27 Temmuz 2012 Cuma

SURİYE: “Arap Sosyalizmi’ Son Nefesini Verirken

Hakkı Yükselen



Burjuva demokratik “aşama” bir tür “demokratik diktatörlük” olarak 1917 Rusyası’ndaki devrimci görevlerini olmasa da, siyasi ömrünü sekiz ay gibi kısa bir sürede tamamladı: Önce büyük toprak sahibi ve burjuva-liberal Kadet Partisi üyesi Prens Lvov, ardından Sosyal Devrimci Kerensky başkanlığındaki geçici hükümetler yönetiminde, hızla gericileşen, emperyalizm yanlısı bir “ara rejim” biçiminde… Ve elbette geçici bir “ikili iktidar” dönemi olarak.


İşçi, köylü ve asker vekilleri sovyetlerinin yönetimini elinde tutan önderlikler tarafından desteklenen “demokratik” rejim, siyasi bakımdan ağırlıklı olarak her ne kadar küçük burjuva (devrimci demokrat) bir karakter taşısa da toplumsal anlamda bir burjuva rejimiydi. Bu “demokratik diktatörlüğe” savaş açan Lenin’in, her demokrasinin, “demokrasinin her diktatörlüğünün” yalnızca burjuvazinin iktidarını örten bir tül perde olduğunu vurgulayan sözleri boşuna söylenmemişti.



Tarihin uzun araları!



Dönemine göre ister “demokratik” ister “diktatörlük yönü ağır bassın, küçük burjuva “demokratik diktatörlükleri” (Daha sonraları “küçük burjuva radikalizmi” adını da almıştır!) geçici bir karakter taşırlar. Bu nedenle başlangıçtaki “ilericilikleri” iç ve dış koşulların bileşimine uygun bir çürüme hızıyla gericiliğe dönüşen bu “yurtsever” rejimler, esas olarak birer “ara rejimden” başka bir şey değildir.



Ancak, sınıf mücadelesi hiçbir zaman sona ermese de tarih bazen uzun “aralar” verir! Devrimci Rusya’daki ömrü tarihsel olarak çok kısa sürse de, bu tür rejimlerin “ara” ve “geçici” karakterleri ömürlerinin her zaman çok kısa olduğu anlamına gelmez.



Kapitalist toplumda sınıf mücadeleleri tarihi küçük burjuvaziye doğrudan bir bağımsızlık bahşetmese de belirli tarihsel şartlarda müthiş bir “boşlukları” doldurma gücü verir. Temel sınıfların siyasi olarak “pat” durumuna geldiği veya oluşumları ve ağırlıkları açısından epeyce cılız durumda bulunduğu dönemlerde tarih, iktidar arayışındaki küçük burjuva önderliklerine büyük fırsatlar sunar. Böyle dönemlerde küçük burjuva eliti her zamanki ideoloji üretme işini (Elbette “vatanseverlik” temelinde) doğrudan siyasi önderliğe ve şartlar elverdiğinde siyasi iktidara tahvil eder.



Tarihsel deneyime bakıldığında bu politik hâkimiyet kimi zaman, Troçki’nin deyişiyle “Küçük burjuvazinin silah zoruyla iktidarı burjuva partilerinden aldığı” İtalya ve Almanya gibi örneklerde “liderleri aracılığıyla finans oligarşisine teslim ettiği” faşizm biçiminde tecelli eder. Ancak bu hâkimiyet kimi tarihsel-toplumsal şartlarda göreli olarak ilerici bir karakter kazanır. Bunun yakın tarihteki en önemli örnekleri genellikle Ortadoğu-Afrika coğrafyasında bir tür sosyalizm modeli olarak görülmüştür.



Arap Sosyalizmi



Bunlardan en bilineni “Arap Sosyalizmi”dir. Mısır’da “Nasırcılık”, Suriye, Irak ve diğer bazı Arap ülkelerinde “Baasçılık*” adlarıyla ortaya çıkan bu küçük burjuva-devrimci akım, sömürgecilik sonrası dönemde bir ulusçuluk ve toplumsal reform programı olarak “sınıflar çatışmasını savunan Marksizm ile kişisel çıkarların üstünlüğü ve üretim araçlarına sahip sınıfların hâkimiyeti anlamına gelen kapitalizm arası bir sistem olan özgül bir ‘Arap sosyalizmi’ fikrine dayanarak meşrulaştırıldı. ‘Arap sosyalizmi’nde toplumun tamamının herkesin çıkarını kollayan bir hükümetin çevresinde toplanacağı düşünüldü… Toplumsal demokrasi olmadan siyasi demokrasi olamayacağı ilan edildi. Bu da iletişim araçları ve öteki kamu hizmetlerinde, bankalar ve sigorta şirketlerinde, ağır ve orta endüstride ve –en önemlisi- dış ticarette kamu mülkiyetini gerektiriyordu. Erkek-kadın ayrımı yapılmaksızın herkese fırsat eşitliği, sağlık hizmeti ve eğitim olanağı sağlanmalıydı. Aile planlaması teşvik edilecekti. Sınıf ayrımları ulusal birlik içinde eritilmeliydi. Arap ülkeleri arasındaki ayrımlar da ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilirdi.” (A. Hurani. Arap Halkları Tarihi)



Erken dönem Kemalizminin gerçekte propagandif “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” söylemi, 1950’lerin Mısırı’nda, Cemal Abdül Nasır önderliğinde, temeline konulan “özgürlük, sosyalizm, birlik” hedefiyle çok daha somut bir biçim kazanmış görünüyordu. Özgürlük, ülkenin ve yurttaşların özgür olmasıydı. Sosyalizm hem bir araç hem de bir sonuçtu: araç olarak kendine yeterliliği, sonuç olarak adaleti sağlayacaktı. Birliğin yolu ise (Arapların birliği) halkı tek bir ulusun doğal düzenini yeniden kurmaya çağırmaktan geçecekti. (Ulusal Sözleşme- 1962, Kahire)



Dönemin Arap dünyasını saran bir diğer akımı olan Baasçılık da benzer bir “sosyalizm” fikrinin temelinde oluşmuştu; etrafında birleşik bir Arap ulusunun inşa edileceği son derece milliyetçi bir sosyalizm; yani tam manasıyla bir küçük burjuva sosyalizmi olarak…



Sosyalizm burada bir ekonomik kalkınma yöntemi ve modernleşmenin bir aracı, ekonomik gelişme ise bağımsızlığın gerektirdiği güç ve kendine yeterliliğin temeliydi. Devlet ekonomik büyümeyi teşvik için müdahale etmekteydi. Hızlı sanayileşmenin, cılız burjuvaziye bırakılması halinde imkânsız olduğu açıkça ortadaydı.



“Arap Sosyalizmi” hemen bütün “azgelişmişler” dünyasında uyandırdığı umutlara ve uygulamaya koyduğu bütün ekonomik-toplumsal reformlara rağmen 70’li yıllara doğru sınıfsal karakterinden ve kaçınılmaz çelişkilerinden kaynaklanan “doğal sınırlarına” ulaştı. Sonuçta bir dizi iç çatışma, darbe ve entrikanın eşliğinde hızlı bir çürüme sürecine girdi. Sonuçta hem Arap dünyasında, hem de dünyanın birçok başka yerinde, bazı karşıdevrimci dinamikleri de harekete geçirerek, hayal kırıklığına dönüştü.



Küçük Burjuva Sosyalizminin Fani Karakteri!



Siyasi olarak küçük burjuva diktatörlükleri, burjuva diktatörlüklerinin özel tarihsel şartlarda üstü örtülü biçimde zuhur etmesidir. Kaçınılmaz çürüme süreci içinde kendi iç çelişkilerinin sonucu olarak yıkılma noktasına gelir. Sorun bütün benzer rejimler gibi kim tarafından ve nasıl yıkılacağıdır. Rejimin önce gerileme ve ardından da çöküş sürecine girmesi sınıfsal planda iki temel eğilim tarafından belirlenir: Yerli (milli) burjuvazi, ekonominin temel sektörlerinin millileştirilmesine rağmen, bağımsızlık politikasının nimetlerinden yararlandığı ve mülkiyet hakkı işçi sınıfından gelecek tehditlerden korunduğu ölçüde yeni rejimi destekler, o rejimin toplumsal-sınıfsal dayanağı olur. Neticede, ödeyeceği politik bir bedel karşılığında toplumsal hâkimiyetinin devamını sağlar. Antiemperyalizm bu noktada ülkenin politik bağımsızlaşması, ekonomik olarak egemen kapitalist üretim ilişkileri temelinde bir “karma ekonomi” ve “devlet kapitalizmi” olarak ortaya çıkar. Bu yapı, bütün kısmi kazanımlarına karşılık, zamanın emekçi kesimler lehine değil, burjuvazinin lehine işlemesini sağlar. Ancak burjuvazinin, kapitalizmin doğası gereği (En “milli” biçiminde bile!) uluslararası sermaye ile bütünleşme ihtiyacını duyduğu ve buna paralel olarak rejimin, iç politik değişimler eşliğinde (askeri darbeler, saray darbeleri, tasfiyeler vb.) “dış dünya” ile ekonomik ve politik ilişkilerini “geliştirdiği” oranda, epeyce bir süredir zaten bir söyleme dönüşmüş olan “antiemperyalizm” bir yük haline gelir. Burjuvazinin bu doğrultuda ortaya çıkan basıncı, bütün bu “sosyalizm” örneklerinde iktidar partisinin sol-sosyalist kanadının tasfiyesi ile sonuçlanmıştır. Rejimin uluslararası şartların değişimi oranında, mesela bir “Sovyetler Birliği”nin yokluğunda, manevra ve dış destek olanaklarının daralması bu değişimi hızlandırır.



Hanedan Kapitalizmi!



Bu noktada, büyük burjuvazinin ve emperyalizmin önündeki asıl sorun, emekçilerin, içi giderek boşalmış ve neoliberal “değişim” sayesinde artık bir “kabuğa” dönüşmüş “kazanımları” değil (var olduğu kadarıyla sağlık, eğitim, sosyal güvenlik vb.) ekonomiyi denetleyen, özelleştirilen işletmeleri mülk edinme önceliğine sahip, bu gücünü rejim içindeki siyasi konumundan alan, boğazına kadar yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığa batmış kapitalistleşmiş bir bürokrasi ve etrafında toplandığı kapitalist “hanedan”dır. Ülkede bu hanedan ve çevresine haraç ödemeden tek bir ekonomik faaliyet bile yürütmek imkânsızdır. Ancak rejimin güvenlik aygıtlarına ve çıkar dengelerine dayalı gücü devam ettikçe bu, bir yandan rejimle çıkar birliğini sürdüren, öte yandan geleceğini görmeye çalışan, uluslararası sermayeyle her türlü işbirliğine açık burjuvazi, politik olarak, diktatörlüğün çöküş sürecine girmesini beklemek zorundadır. Çöküş kaçılmaz hale geldiğinde de rejime “istikrar” ve korunma güvencesi karşılığında verdiği zorunlu ancak geçici desteği, çıkarlarını ve güvenliğini sağlayacak çok daha “çağdaş” bir rejim lehine çekmekte tereddüt göstermeyecektir.



Emekçi Halkın Halleri!



Çözülme ve çöküşün bir de emekçi ve yoksul halka ilişkin boyutu vardır. Bu boyut, rejimin hem milli burjuvazinin talepleri, hem de kapitalist dünya ekonomisinin “gerçeklerine” uyum sağlamak amacıyla üzerindeki “tül perdeyi” giderek kaldırıp apaçık bir burjuva diktatörlüğüne dönüşünü de simgeleyen ekonomi politikalarının devreye sokulmasıyla ortaya çıkar. Bu liberal politikalar ve bunların zorunlu bir sonucu olarak özelleştirmeler, şehir ve kır emekçilerinin başlangıçta bir takım önemli kazanımlar ve özgür bir gelecek umudu karşılığında verdikleri desteğin işsizlik, yoksulluk, sefalet ve gelir uçurumunun giderek artışı nedeniyle çekilmesine yol açar. Toplumsal tercihini, bütün “eşitlikçi” söylemlerine rağmen, epeyce erken bir dönemde burjuvaziden yana yapmış olan rejim, o güne kadar işçi ve emekçiler üzerinde ideolojik araçlar ve esas olarak devlete bağlı resmi sendikalar, sendika bürokrasileri vb. aracılığıyla sağladığı denetimi, vahşi bir polis-istihbarat-özel birlikler şiddeti aracılığıyla sürdürmeye başlar. Bu durum, aynı zamanda sosyal adalet ve eşitlik, özgürlük, Arap birliği, Siyonizm karşıtlığı vb. fikir ve beklentilerin fos çıkması nedeniyle, özellikle, orta sınıf aydınların önemli bir bölümünün, köylülerin ve kırsal kökenli kent yoksullarının, işsiz kitlelerin İslamcı ideoloji ve hareketleri bir kurtuluş çaresi olarak görmelerine de yol açar. Emperyalist merkezlerin ve yerli burjuvazilerin sonradan giriştikleri bütün denetim çabalarına rağmen, Ortadoğu ve Arap devrimci ayaklanmalarının hepsi ağır kapitalist sömürü ve devlet baskısı altındaki yoksul kitlelerin başkaldırısı biçiminde ortaya çıkmıştır. Kısacası bu rejimler, emperyalist müdahale ihtimalinin ortaya çıkışından çok daha önce, uygulamaya koyduğu ekonomik ve sosyal politikalarla kendi kuyularını kazmaya ve üzerinde durdukları güç ve meşruiyet dengelerini bozmaya başlamışlardır.



Sonsuz Bir Olağanüstü Hal Rejiminin Sancılı Çöküşü!



Bu tür rejimler, kitlelerden “bağımsızlaştıkları” ve onların desteğini kaybettikleri oranda varlıklarını her şeyin “milli güvenlik” ve sonsuz bir “olağanüstü hal” temeline dayandırıldığı bir polis devleti olarak sürdürmeye başlarlar. Suriye örneğinde de olduğu gibi, emperyalizmle ekonomik ve politik ilişkilerini güçlendirmelerine, bölge politikalarında çoğu zaman açık bir karşıdevrimci rol oynamalarına ve neoliberal ekonomi politikalarını devreye sokmalarına rağmen, iç ve dış dengelerin değişmesine ve memnuniyetsiz kitlelerin isyanına bağlı olarak sallanmaya başladıklarında, dış müdahalelere açık hale gelirler.



Suriye rejiminin tasfiye süreci, bir yanıyla, emperyalist sistemin bölgesel hedefleri ile “milli” burjuvazinin uluslararası sermaye ile doğrudan bütünleşme, siyasi ağırlığını artırma, açgözlü bürokrasinin payını kendi hanesine yazma, vesayet ve kaprislerinden kurtulma eğiliminin (elbette şartlara bağlı, yarı açık-yarı gizli olarak!) uygun iç ve dış şartlarda birleşmesinin bir ifadesidir. Ancak diğer yanıyla bu sürecin asıl tayin edici unsuru yukarıda sözünü ettiğimiz emekçilerin, kent ve kır yoksullarının başkaldırısıdır.



Bu tür rejimlerin ömürleri sonuçta dünyadaki güçler dengesi ve iç çelişkilerinin derecesiyle belirleniyor olsa da tarihsel karakterlerinden kaynaklanan göreceli özerklikleri, çöküş sürecinin daha karmaşık ve sancılı bir seyir izlemesine yol açar. Ancak tasfiye şu veya bu biçimde de olsa kaçınılmazdır. Bir “ara rejim” olarak “küçük burjuva radikalizmi”, “asrı saadet” döneminde de siyasi olarak sadece emperyalizmden değil, tutturmuş olduğu “halkçı” söyleme rağmen, kitlelerden de bağımsız bir bürokratik iktidar temeline oturuyordu. Yukarıda belirtildiği üzere, hemen her örnekte ihtiyaçları doğrultusunda kendi sol kanadını tasfiye eden rejim, yozlaşması ölçüsünde açık bir burjuva diktatörlüğüne dönüşüp emperyalizmle daha sıkı bağlar kurarken kitlelerden “bağımsızlığını” giderek artırdı. Tekrar edecek olursak, ömürleri bazen çok uzun sürse de bu tür rejimler siyasi olarak bir “ara” karakter, yani küçük burjuva karakter taşırlar ve bütün proleter olmayan rejimler gibi neticede burjuvazinin tarihsel çıkarlarına hizmet ederler. Bu hizmet “tarihsel” karakterinin ötesinde elbette epeyce güncel biçimler alır ve “Bal tutan parmağını yalar!” ilkesi uyarınca iktidardaki sözüm ona “antiemperyalist” hanedan, kapitalist özel mülkiyet ve “ işadamlığı” temelinde büyük bir serveti kontrol etmeye başlar. (Bak. Esat ailesinin ekonomik faaliyetlerinin dökümü!) Bu noktada burjuvazinin iktidarını örten “tül perde” kalkar ve rejimin gerçek toplumsal karakteri ortaya çıkar. Başlangıçtaki halkçı “radikalizmini” kaybederek önce asker-polis devleti biçimindeki bildiğimiz “Bonapartizme”, ardından da kaçınılmaz sonuna yönelir…



Bağımsızlık; ama Önce Sınıfının Bağımsızlığı



Bir “küçük burjuva radikalizmi” olarak “Arap sosyalizmi” bütün burjuva demokratik ve “sosyalist” hedefleri konusunda devrimci enerjisini görece kısa bir sürede tüketerek zaman içinde yıkımın eşiğine geldi. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere bu durumun ortaya çıkmasında tayin edici unsur, emperyalizmin baskı ve kuşatma politikasından çok daha güçlü biçimde rejimin sınıfsal karakterinden kaynaklanan patlayıcı iç çelişkileriydi. Bu iç çelişkiler, emperyalizme karşı bağımsızlık çizgisinin gerçekte giderek emperyalizmle işbirliği çizgisine dönüşmesine yol açmıştır.



Bu tür rejimler, ulusal ve toplumsal hedefleri bağlamında iflas etmişlerdir. İktidar düşkünü, darkafalı, entrikacı, bürokratik ve hegemonyacı tavırlarıyla “Arap ulusunun birliği” hedefini tam bir düşkırıklığına çevirirken, toplumsal eşitlik, adalet, demokrasi ve sosyalizm hedefleri konusunda da kitlelerin beklentilerini gerçek bir yıkıma uğratarak toplumsal meşruiyetlerini kaybetmişlerdir.



Arap dünyasında ve Ortadoğu’da sınıf mücadeleci ve antiemperyalist bir mücadele hattının Suriye ile birlikte son nefesini vermekte olan bir zamanların “küçük burjuva radikalizmi”nin desteklenmesi üzerinden savunulması mümkün değildir. Bu hat, yeniden ve tutarlı bir devrimci çizgi üzerinden oluşturulmak zorundadır. Hayal gibi gelebilir ancak mücadele ve örgütlenmeler proleter bir sınıf karakteri kazanamadığı takdirde Ortadoğu, emperyalizmin at oynattığı kanlı bir “tımarhane” olmaktan kurtulamayacaktır. İstisnasız her örnekte devrimci karakterini kaybeden küçük burjuva (gerçekte burjuva) çizgi, bölgede emperyalizme, Siyonizme ve gerici Arap rejimlerine karşı verilen mücadeleleri zayıflatmaktan başka bir işe yaramamaktadır.



Devrimci sosyalizmin bölge çapındaki enternasyonalist görevi, bir yandan her türlü emperyalist müdahaleye karşı dururken, bağımsız bir sınıf çizgisini inşa etmektir. Bir takım burjuva polis devletlerine mesnetsiz bir “antiemperyalizm” yakıştırmasıyla sahip çıkmaya çalışmak, onlarla birlikte batmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu tür rejimlerin geçici bir süre için kurtulmaları halinde bile, emperyalizmle daha sıkı bağlar kurmaya çalışmaları ve ilk iş olarak devrimci müttefiklerini satmaları kaçınılmazdır. Geçmişte (ve bugünün sosyalizm açısından hazin tablosunda) Sovyetler Birliği’ni yöneten bürokratik kastın politikaları paralelinde, kimi zaman sert bir biçimde itilip kakılmalarına rağmen, bu rejimlerle “antiemperyalist milli cephelere” giren Arap komünist partilerinin utanç verici yok oluş hikâyeleri vardır. Emperyalizmle mücadele etmek için, işçi sınıfının bağımsız eylem ve örgütlenme hedefinden vazgeçilmesi gerekmiyor. Bazı durumlarda gerekli, süresi ve biçimi dikkatle belirlenmiş eylem birliklerinin, “stratejik işbirlikçiliğe” dönüşmeyip gerçekten sadece taktik düzeyde kalmasının tek garantisi, toplumun devrimci öncüsü olarak işçi sınıfının



ideolojik-politik-örgütsel bağımsızlığıdır.



Küçük burjuva önderliklerin ve “ara” rejimlerin tarihin boşluklarından kaynaklanan geçici güçleri esas olarak proletaryanın çağımızdaki “önderlik krizi”nin de bir ifadesidir. Bu kriz sadece proletaryaya hangi devrimci gücün, parti veya partilerin önderlik edeceği sorunuyla sınırlanamaz, asıl sorun proletaryanın toplumun diğer çalışan kesimlerine ve küçük burjuvaziye sunacağı önderlik kapasitesidir. Sürecin ters yönde işlemesi, yani proletaryanın diğerlerinin “kuyruğuna takılması” halinde sonuç burjuvaziye teslimiyet olacaktır. “Radikal” de olsa geçici ve giderek gerici bir karakter taşıyan küçük burjuva rejimlerinin hiçbir geleceğinin olmadığı tarih tarafından bir kez daha kanıtlanmıştır. Troçki’nin dediği gibi, “Proletaryanın buna katılması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir; çünkü tabiatta, değişik sınıf çizgilerinin aritmetik ortalaması diye bir şey yoktur.”



Emperyalizme karşı mücadele, “antiemperyalist” küçük burjuvaziye ve “milli” burjuvaziye emanet edilemeyecek kadar ciddi bir iştir!



*Baas: Arap Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi (Hizb el-Ba’s el-Arabi el- İştiraki)

Hiç yorum yok: