2 Temmuz 2012 Pazartesi

Diktatörlükler mi Emperyalist 'Barış' mı İkileminden Kurtulmak Gereklidir

Ahmet Doğançayır

İçinde yaşadığımız koşullarda emperyalizmin sinir merkezlerinde sınıf mücadelesi zayıf ve işçi sınıfının politik hareketi bir çöküntü içindeyken bu tür bir devrimci canlanma çok düşük bir olasılık olarak görülecektir. Ancak düşünülmelidir ki 1917 yılında bütün ‘’uygar dünya’’birbirini boğazlarken ve uluslararası işçi hareketi sosyal şoven liderlikler tarafından emperyalist amaçların emrine koşullandırılmışken Rus işçi ve askerleri çarlığı yıktılar. Bu devrim Macaristan'dan İtalya ya ve Almanya ya kadar bir dizi başarılı veya başarısız devrimci kalkışmaya yol açtı.


Globalizm yeni liberalizm çağında emperyalist sermayenin dünya çapında dolaşımının önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir ideolojidir. Ancak yarın kapitalist dünyanın ekonomik bunalımı derinleştiğinde, ticaret savaşları kızıştığında, döviz piyasaları bunalıma düştüğünde, emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva ideologları dün Keynes’çiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar. Bu nedenle ‘’ Tek ülkede sosyalizm ‘’ teorisi yalnızca siyasal açıdan değil, doğrudan doğruya ekonomik açıdan da hem gerici hem de hayalidir.



Anti Emperyalizm, anti kapitalist içerikten taviz verilmiş bir hat olamaz



Bugün emperyalizm ve antiemperyalizm konusu öyle bir hal aldı ki zararı ezilen halklara ve emekçi sınıflara çıkıyor. Bir tür anti emperyalizm adına, ABD kime karşıysa onu destekleyelim mantığıyla Libya ve Suriye de yaşanan olaylarda Kaddafi ve Esad yandaşlığına kadar vardırılırken diğer bir yaklaşım emperyalist müdahalelerin aslında desteklenmeye değmeyecek baskıcı rejimleri yıkmasının halkların özgürleşmesinin yolunu açacağını-açtığını öne sürüyor. Ezilen kesimlerin isyanları kafalardaki mükemmel modele uymadığı için geçersiz sayılıyor. Oysa Yapılması gereken bütün emperyalist planları açığa çıkarmak, muhalefet hareketlerindeki çelişki ve zaafları kitlelere göstermek ve yaratılması zorunluluk halini alan sol önderliğe en yakın unsurlarla bağ kurmak değil midir?

Emperyalizmin uluslararası hegemonyası ve nüfuz etme kapasitesi bu durumdan etkilenen kesimlerde nedenleri farklı tepkiler yaratıyor. Bu tepkilerin iki tarafından bahsedebiliriz: Bunlardan birincisi egemenler ittifakı içindeki konumları kapitalizmin ulaştığı aşamadan ya da politik iktisadi mantığından dolayı artık gereksizleşen çevrelerin tepkisidir. İkincisi ise toplumsal varoluş koşulları verilen toplumsal mücadeleler sonunda elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıfların tepkisidir. Kapitalist saldırganlığın gerçek mağdurları bu ikincilerdir ve insanlığı kapitalizmin sürüklediği yok oluştan kurtaracak olan, bunların kurtuluşunun siyasi programıdır.

İktidarların yapılanması içindeki ayrıcalıkları Emperyalizmin uyguladığı politikalarla yok olmakta olan sınıf ve kesimler, eskiden beri bildikleri yöntemlere başvurarak bu tepkiselliği anti-kapitalist mecrasından çıkarmaya çalışmaktadır. Bunlar eskiden beri aşina oldukları güvenlik paranoyası, dış düşmanlarla çevrili olma hali ve benzeri yöntemlere dayanan psikolojik savaş tekniklerinin yanı sıra özellikle seksenlerin ortasından itibaren tüm dünyada yükselişe geçen milliyetçilik, cemaatçilik, dinsel tutuculuk gibi değerlerin karşıtlarını da siyasi söylemlerinde kullanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki pek çok insanlık trajedisine yol açmalarına rağmen okul, askeriye ya da dinsel kurumlar gibi topluma ideoloji aşılamakta etkin kurumların teçhizatı arasında olan bu değerler, sıradan vatandaşlar arasında çok yaygın ve popülerdir. Üstelik bunlar sosyalizmin savunduğu ilke ve değerlerle çatışma halinde olduklarından bunlara karşı mücadele elzem olduğu kadar zor, zor olduğu kadar elzemdir.

Mücadelede başarısız olunursa karşı karşıya kalınacak tehlike ise Emperyalizmin gerçek mağdurlarının gerilemekte olan egemenlerin siyasi mücadelesine yedeklenmeleridir. Bunların böyle bir zaferi insanlığın ortak geleceğinin barbarlık terimleriyle ifade edilmesinin önüne geçemeyecek ve emekçi sınıflar nihayetinde kendi aleyhlerine olan her politik mücadele sonrasında olduğu gibi kendi iktidarsızlıklarına biraz daha ikna olacaklardır. Böylesi bir felaket senaryosunun gerçekleşmesi, sosyalistlerin politik müdahalesi olmaz ya da bu politik müdahale kararlı bir devrimci irade göstermeden popüler eğilimlere boyun eğerek yaşanırsa, kesin olduğu söylenebilir. Ezilenlerin siyasi bilinçlerinin egemenlerin siyasi söyleminden bağımsız terimlerle ortaya konulması, acil ve hafife alınması mümkün olmayan bir politik görevdir. Bu durumda sınıfsal mücadele kelimelerin tanımı üzerinde de yapılacaktır. Emperyalizm, içinden geçtiğimiz dönemde, böyle bir sözcüktür. Anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmesi hiçbir koşulda mümkün değildir.

Emperyalist güçlerce korunan liman şehirlerinin ve buralara yerleşmiş bir avuç işbirlikçinin feodal toplumsal ilişkileri kapitalizme bağladığı, emperyalizmin sömürge coğrafyalarına dışsal olduğu dönem, yani emperyalizmin sadece savaş gemileriyle taşındığı dönem, siyasal düşünce planında üretim ilişkilerinde hâkim olduğundan daha uzun bir süre yerleşik kalmıştır. Aslında bizzat emperyalizmden dolayı eski toplumsal ilişkiler hızla dönüşerek kapitalistleşmiştir. Fakat sömürge ve yarı sömürgelerdeki entelektüel kesimler, gerek maddi varoluşlarının dayattığı ulusalcı eğilimleri, gerekse kan bağına dayalı toplumsal mensubiyetlerin popüler olduğu toplumlarda, bu mensubiyetlerin terimleriyle anlatmanın daha kolay olduğu hayal edilmiş ulusal bağlardan siyasetlerini yaygınlaştırmak için medet umduklarından bu söylemi sürdürmeye devam etmişlerdir.

Kapitalizmin bugün geldiği aşamada ise neredeyse yerkürenin hiçbir yerinde emperyalizm, ‘’ulusal kapitalizmlerin’’ dışında bir olgu olarak tanımlanamaz. Uluslar arası ekonomiye toplu bakış ‘’üçüncü dünya’’ kuramcıları arasındaki tartışmalarda onca kutuplaşmaya yol açmış bir başka efsaneye kulak asmama olanağı tanımaktadır. Az gelişmiş ülkelerin ilksel ya da yarı sanayileşmesinin ancak bir bütün olarak ‘’emperyalizme’’yani Metropollerin büyük tekellerine büyük bankalarına sürekli ve şiddetli karşı çıkışla mümkün olacağını sanmak hatalıdır. Kuşkusuz emperyalizmin yerli üretim ilişkilerine içsel bir ilişki olduğu tespitini dillendirmek değil bunun gereğine göre siyaset ve politik söylem belirlemektir. Emperyalizmi uluslararası çapta yaygınlaşmasını tamamlanmış şimdi ise sosyal ilişkilerde kamusal ilişki biçimlerini sürekli tasfiye ederek gittikçe derine kök salmaya uğraşan kapitalist üretim tarzından ayrı bir olgu olarak ele almak, milliyetçiliğin çizgisine geri gitmektir.

Ulusal düzeyde yapılacak ittifak stratejileri, yani sınıfsal olanın ‘’ulusal olanla’’ güç birliği, ancak emperyalist gücün açık işgali olduğu durumda gündeme gelebilir ve kabul etmek gerekir ki bu durumda bile ülkede çıkarları emperyalizmle ortaklaşan çok geniş bir kesim mevcut olacaktır. Bu bakımdan devrimci mücadele, içinde bulunulan durumda, esas olarak sınıfsal planda yürümelidir. Bundan her türlü sapma, yani anti-emperyalist hattın anti-kapitalist vurgusundan herhangi bir geçici politik çıkar uğruna taviz verilmesi, sınıfsal mücadele verdiğimiz kesimlerin tarafına doğru bir adım atmak olacaktır. İşte o durumda başta değindiğimiz felaket senaryosuna yaklaşırız. O zaman sosyalistlerin bu noktadaki temel politik görevi uluslararası kapitalizmin gerçek ezilenlerinin bağımsız siyasi programının oluşturulup bu programın politik söyleminin bu kesimler içinde hâkim kılınmasıdır. Bu politik görev tabii ki şiddetli bir anti-emperyalist mücadele hattı örülmesini gerektirmektedir. Fakat bu hat, Leninist emperyalizm teorisinin anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmiş bir hat olamaz.

Emperyalizme karşı mücadelede sosyalist strateji

Bugünün uluslar arası ekonomisi çerçevesinde hayalci ve geçersiz olduğu vurgulanarak karşı çıkılması gereken, kapitalist yığılmalı ve devamlı sanayileşme projesidir yoksa onun giderek biri diğerini ikame eden özel ve konjonktürel biçimleri değil.‘’ Ulusal’’ tekelci burjuvazi ve hükümet teknokrasisinin emperyalizmle artan ortaklığı bağımlı ülkeler de yaygınlaşan derin bir eğilim halinde. ‘’Ulusal burjuvaziler’’ bugün doğrudan çatışmadan çok, ülkeler üreticilerinin emeği üzerinden elde edilen kârlardan daha fazla pay alabilmek için emperyalizmle pazarlığın yollarını aramakta. Bağımlı ülkelerin burjuvazileri emperyalist merkezlerle bazen büyüyen, bazen de çatışmalı bir ortaklık içinde hareket ediyorsa bu ne cansızlığından, ne de güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Tersine bu burjuvazi, iyice anladığı kendi öz ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarına bağlı olarak böyle hareket etmektedir. Ekonomik yükseliş dönemlerinden bağımsız olarak sistemin tarihsel olarak çöküş halinde olduğu günümüzde bu ülkelerin egemen güçlerinin kaderi, ayrılmaz bir biçimde sistemin, yani sistemin temel direkleri olan metropol güçlerinin kaderine bağlıdır..

‘’ulusal burjuvazilerle’’ emperyalizm arasındaki çatışmalar kuşkusuz kaybolmadı fakat içerik ve biçimleri değişime uğradı. Bu durum işçi sınıfının sayısal olarak büyümesiyle birlikte ulusal burjuvazileri kitlelerin örgütlenmelerinden geçtik, geniş hareketlenmeleri karşısında düşman bir hale getirmekte. Yaşanan deneyimlerle milliyetçi burjuva ve küçük burjuva halkçılığın sınırlarını geren ve giderek sınıf çıkarlarının bilincine daha fazla varan proletarya, anti-emperyalist kavga niteliğini yitirmeksizin sınıf çıkarlarını ‘’ulusal dayanışma’’ için kurban vermeyi kabullenmekten giderek uzaklaşmakta.

Uluslar arası kapitalist sistemin bunalımının derinleşmesi sonucu yükselecek anti-emperyalist mücadelede yarı-sömürge ülkelerin milliyetçi burjuvazisiyle ilişki sorunu artan bir keskinlikle gündeme gelecek gibi görünüyor. Popülizm çöküş halinde fakat kaybolmuş değil. Özellikle ona hata ve ihanetlerle manevra kolaylıkları sağlandığı ölçüde kendini yeniden öne sürebilmenin sınırlı alanlarını muhafaza etmekte.

Anti-emperyalist mücadelede doğru taktik, proletaryanın örgütsel ve eylemsel bağımsızlığının kazanılması, korunması, sağlamlaştırılması ve güçlendirilmesinden ibaret olan stratejinin içinde yer almaktadır. Bu hiçbir şekilde tüm anti-emperyalist ittifakların reddedilmesi anlamına gelmiyor. Bu emekçilerin ve yoksul köylülerin reddedilmesinden başka bir anlama gelmeyecek olan burjuvazi ile tüm siyasi blokların toptan reddi anlamına geliyor.

Anti-emperyalist mücadelede sekterlik ne kadar zararlıysa, Latin Amerika, Asya ve Afrika da sayısız yenilgi ve felaketlere yol açan oportünizm de en az o ölçüde zararlıdır. Latin Amerika, Asya ve Afrika burjuvazilerine verdikleri koşulsuz destekle parlamentolarda konumlarının keyfini çıkaran, birçok ülkede KP’lerin yok olmasına ve işçi hareketinin zayıflamasına yol açan Stalinist önderlikler acınacak bir üne sahiptir.

Anti-emperyalist mücadelede oportünizm tehlikeleri üzerinde dururken ulusal kurtuluşun görevlerinin dar ve ekonomist bir ‘’uvriyerizme’’ tabi kılınması gerektiğini söylemiyoruz. Emperyalist baskı söz konusu az gelişmiş ülkelerin temel gerçekliği olmaya devam ediyor. Bu baskının sonunda halk kitlelerinde emperyalizmin krizine bağlı olarak giderek büyüyecek olan meşru tepki sanayi proletaryasının bu kitleler içindeki önemli ağırlığı ile çelişki içinde değil. Proletaryanın ulusal demokratik ve anti-emperyalist devrimin görevlerine sırt çevirmesi veya hafife alması, halkçılığın ya da burjuva milliyetçiliğin geniş köylü, kentli, küçük burjuva, yarı proleter ve hatta işçi kesimleri üzerindeki nüfuzunu güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Emperyalizm, kapitalizm ve ulus devlet var oldukça felaketleri ortadan kaldırabilmenin mümkün olduğuna inanmak hayalciliktir. Yerel savaşlar ve nükleer savaş tehdidinden ilelebet kurtulmak için sosyalizm uğruna mücadele etmek, iş yerlerinde ve mahallelerde öz örgütlenme ve burjuva yönetim cihazına doğrudan meydan okuma süreci içinde iktidara adım attıracak bir geçiş programı için mücadele etmek ön koşuldur. Bu amacın görünüşte dayatan görevlerin yanında ikincil konuma getirilmesi nükleer savaş tehlikesini azaltmayacak, çoğaltacaktır. Egemen sınıfların insan soyunun devamı üzerine kumar oynamalarının engellenmesi kapitalizmin dünya ölçeğinde yıkılışını, dünya sosyalist federasyonunun oluşturulmasını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, gizlilikten uzak en geniş kamu denetimi altında kullanılmasını gerektirir.

Devrimci Marksistler için iki kamp vardır. Ama bunlar devlet kampları değil sınıf kamplarıdır. ‘’Devlet kampçılığı’’stratejilerinin altında bir ülkede işçi sınıfının ve devrimin çıkarlarını devletlerin savunma çıkarlarının yanında ikincil duruma düşürme tehlikesi yatmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun işçi sınıfı davasını ileriye götüren her şeyi destekleriz. İşçi sınıfının çıkarlarına aykırı olan her şeyin karşısında sömürülenlerin, ezilenlerin yanındayız.

Burjuva milliyetçiliğinin anti-emperyalist mücadeleyi saptırmasını engellemek için proletaryanın elindeki tek olanak bu mücadelenin ve bu mücadeleyi kitleler gözünde temsil eden; Yabancı üslere, ulusun siyasi, ekonomik ve mali yaşamına dolaysız ve dolaylı emperyalist müdahaleye karşı mücadeledir. Proletarya emperyalist saldırının kurbanı durumundaki halklarla uluslararası dayanışma gibi mücadele gündeminin ilk sırasında bulunan talep ve somut hedeflerin başını çekmelidir. Bu emperyalizm çağında ulusal burjuva devrimin görevlerinin de ancak proletaryanın devrimci sürece katılan toplumsal güçler içinde hegemonyasını kurabilmesi ve siyasi önderliği ele geçirebilmesi ile bütünüyle gerçekleştirebileceği anlamına gelir. Politik öncülüğün kazanılması işçi sınıfı bilincinin tüm burjuva ideolojilerle bağlarını kopartarak gelişimi, proletaryanın örgütsel(sendikal ve politik) bağımsızlığının kazanılması, kırların ve şehirlerin yoksul kitleleri üzerinde proletaryanın siyasi hegemonyasını kuracağı görevleri başaracak nitelikte bir devrimci önderliğin, devrimci bir işçi partisinin yaratılmasıyla mümkündür

Türkiye de anti-emperyalist mücadele

Türkiye de burjuva devriminin tarihsel bir konusu ulusal bağımsızlık konusudur.1923te kurulan TC devletinin bir sömürge devlet olduğunu söylemek olanaksızdır. Türk ulusunun birliğinin sağlanması denenmiş ve ulusal bir devlet inşa edilmiştir. Ama bu Türk devletinin emperyalizmden siyasi ve askeri ve ekonomik açıdan bağımsız olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm bir dünya sistemi durumuna dönüştükçe az gelişmiş ülke burjuvazilerinin emperyalist sistemle bütünleşmeleri daha büyük bir zorunluluk olmaktadır. Türk burjuvazisinin de emperyalizmden siyasi ve askeri bağımsızlığa gereksinimi yoktur. Bu anlamda bir ulusal devletin kurulmasına yol açan Türk burjuva devrimi çağın özellikleri nedeniyle tamamlanmadan kalmış ve biçimsel bir bağımsızlık aşamasında durmuştur.

Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Bu anlamda üretici güçlerin gelişimi emperyalist boyunduruktan kurtulmayı gerektiriyor. Fakat bu hiçbir şekilde emperyalist boyunduruğun mekanik, Türkiye’nin tüm sınıflarına aynı şekilde boyun eğdiren bir boyunduruk olduğu anlamına gelmiyor. Türkiye de yabancı sermayenin güçlü rolü burjuvazinin, bürokrasinin ve ordunun çok güçlü kesimlerinin kendi kaderlerini emperyalizminkiyle birleştirmesine yol açtı. Bu bağ olmaksızın militarizmin yaşamdaki muazzam rolü tasavvur edilemez. Yabancı sermayenin ekonomik ve politik acentesi konumunda olan çeşitli burjuva kesimler arasında bir uçurum olduğuna inanmak saflık olacaktır. Bu kesimler işçi ve köylü kitlelerine büyüyen bir düşmanlıkla bakmakta ve emperyalizmle uzlaşmaya varmaya daima hazır hale gelmektedir.

Türkiye de bütün olup bitenlerin bir yabancı elin müdahalesi ve onayıyla yapıldığı meselesine gelirsek günümüzün emperyalizme bağımlı toplumlarında oluşan bağımlı bir devlet tipi vardır. Ortaya çıktığı bütün toplumlarda emperyalizmin dayattığı genel dönüşümlere uyduğu sürece belli benzerlikler gösteren bu devlet, emperyalizmin şimdiki aşamasında payına düşen işlevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak şu kadar açıktır ki bu devletin aldığı görünüm ister askeri diktatörlük ister demokratik cumhuriyet olsun bu toplumların iç etkenlerine de bağlıdır. İç ve dış etkenler arasındaki ilişkiyi mekanik bir biçimde kavramaktan vazgeçmek gerekiyor. Çünkü emperyalizmin bu günkü aşamasında böyle bir ayrım bir yanda yalnızca dışarıdan faaliyet gösteren dış etken, diğer yanda da tek başına kendi alanına çekilmiş tüm sınıflardan bağımsız bir iç etken karşıtlığı yoktur. İç etkeni vurgulamamızdaki bir diğer neden bir süper devlet gücünün hedeflerinin ancak o ülkenin çelişkileriyle birleştiği zaman tesir edebileceği gerçeğidir. Zaten bazı bakımlardan bu çelişkilerin kendileri de zaten emperyalist sistemin çelişkilerinin değişik ülkelerde zoraki olarak yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Dış müdahale ve yabancı eli gibi unsurların bu kadar etkili olmalarını sağlayan esas, iç koşulların tümüne insanların sessiz kalmasını sağlamak gibi daha büyük bir avantaj olmaktadır.

Emperyalizmin mekanik olarak Türkiye de ki tüm sınıfları kaynaştırdığını düşünmek yanlıştır. Emperyalizm Türkiye’nin iç ilişkilerinde hayli kuvvetli bir güçtür. Bu gücün temel kaynağı yabancı sermaye ile yerli burjuvazi arasındaki ekonomik ve politik bağdır. Bu anlamda emperyalizme karşı devrimci mücadele sınıfların politik farklılaşmasını zayıflatmaz tersine güçlendirir. İşçileri ve köylüleri emperyalizme karşı harekete geçirmek ancak onların temel ve en yaşamsal çıkarlarının ülkenin toplumsal kurtuluşu hedefiyle bağlantısını kurmakla mümkündür. Bağımsızlık sorununun gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi emperyalizmle kader birliği yapan Türk burjuvazisinin değil emperyalist ittifaktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda burjuva devriminin görevlerinin kaderi sosyalizme bağlanmıştır. Kurtuluşun sınıf mücadelesinin ılımlılaştırılmasıyla, grevlerin ve kitle hareketlerinin frenlenmesiyle, özgürlüğün kitlelerin iyi tavırlarından dolayı emperyalist cömertlik şeklinde elde edileceğini düşünenler yanılmaktadırlar. Bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir. Sekterizm’e düşmemek adına proletaryanın ve devrimci öncüsünün anti-emperyalist mücadele gerekçesiyle sınıf uzlaşmasına götürülmesi mücadeleyi ilerletmek şöyle dursun başarısızlığa uğramasının, siyasi olarak daha yumuşak ve daha az kışkırtıcı biçimlere bürünse de uluslar arası sermaye egemenliğinin sürdürülmesinin kapısını açar. Türkiye başta Türkler ve Kürtler olmak üzere çeşitli halklardan meydana gelen bir ülkedir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının sonuna kadar savunularak yürütülecek devrimci anti-emperyalist mücadele NATO ve emperyalizmle imzalanmış bütün askeri anlaşmaları yırtıp atacak, Kürt ve Türk emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin vermeyecektir. Bugün tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonya sı altında olursa olsun bir’’yenidünya düzeni’’değildir. Yaşanan deneyler göstermiştir ki Diktatörlerin ve başka sömürgeci güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin egemenliği altında kaldılar. Emperyalist boyunduruktan kurtuluş, mücadelenin proleter devrimin devlet anlamında cisimleşmesi demek olan dünya emekçi cumhuriyetleri federasyonlarına evrilmesiyle gerçekleşecektir.

Hiç yorum yok: