı ekonomik, bölgeci ve korporatist olageldiği ve buradan hareketle örgütlü emeğin ve onu temsil etme eğilimi içinde olan sendika ve parti gibi unsurların toplumda ezilen ve sömürülen bütün kesimlerin ihtiyaç ve arzularının kapsayacağı türünden bir iddianın ciddiye alınamayacağını; işçi sınıfının bu nedenle kendi kurtuluşu böylesi bütün kesimlerin kurtuluşu demek olan ‘evrensel sınıf’ olmadığı, geleneksel Marksist anlamda ‘işçi sınıfının’ ileri kapitalist ülkelerde son dönem kapitalizm içerisindeki teknolojik gelişmeler ile uluslar arası yeni iş bölümleri sonucunda zaten hızla yok olmakta olduğu, ırk etnik öğeler, cinsiyet farklılığı, cinsel tercihler, ekolojik kaygılar ve barış mücadelesi gibi temellere dayalı ‘yeni toplumsal hareketlerin’ mevcut toplumsal düzene en az örgütlü emek kadar büyük ve radikal karşı koyma içinde oldukları vb. ifade ediliyor.



Kuşkusuz bu tür düşünce biçimlerini oluşturan her hareket bir biçimde bu önermelerin tümünün altına imzasını koymuyor. Ancak bu bakış açısından işçi sınıfının ‘önceliğine’ elveda zamanı kesinlikle gelmiş görünüyor. Çünkü onlara göre bu ‘öncelik’ meselesi tarih öncesi, yanlış anlaşılmış ve tehlikelidir. Onun yerini toplumsal katmanların, grup ve hareketlerin çeşitliliğinden hareketle hiçbir hiyerarşik hak iddiasında bulunmayan ve ittifaklar modeli sürekli değişen bir çıkar, kaygı ve söylem çeşitliliğine dayanan bir mücadele modeli almalıdır.



İşçi sınıfının yeniden ayrışması onun yok olduğu anlamına gelmiyor



Geleneksel sanayi sektöründeki düşüş ve beyaz yakalı, dağıtım hizmetleri ve teknik sektörlerdeki kayda değer büyüme neticesi işçi sınıfının yakın tarih içinde hızlı bir yeniden ayrışma süreci yaşadığı çok doğru bir tespittir. Ancak işçi sınıfının yeniden ayrışması onun bir sınıf olarak yok olup gitmesi ile eşanlamlı değildir. Hatta bunun tersini, yani ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfını oluşturan ve nüfusun çok geniş guruplarını kapsayan ve üretim sürecinin alt kademelerinde yer alan ücretlilerin sayısında bir artış olduğunu söylemek daha doğru bir ifade olur.



İşçi sınıfı yüz yıl, elli yıl önceki hatta yirmi beş yıl önceki işçi sınıfı ile özdeş değildir elbette. Ne var ki üretim sürecindeki yerleri, bu süreç içerisindeki çok sınırlı ya da var olmayan güç ve sorumlulukları, geçinmek için emek güçlerini satmaya olan bağımlılıkları ve gelir düzeyleri itibariyle günümüzde tıpkı ataları gibi ‘işçi sınıfı’ olarak kalabilmektedir. Marksist anlamda yani ekonomik olarak iş gücünü satmak zorunda olan herkes anlamına gelen işçi sınıfı kapitalizmin ortadan kaldırılmasında, insanlığın kendini tehdit eden felaketlerden kurtulmasında ve daha ileri bir uygarlığın gerçekleşmesinde gerekli potansiyele sahip bugünün dünyasının tek toplumsal gücü olarak kalıyor. Bugün dünya çapında milyonlarca insanı kapsıyor yani geçmişten daha da güçlü. Gelecek yılların uzun vadeli tarihsel eğilimi güçlenme ve artan birlikte büyümeye yöneliktir zayıflama, çözülme yönünde değil. Kapitalizmin tarihinde sermayenin hareketliliği emeğinkinden daha büyük olduğundan yeni yatırımlar kaç kez ‘’eski’’ ülkelerde ve ‘’eski’’ sanayi bölgelerinde ücretli sayısının düşüşüne neden olabilir ki. ‘’Beyaz yakalı işçi’’ve proletarya da artan kadın işçi sayısına yoksullaşmanın yaygınlaşması eşlik ediyor. Aynı şekilde üretim sürecinde yer almayan gerek işsizlerden gerekse de diğer kesimlerden oluşan halk kesimleri içinde aynı niteleme geçerlidir. Ayrıca ‘geleneksel’ sanayi işçi sınıfının tarih sahnesinden yok olup gitmesi için vakit henüz çok erken.



Bugün elimizde olan verilerin çoğu dünya çapında ve uzun vadede bakıldığında proletaryanın zayıflamadığı aksine büyüyeceği ve farklı hedefler gütmeyeceği, hep birlikte büyüyeceği sonucuna götürüyor. Kamu sektörlerinin sendika hareketinin ve kitle eyleminin mücadele alanları olarak gelişmesi bu tarihsel eğilimin açık bir kanıtıdır. Buna paralel işçi hareketinin telekomünikasyon merkezleri, kamu ulaşımı(uçak ve hava alanları dâhil) hastaneler ve bankalar, okullar gibi yeni kaleler gelişiyor. Bu kaleler giderek artarak örgütlenen ve kapitalist ekonomiyi aksatma, burjuva toplumunu ‘’tehlikeye düşürme’’ yeteneğinde ücretlilerin yüz binlercesini birleştiriyor. Bu yetenek ‘’eski’’ işçi kalelerinin olduğundan da daha büyük. Demir ve çelik alanında ya da otomobil sanayinde bir genel grev ülkeni tüm ekonomisini aksatmıyor. Fakat elektrik, telekomünikasyon, kamu ulaşım alanında ya da banka çalışanlarının bir genel grevi mutlak aksatıyor. İşçi eylemlerinin objektif antikapitalist potansiyelinden bahsedildiğinde asıl konu budur.



Kapitalist ekonomiyi aksatma, uygulamada burjuvazinin kural ve mantığına göre işlev göstermesini engelleme ücretli kitlesinden başka dünyanın hiçbir toplum gücü bu potansiyele sahip değil. Bir aktif grev ve bir genel grev durumunda ciddi politik bir boyut kazanan parlamento dışı kitle eylemleri, bedeli ne olursa olsun gerçekleştirmeyi düşünenleri koruma ve pekiştirmeyi isteyen kitlelerin ‘’politik olmayan tutumlarının’’adım adım aşılmasını fiilen sağlıyor.



Üstelik bu yeniden ayrışmış işçi sınıfının sosyalistlerin her zaman ortaya çıkmasını görmeyi umdukları sınıf bilinci ve bağlılıkları geliştirme hususunda daha az yetenekli olduğuna inanmak için ortada iyi bir neden de yok. Çağımız işçi sınıfının sonunda kapitalist sisteme uyum sağladığı, ya da kati surette onunla uzlaştığı, ya da geri dönüşü olmayan bir biçimde bölünmüş ve ihtilaflı unsurlara ayrıldığı sürekli yenilenen iddialar dün olduğu gibi bugünde asılsızdır.



Şu anda kapitalist kriz proletaryanın top yekûn çözülmesine yol açacak gibi görünmüyor. Kapitalist kriz işini kaybedenler ve kaybetmeyenler arasında bir bölünme olasılığını arttırıcı bir rol oynar. Ama bu sorun kapitalizmin kendisi kadar eskidir ve işçi hareketi buna haftalık çalışma saatlerinin azalmaya gidilmesi doğrultusunda yapacağı mücadele ile cevap vermelidir. Marks kapital’in I. Cildinde proletaryayı sosyalizme yönelten koşulları analiz eder. Tarih şimdi onları yeni proletarya katmanı içinde hızla yeniden üretmektedir.



Yeni toplumsal hareketler ve işçi sınıfı



İşçi sınıfının aynı zamanda ‘yeni toplumsal hareketlerin’ de üyesi olan ya da bu hareketlerin ulaşmaya çalıştığı seçmen gurubunun bir parçası olan çok sayıda insanı kapsadığı ve bu insanların işçi sınıfına ait olmalarının toplumsal kimliklerinin önemli bir unsuru olduğunu da belirtmek gerekir. Bunu söylemek ‘sınıf indirgemeciliği’ hatasına düşmek değildir. Bu daha ziyade ‘sınıf ilişkiselliği’ denebilecek şeye bir örnek ya da sınıfın toplumsal varlık için kritik ve belirleyici bir etken olduğu yolunda ısrarlı bir vurgulamadır.



Bu noktanın ayrıntılandırılması gerekiyor. Kadın işçiler, siyah işçiler veya eşcinsel işçilerin kendilerini kadın ya da siyah ya da eşcinsel olarak hissedip öyle tanımlamaları ve yine bu nedenle sömürü, ayrımcılık ve baskıya maruz kaldıklarını düşünmeleri mümkündür. Ancak bunun böyle olduğunu düşünmeleri çok önemli bir konu olmasına rağmen gerçekliğin doğru bir tespiti olarak değerlendirilmemelidir. Kadın, siyah ve eşcinsellerin maruz kaldığı sömürü, ayrımcılık ve baskıyı içeren gerçeklik, onların üretim süreci ve toplumsal yapının belirli bir noktasında yer alan işçiler olmaları gerçeği ile de şekillenmektedir. Toplumun üst sınıflarındaki kadınlar, siyahlar ve eşcinsellerde ayrımcılık ve baskıya maruz kalabilirler. Ancak bu başka bir biçimde gerçekleşir.



Beyaz bir kadın işçi aşırı bir sömürüye ve ikili bir baskıya maruz kalır. Siyah bir kadın işçi ise siyah, kadın ve işçi olmasından ötürü tüm bunların üç katını yaşar ve tabii ki bu baskılar birbiriyle bağlantılıdır. Cinsiyet ve sınıfa karşı çıkmak, cinsiyet veya ırk veya başka bir şeyi ‘toplumsal varlığın’ belirleyici kriteri yapmak ve sınıf gerçeğini yok saymak veya küçümsemek, işçi sınıfı içinde bölünmelerin derinleşmesine yardım etmektir.



Bölgecilik, cinsiyetçilik ve ırkçılık bilinen ve olan şeyler. Bununla beraber mücadelenin içinde birçok durumda bunların kısmen de olsa üstesinden gelindiğini, farklı işyeri bölgelerinde erkek kadın, siyah beyaz işçilerin ortak bir düşmana karşı zaman, zaman dayanışma içinde mücadele ettikleri, hatta aralarındaki bölünme ve farklılıklara karşın milyonlarca işçinin bölgesel ve diğer bölünmelere değil, sınıf dayanışmasına ve amaç birlikteliğine önem veren partilere sağladıkları ortak destek sayesinde zayıfta olsa birbirlerine bağlandıklarını ve işçiyi işçiden sonsuza dek ayırabilecek hiçbir iç çelişkinin olmadığını hatırlatmak yanlış olmayacaktır.



Tabii ki kabul edilen ve ileri sürülen şeylerin yeterli olmadığı, geçerli olanın fiili uygulamalar olduğu doğrudur. Bu nedenle kat edilecek yol uzun bir yoldur. Oluşturulan bu bağlam ve tarihin yarattığı engelleme ve deformasyonlara mahkûm olan bir hareketin bütün hatalardan arınmış olan teorik ve pratik bir diyara büyük bir sıçrama yapacağına inanmak gerçekten bir ‘emek metafiziğine’ teslim olmaktır. Yapılması gereken bu hataları ve gerçekliği savuşturmak değil, bunların alt edilebileceklerine ve uygulamada yapılanların ileri sürülenlerle yalınlaştırılmasında aşılamayacak hiçbir engelin olmadığına inanarak bunlara karşı mücadele etmektir.



Bütün bu hareketler işçi sınıfının kendisinin dışında daha geniş bir katmanı da etkilemektedir. Bizi ‘sosyalizm ve ölüm’ noktasına getiren koşulların incelenmesinde görüldüğü kadarıyla bunlar oldukça güçlü antikapitalist, ilerici bir potansiyel içermektedir. Ama bu potansiyel sadece işçi hareketi onları açık antikapitalist amaçlar etrafında bir araya getirebilirse bir anlam ifade edebilir. Tabii gözden kaçırılmaması gereken nokta onların kendi özgünlüklerini, otonom yapılarını, önemlerini göz ardı etmemek ve onları kapitalizmi adaptasyona zorlamak için sırt yaslayacak birer güç haline dönüştürmemektir.



Mücadeleler tarihinde işçi sınıfının devrimci rolü



Tüm bu tartışmalar söz konusuyken ilk bakışta işçi sınıfının Marksın ona yüklediği devrimci rolü oynamayı reddettiği yolundaki gözlemde çok ihtilaflı bir şeyin olmadığı görülebilir. En azından işçi sınıfının hiçbir ileri ülkede devrim yapmamış olması da bir tarihi kanıt olarak ileri sürülebilir. Bununla birlikte daha ayrıntılı incelemede mesele bu kadar basit görülmemektedir. Çünkü işçi sınıfının hiçbir zaman devrimci bir rol oynamadığı ve oynamak istemediği şeklindeki bu cüretkâr iddia 20. YY da Avrupa’nın bir ucundan diğerine çok büyük sayıda işçinin açıkça devrimci eğilimleri olan ya da en azından çok güçlü devrimci çağırışımlar uyandıran militan bir aktivizmi 1917de Rusya da, I.Dünya savaşını takip eden yıllarda Doğu Avrupa, Avusturya, Almanya ve İtalya da 30lu yıllarda İspanya da sergilediği gerçeğini hiçe saymaktadır.Daha az çarpıcı biçimlerde de bu militan çıkış İngiltere, Fransa veya ABD işçi sınıflarının sahip olmadığı bir şey değildi. İddia aynı zamanda II. Dünya savaşı sırasında tüm Avrupa da Nazi işgaline karşı direnişin ağırlıklı olarak sadece ulusal kurtuluş isteği ile değil, aynı zamanda ve aynı oranda da devrimci bir toplumsal yenilenmenin yaygınlaşması isteği ile yola çıkan işçilerin bir hareketi olduğu gerçeğini de hiçe saymaktadır. Savaş ertesi yıllarda İtalya, Portekiz, Fransa, Yunanistan, İngiltere de çok sayıda işçinin önceki dönemlerde sergilemiş oldukları militanlığı sergiledikleri durumlar olmuştur. Bu işçilerin girişmiş oldukları sınıf mücadelesinin yoğunluk ve faaliyet alanının sistematik olarak altını çizen tarihsel muhasebe için gerekli düzeltmeyi yapmaktır.



Bununla işçi sınıfının ileri kapitalist ülkelerde genellikle sanıldığından daha devrimci bir rol oynadığını iddia etmenin çok farklı gerekçeleri de vardır. Bu kapitalizmin tarihine damgasını vuran reformların başarısında emeğin hiçbir zaman hakkı teslim edilmeyen can alıcı rolüdür. ‘Üretim ilişkileri’ ve bu nedenle hayat ilişkilerinin 200 yıl öncesine nazaran birçok işçi için bugün farklı hale gelmesi, büyük ölçüde sınıf mücadelesi, işverenlere ve devlete tabandan uygulanan baskı ve bu ülkelerin politik sistemleri üzerinde işçi sınıfı ve onun temsilcileri aracılığıyla uygulanan doğrudan ve dolaylı etki sayesinde mümkün olmuştur. Bu kapitalistlerin ‘’kışlık saraylarına’’ saldırılarıyla ve kapitalist toplumların devrimci dönüşümüyle sonuçlanmamıştır. Ancak etki alanı ve sonuçları ‘ekonomist’, ‘korporatist’ vb. etiketlerle ifade edilmesinden çok daha anlamlı olmuştur.



Kaydedilen ilerlemeler sömürü ve baskıyı en azından bütün kadınlara ve ırksal veya etnik azınlıklara uygulanan baskıyı sona erdirememiştir. Bu üzerinde durulması gereken bir noktadır. Ancak bu durum ne ilerlemelerin sağladığı yararları, ne artan umutları ve nede ileriki talep ve ilerlemeleri teşvik etmedeki katkıları gözden kaçırmamıza neden olmalıdır.



Uluslar arası bir sınıf olarak işçi sınıfının enternasyonal görevini yerine getirmediğinden bahsediliyor. Oysaki taleplerinin ve dâhil olduğu mücadelelerin birçoğunda örgütlü emeğin, sadece kendi acil ‘ekonomist’ ve ‘korporatist’ amaçları için değil, tüm işçi sınıfı ve onunda ötesi için mücadele ettiği ve mücadelesinin ‘yeni toplumsal hareketlerin’ hedeflerinin birçoğunu kapsadığı ve bu hedefleri daha geniş çapta ve daha etkili olarak kapsayabileceği gerçeği değişmeden kalabilmektedir. Bunu söylemenin nedenlerinin, işçi sınıfının duygusal biçimde idealleştirilmesi ile ya da ona entelektüellerin hayallerinde yarattığı ve işçi sınıfının reddettiği ayrıcalıklı bir rol atfetmekle bir ilişkisi yoktur. Daha ziyade kapitalizmin çelişkilerini, sınırlamalarını ve baskılarını eşit olmasa da en şiddetli şekilde yaşayanların erkek ve kadını, siyahı ve beyazı, çalışan ve işsizi, genç ve yaşlısı ile işçi sınıfı olmasından ve bunun işçi sınıfının taleplerinde hissedilen ihtiyaçların doğmasına yol açmasından kaynaklanmaktadır.



İşçi sınıfı sosyalizme geçişi gerçekleştirecek güç olacaksa değişmek zorundadır!



Sosyal varlık olmanın işçi sınıfı içinde sınıf ve sosyalist bilinç doğurmasının ölçüsünü abartma eğilimleri vardır. Ancak yeni revizyonist görüşlerde ekonomik ve mekanik gerekircilik hataları vurgulanırken doğrudan doğruya diğer uca gidiliyor. Bunun götürdüğü yer artık sınıf, yapı ve toplum kavramlarının gerçek analiz araçları olarak değerlendirilmediği bir subjektivizmdir. Bu bakış açısından ‘sosyal varlığın’ kendisi fiilen mevcut değilmiş gibi yorumlanmaktadır. Bu görüşlerde kapitalizmin işçi sınıfında yarattığı çeşitli yabancılaşmaların, baskı uygulama, meydan okuma, mücadele çelişki ve radikal değişim ve yenilenme düşüncelerine ve daha açık ifadeyle sosyalist düşünceye uygun bir zemin yaratmak zorunda olduğuna ilişkin hiçbir şeyin olmadığını da vurgulamamız gerekiyor. Oysa Marks’ın ölümünden sonra geçen yıllar içinde olanların tamamı da budur. Emek dünyasının yaratılması kolay bir süreç olmamıştır. Ve tarihi başarılarla olduğu kadar yenilgiler, geri adımlar ve hıyanetlerle doludur ve sosyalist bir perspektifle bakıldığında kusurlarını görmek zor değildir. Ancak bu süreç yıllarca ve on yıllarca sürmüştür ve kapitalizm devam ettiği müddetçe de sürecektir. Saptırılabilir, bölünebilir, hatta geçici olarak durdurulabilir ve ezilebilir. Böyle bile olsa baskı, uygulama ve meydan okumanın sömürü ve zulmün varlığı nedeniyle yeniden başlar ve devam eder.



Tüm bunların ışığında emeğin mücadelede ‘öncelliği’ kapitalist toplumda başka hiçbir grup, hareket ve gücün var olan iktidar ve ayrıcalıklı yapılarına karşı meydan okumaya muktedir olamaması gerçeğinden ileri gelmektedir. Bu kadınların, siyahların, barış eylemcilerinin, ekolojistlerin ve diğer hareketlerin hiçbir şekilde önemli olmadığı ve etkili olmayacağı veya ayrı kimliklerinden feragat etmek zorunda oldukları anlamına gelmez. Bu sadece kapitalizmin temel ‘mezar kazıcısının’ örgütlü işçi sınıfı olarak kaldığı anlamına geliyor. Ve sürekli söylendiği gibi örgütlü işçi sınıfı bu görevi yerine getirmeyi reddederse o zaman bu görev yerine getirilemeyecek ve kapitalist toplum çelişkinin hüküm sürdüğü, giderek otoriterleşen ve vahşileştirilen bir toplumsal sistem olarak kendi yarattığı dev kaynakları insani ve rasyonel bir şekilde kullanmada gösterdiği beceriksizlikle zehirlenerek kuşaklar boyunca sürecektir.



Marksist kuramda işçi sınıfını potansiyel olarak devrimci kılan üç niteliği vardır: 1)Üretim sürecini yalnızca o durdurabilir.2)nüfusun çoğunluğunu oluşturur. 3)kendi varoluş koşulları bile insan olmanın olumsuzlanmasıdır Marksist kavrayış bu üç niteliğin birliğini savunur. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan proletarya kapitalist olanaklarla tatmin edilemeyen, onları aşan ihtiyaçları olması yüzünden devrimcidir. Başka bir deyişle kapitalist üretim tarzında sömürülen sınıf olduğu için değil, ihtiyaçları ve özlemi bu üretim tarzının ortadan kaldırılmasını talep ettiği için devrimin potansiyel öznesi işçi sınıfıdır. Bundan şu sonuç çıkar: Eğer işçi sınıfı var olan toplumun mutlak olumsuzlanmasını ifade etmiyorsa bu toplum içinde onun ihtiyaç ve özlemlerini paylaşan bir konumdaysa ne şekilde olursa olsun iktidarın işçi sınıfına devredilmesi sosyalizme geçişin niteliksel olarak farklı bir toplum oluşturacağını garantilemez. İşçi sınıfı bu geçişi gerçekleştirecek güç olacaksa değişmek zorundadır



Proletaryanın devrimi tarih boyunca ilk olarak toplumun kaderini, politik zaferine ve ondan sonraki uzun dönemde ekonomik ve sosyal olarak bağımlı olan ve sömürülen bir sınıfın eline teslim eden devrimdir. Hâlbuki bundan önceki bütün sosyal ilişkiler iktidarın ekonomik ve onunla birlikte giden ideolojik hegemonyayı zaten elinde tutan sınıflara transferiyle sonuçlanmıştır. Kapitalist toplumun içinde proletaryanın ekonomik iktidarı elde edebilmesini düşünmek ütopiktir. Hatta ekonomik olarak bağımlıyken ve sömürülürken ideolojik hegemonyayı elde edebileceğini düşünmek daha da ütopiktir.



Onun ekonomik ve ideolojik bağımlılığının sonuçları, başka bir deyimle proletaryanın varoluş koşulları kendini örgütleme, yardımlaşma ve sınıf dayanışması için gerekli potansiyeli sınırlar. Bu iki eğilim arasındaki çarpışma hem proletaryanın yaşamına dair kendi gerçekliği, hem de büyük boyutlu sınıf çelişkilerinin kapitalizmi alaşağı edişi kısa vadede ortaya çıktığı zaman etkisini arttırır. Günlük rutin yaşam ile periyodik devrimci hareketlenmeler arasındaki diyalektik aslında gerçek sınıf hareketi ile onun politik ifadesi arasındaki diyalektikle ilişkilidir. Proletaryanın sosyalizm yolunda sübjektif engelleri periyodik olarak aşabiliyor olması gerçeği örgütlü işçi hareketi pratiğinin kriz içinde olduğu gerçeğini göz ardı etmemize yetmez. Marks için sosyalizm bu gerçek sınıfın yalnız gerçek mücadelelerinin sonucu olabilir. Bir ideal sınıfın mağrur, sözde mücadelelerinin değil. Sınıfın öncelikle bilinci doğrultusunda daha iyi bir toplum yapılanması için henüz yetersiz. Bu nedenle bilinçli ve örgütlü politik önderliğin yaratılmasına gereksinimi var. Bu nedenle bizler ıslah olmaz Leninistler olarak kalıyoruz. Yegâne şartı ise Leninizm bir vekilliğe dönüşmemesidir. Bütün bu engellerin üstesinden teorik katkılar yol göstermekte önemli rol oynasalar bile sadece hayatın kendisi ve tarihi deneyimlerle gelinebilir.



Güç toplamaya ve gündelik hayattan tecrübe kazanmaya devam ettikçe (ekonomik grevler, seçim hareketleri, reformlar için mücadele vb. ) gerçek sınıf hareketi burjuva toplumunda periyodik krizlere ve radikal patlamalara yol açmaya devam edecektir. Sosyalistler kendilerini bu kriz ve patlamalar için ve kitleleri de devrimci üstünlüğü ellerinde tutabilme doğrultusunda hazırlamalıdırlar. Bu şu ana kadar olduğundan çok daha fazla gerekli ve kaçınılmazdır. Sendikal bilinç, siyasi bilince, sosyalist bilince dönüşmelidir. Bu da ‘işçilere giderek’’, grev gözcülüğüne katılarak falan başarılamaz. İşçi sınıfı ile sosyalistlerin birleşmesi değişimin ön koşuludur. Birleşme yalnızca, iki gurubun her birinin kendi temelinde ve kendi bilincinden, dertlerinden ve hedeflerinden yola çıkarak hareket ettiği toplumsal değişim süreci içinde ortaya çıkabilir. Bu şekilde işçi sınıfı sadece ücretli emeği değil bütün bağımlı sınıfları sermayenin karşısına koyacaktır. Sendikal siyaset çerçevesini aşan bu yeni bilinç yerleşik üretim tarzının tamamının sonunu tasarlayacaktır. Tarih devrimlerin döngüsünün sona erdiğine inananlara gerekli dersi verecektir.

Hiç yorum yok: