24 Temmuz 2013 Çarşamba

Otoriterleşmeye ‘ONE MINUTE’!


            Ahmet Doğançayır
AKP, iktidarı ilk beş yılında kendisine yönelik çeşitli müdahale girişimlerini etkisiz kılmayı başarmış ve kısmen bu mücadele sayesinde 2007 seçimlerinde oylarını arttırarak çıkmıştı. Bu ilk beş yıl içinde tek başına iktidarda olmanın verdiği olanakları değerlendirdi.
gezi gitar
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağladıktan ve kendine yönelik kapatma davasını savuşturduktan sonra AKP’ de hızla tek adam hâkimiyeti oluşmaya başladı. Buna paralel olarak da muhafazakâr değerlerle, otoriter yönetime yönelik refleksler ve ataerkil zihniyetin birleşiminden ortaya çıkan yeni bir tahakküm biçimi artmaya başlamıştı. Zaman ilerledikçe bu tahakküm biçimi kendisini çok daha güçlü bir şekilde göstermeye devam etti. Gezi Parkı direnişinin çok daha öncesinde muhafazakâr ahlak ilkeleri çerçevesinde müdahaleci otoriterliği giderek artan dozda uygulamaya çalışan, tepki geldiğinde geri adım atan bir oyalama-aşındırma stratejisi uygulanmaya başlanmıştı. Fakat kritik eşik aşıldığı andan itibaren AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecekti. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemliliğine alabildiğine polis terörüyle saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktı. Kentlerin yağmasında daha dizginsiz bir yola girilecek, yine kentlere kendi ideolojik damgasını basma yolunda fren mekanizmaları devreden çıkarılacak ve genel olarak da tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecekti.
Aldığı destekle, AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’üzerine kurulu anlayışın yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. AKP hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaşma her düzeyde kendini hissettiriyor. Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor.
AKP kendi iktidarını pekiştirmek üzere attığı adımlarda daha pervasız ve saldırgan bir yola girmiştir. Daha önce, belli bir dayanağı olan “mağdur” rolünü oynayarak her fırsatta elini güçlendirebiliyordu. Hiç kuşkusuz bunda, karşısında güçlü bir alternatif olmaması ve ekonominin görece iyi bir konjonktür yakalamasının da etkisi vardı. Ancak sivil-asker bürokrasi alt edildiği andan itibaren AKP için, özel bir durum teşkil eden Kürt sorunu dışında, kendine çeki düzen vermesini sağlayabilecek bir muhalefet odağı kalmamış oluyordu. Bunun bir yan sonucu da liberallerle ittifakının eski önemini yitirmesiydi.
İşte son birkaç yıldır süren bu yeni süreçte AKP’nin bu çerçevede yaptıkları toplumun değişik kesimlerinde bir huzursuzluk biriktirmekteydi. Her ne kadar bu kesimler AKP’nin kendi tabanı dışındaki kesimler olsa da bunların siyasi olarak AKP’yi endişelendirecek düzeyde bir etkinliği ve örgütlülüğü bulunmuyordu. Buna Tayyip Erdoğan’ın şahsında olgunlaşan Tek adam yönetiminin özellikleri ve imkân verdiği müdahale olanakları eklendi. Bu müdahalecilik kafasındaki toplum modelini halka kabul ettirmeyi ilahi bir görev olarak gören bir tek adam otoritesiyle pekişmiş bir müdahalecilikti, ‘’Topluma hizmet götürme’’görüntüsü altında aslında yeni bir düzen ve görünüş verme hırsının açığa çıkmasıydı. Bu hırs Tayyip Erdoğan’ı kendi çizdiği sınırlar ve biçim aşılmadığı takdirde tahammül eden, ama sınır aşıldığında şiddete başvuran bir otoriteye dönüştürdü.
Aslında Türkiye toplumunda Tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan ve yakın korumaları kullandı. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın Gezi Parkı direnişinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor.
Kabul edilebilir sayılan bu milletin giyim kuşamından, oturuş kalkışından, kadın erkek ilişkilerinden, içtiğinden, sokaktaki davranışından farklı olan hiçbir şeyi içine sindiremeyen, bunlarla aynı toplumu paylaşmayı bile yapılan bir tür saldırı olarak algılayan bir zihniyeti dile getiriyor ve körüklüyor. Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor.
Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine giren Milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir sorun görmüyor. Mevcut Cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu olağanüstü hal rejiminin vurucu gücü ordu değil ‘’destanlar yazan’’ polis gücü olacağı anlaşılıyor.
Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor. AKP’nin yeni anayasa arayışında ifadesini bulan hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme gücünün tek bir kurumda (Başbakan ya da Cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteğinin açığa çıkmasıdır. Başkanlık-yarı başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa çalışmalarıyla beraber anılması tesadüf değildir. Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir.
Sonuçlar ve olasılıklar
Ama yine de bütün devlet aygıtlarına artık bütünüyle hâkim olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan’ın güçlendirilmiş otoriter rejim ya da yeni bir Milli Şef yönetimini oluşturması için önünde engeller var. Birincisi böyle bir stratejinin yaratacağı büyük gerilim ve çalkantılardan esas özlemleri ekonomik ve siyasi istikrar olan AKP seçmenlerinin ürkmesi ve Erdoğan’ı umduğundan daha küçük bir Milletle baş başa bırakmasıdır. İkinci engel ise AKP ve Erdoğan’ın iktidarı döneminde büyük şansı olarak görülen otoriter-Muhafazakâr ittifak karşısında etkili bir muhalefetin olmamasıydı. Bugün Gezi parkı direnişi, farklı bir toplumsal dinamiğin olgunlaşmaya başladığının ve bu nedenle Erdoğan’ın işinin daha zor olacağının ön işaretlerini verdi. En önemlisi otoriter gücün otoritesini salladı. Geçmişte sahip olduğu moral üstünlüğü hızla yitirdi. Bu geniş toplumsal hareketlilik ciddi bir kırılma yaratmıştır. Amiyane tabirle ilk kez bu ölçüde AKP’nin ve Erdoğan’ın “karizması çizilmiştir”. Demeçler bunu ortaya koymaktadır. Ama daha önemlisi, ülkede bir hava değişimi yaşanmakta, en azından geniş bir kesim açısından korku duvarları kırılmaktadır. Ayrıca genel demokratik dinamik bir özgürlük havası yaratmakta, hükümet ve polis geriletilmekte, meşruiyet kaybına uğramaktadır. Bunlar olumlu gelişmelerdir.
Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken küme düşen AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Sermayenin Bonapartist özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açmıştır.
Bütün bunların yarattığı öfke ile Tek Adamın daha fazla ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyadaki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor. Ama bu aşırı saldırganlık ve sürekli konuşma hali, ne yaparsa yapsın artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağını, Tek adam rejimini yeniden tesis etmeye çalışan siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz. Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise Tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecek. Bu süreçte karşılaşılan şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ‘’doğallaştırılmaya’’ve unutturulmaya çalışılmasıdır. Bu yöntem tarihsel yüzleşme ve hakikat yönetiminde de ortaya çıkıyor. Tarihsel yüzleşme sürecinde ne Kanlı Pazar’ın, Komünizmle mücadele derneklerinin, ne de Kahramanmaraş ve Sivas katliamlarıyla yüzleşmenin bir yeri olabiliyor. Bu tarih kesitleri suskunluğun alanında kaybediliyor.
Bu vahşi NEO-liberal ekonomi çağında yeniden kendimize inanmak ve akıl sağlığımızı muhafaza etmek için bir şeyi iyice anlamalıyız. Standart bir nitelik kazanmış olan açgözlülükten, arsız bir iştahtan, sınırsız bir talan ve yağma hırsından söz açacaksak yine para-sermayeden bahsederek yapmalıyız bunu. Gezi direnişinin içinde bile ‘’iktidar’’sahibinin ‘’oraya AVM yapılacak’’gürleyişinin altında yatan asıl gücün/iktidarın kapitalist sermayenin karşısına çıkan hiçbir engele tahammül edemeyen mutlak mantığı olduğu görülmelidir. Bu egemenlerin kibri ve küstahlığı olarak görülen şey piyasanın, sermayenin acımasız diktatörlüğüdür. Sermayenin hegemonyasını pekiştirme görevini yerine getirmeye soyunmuş NEO-Liberal, milliyetçi, İslamcı otoriter muhafazakârlık gölge olarak tasavvur ettiği diğer akım ve eğilimleri alanın dışına itmeyi kesin zaferinin bir önkoşulu sayabilir. Erdoğan/ AKP pek çok adım atabilir. Ama küresel NEO-Liberal projenin sadık bir unsuru olarak bu ekonomik sistemin dışladığı yoksulları ve emekçileri kapsayabilecek bir politika üretmesi temel ideolojik tercihleri, sınıfsal ittifakları ve uluslararası bağlantıları nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle ne ortada ‘’gölgelerin ‘’ dolaşması ne de yeni muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu dini muhafazakâr hegemonya ne ölçüde kudretli bir denetim sunarsa sunsun sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını devam ettirmekte, mevcut eşitsiz ilişki biçimlerinin gerçekliğini haykırmaktadır. Büyük bir dikkatle dengelenmiş kapitalist dünya ekonomisinin krizinin etkisiyle güncelde çok dillendirilmeyen yüksek işsizliğin kronikleşmesi, borç stokunun büyümesi ve gelir dağılımının olağanüstü bozulması gibi olgular Türkiye ekonomisinin yaşadığı kriz durumunda AKP’nin hükümetini yerinden edebilecek önemli bir faktör olarak iş görecektir. İşsizlik tehdidini enselerinde hisseden eğitimli, emek sahibi kesimler dâhil işçi, emekçi kitlelerini ister istemez harekete geçirecek böyle bir durum sürü olarak görülen ezilen kesimlerde patlamaya yol açacak, bu da bilinen bütün temel bileşenleri taşıyacaktır. Kurmaca eşitliğin yerine gerçek eşitlik hedefiyle yayılacak emekçi hareketi o güne kadar koşullandığı o uzak, ulaşılması nerdeyse imkânsız hedeften vazgeçecek ve hedefini somut hayatın mevcut ortamına yerleştirecektir. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme,  kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını emekçi sınıfların krize karşı alacakları tutum belirleyecektir.
Emperyalizmin bugün ulaştığı aşamada kapitalist krizlerin daha da hızlandırdığı bir dizi yapısal değişim yaşanmış  ve bu değişimlerin, her kapitalist devlette kayda değer etkileri olmuştur. Bunlardan en önemlisi otoriter yönün kurumsallaştırılmasıdır. Bu durum sadece yürütme organının parlamentoya nazaran daha güçlendirilmesini içermekle kalmayıp, söz konusu gelişmenin getirdiği değişimlerin sonucu olarak siyasi demokrasinin belli bir türünün artık tarihe karıştığının belirtisidir. Kapitalizmin bugünkü krizi gerçek bir yapısal krizdir, artık dikiş tutmamakta dünya çapındaki ekonomik kriz ciddi siyasi krizleri de beraberinde getirmektedir. Bu çeşit krizlerin hepsinde olduğu gibi baskıcı, Bonapartist-askeri diktatörlük türü rejimlerin muhtemel doğuşlarının gündeme gelmesi ve bununla sonuçlanan bir sürecin başlaması tehlikesi vardır. Bu çerçevede bu tür rejimlerden kaçınmak için böyle bir durumun ortaya çıkmasını beklememek gerekir. Ortaya çıkan ve çıkacak siyasi krizler sosyalizme geçiş ve gerçek fırsatlar sağlayabilir. Elbette bunun bir şartı işçi sınıfının ve örgütlerinin edilgen bir konum içinde ‘’büyük hesaplaşma gününü’’ beklemek yerine böyle bir durumu yaratmak için sürekli çalışmalarıdır. Türkiye burjuvazisinin parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak işçi sınıfının gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Devlet sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birdenbire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır.
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin İnsanların kendilerini kulluktan yani yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerçekleşemez. Ayrıca böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir. Bu gücü oluşturmanın yolu burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer.

Hiç yorum yok: