18 Ağustos 2011 Perşembe

Durum ve Sosyalistlere Düşen Görev



Murat Tanakol

Türkiye denilen siyasi coğrafyada genel seçimlerden bu yana yaklaşık iki ay geçti. Bu süre zarfında gerek bu topraklarda, gerek dünya ölçeğinde öyle eşine az rastlanır olaylar gündeme geldi ki, ilgili ilgisiz herkes siyasete dikkat kesildi. Bu olaylar gelişigüzel alt alta dizildiğinde, çoğu birbiriyle ilgisiz görünse de, “yok artık, bu kadar da olmaz” dedirtecek türden yoğun ve derinden etkiler yaratan özellikler taşımaları, tek ortak yönleriydi. Bu da onları, toplumsal koşullarda bir hiper-tansiyon durumunu birçok yönüyle ortaya koyan bir olaylar zinciri olarak değerlendirmeyi olanaklı kılıyor. Aşağıdaki yazıda, olaylar zincirinin birçok halkasını, sınıf savaşımını esas alarak çizmeye çalıştığım resmin detayları olarak yeri geldikçe ele alacağım. Ama önce bir hatırlatma yapmam gerek.




Daha önce Libya’daki iç savaşa ilişkin değerlendirmenin ana fikri; arap kitlelerin devrimci kararlılığının; 11 Eylül’den bu yana ilk kez, egemenlerin yazdığı tarihin tekerleğine çomak soktuğu; ama arap devrimlerinin bir yandan da karşı-devrimleri örgütlediğiydi. Bu temelde, artık sadece egemenlerin esas oğlan rolü oynadığı bir yeni dünya düzeni inşasının mümkün olmayacağını, başka siyasi aktörlerin bu sürece dahil olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Beklenmedik sert iniş-çıkışlarla kendini göstereceğini düşündüğüm bu sürecin, en acımasız görünümlerinden biri, hiç kuşkusuz Norveç’te bir faşistin gerçekleştirdiği katliam oldu.



Sonrasında islam karşıtı olduğu açıklanan, ama eğer öyle idiyse, niye cami patlatmak yerine Norveç işçi partisi gençlik festivalini hedef almış olduğu muamma (?!) olmayı sürdüren bu olay, ilk anda dünyada olduğu gibi TC medyasının çoğunluğunda da “Norveç’in 11 Eylül’ü” olarak görülme eğilimindeydi. Egemenlerin 11 Eylül’ü “asimetrik savaş” adı altında dünyaya çek-i düzen vermenin manivelası olarak kullanıyor oluşu, yandaş medyaların yorumlarında temel bir ön-kabul olduğu için, bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. Ama failin ırkçı bir faşist çıkması ezberi bozdu ve ciddi ölçekte bir “apışıp kalma” durumu ortaya çıktı. Toplumsal belleğin yönünü saptırma rolünde radikal islam fobisi yaymaya alışkın medyanın yönü şaştı. Ne afganistana bomba yağdırılmasını, ne yine yüzlerce insanın “terörist” diye tutuklanmasını istemekle temizlenemeyecek, bir “kanın ortada kalması” durumu hasıl oldu.



Medyayı gafil avlamış olsa da, saldırı aslında asimetrik savaşın kapsama alanını genişletmiş, ezenlerin ezilenlere karşı açtığı savaşı tırmandırmanın önünü açmıştır. Zira yaygın “terörist” tanımının islamcı olmayan bir versiyonuna da hayat vermekle faşizm, egemenlerin kitlelere saldırısının gerekçelerine yenilerini ekleme imkanı verdi. Hatta belki, kriz yüzünden kitlelerle boğuşmaya başlayan Avrupa egemenleri için bile şimdiden, Mısırda develerle Mübarek’in yardımına koşanların rolünü oynamıştır diyebiliriz.



Tabii bu saldırıyı, ezenlerin, ezilenlere karşı savaşı tırmandırma taktiğini Avrupa’ya da yayma eğilimi olarak görmek için henüz erkendir. Zira bugün için Avrupa’da kitlelerin hareketliliğin devrimci bir kararlılık taşıdığını söyleme olanağı yoktur. Ancak diğer yandan, Avrupa’daki kitlesel hareketlenmenin esasen küçük-burjuva sınıfın özlemlerine dayandığı dikkate alınırsa, Norveç saldırısının bu sınıfa yönelik tarafsızlaştırıcı etkisini görmemek de körlük olur.



Asimetrik savaşın yeni aktörlerin devreye girişiyle derinleşmesi, görünümlerinin değişmesiyle kendini göstermekte, bu da kafa karışıklığını artırıp yapay/ sahte saflaşmaları hızlandırmakta. Deneyimlerimiz bize bunu daha net görme imkanı veriyor. Zira “Kürt meselesi” ölçeğinde oldukça uzun bir süredir düzmece katliamlar ve sahte saflaşmalarla boğuşuyoruz. TC devleti de bu alandaki tecrübemizi pekiştirmek için uzunca süredir elinden geleni ardına koymuyor.



Nitekim hatırlanacağı üzere, başbakan genel seçimler öncesinde “Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır” söylemiyle, devletin savaşı tırmandıracağı kaygılarını tekrar artırmıştı. Ama seçim sonuçları, Kürt meselesini ısrarla gölgede bırakmaya hevesli sözde muhalefetin “ülkede yemin krizi olacaksa onu da biz yaparız” girişimleriyle, bambaşka kaygıları alevlendirip sahte bir saflaşmayı gündeme taşımasını sağladı. AKP’nin seçimlerdeki oy oranı; Bu potansiyelin demir yumrukla siyasete kapı açtığı kaygısını kara bir gölge gibi burjuva demokrasisinin üzerine düşürdü.



AKP’nin her icraatını bu hassasiyetle yorumlama iştahı, hükümetin de her icraatıyla buna çanak tutması, iktidarın da sahte gündemi sahiplendiğine inanmak için yeterli. Bu sayede; Tayyip Erdoğan’ın Putinleştiği “taşlamaları” ile; yok, aslında demokrasinin temellerini attığı “güzellemeleri” arasında gidip gelen argümanlara dayalı sahte bir saflaşma, popüler kişilikler de buna katılınca bir nev’i “survivor yarışması”na döndü. Gün geldi, FB spor klubü başkanı elinde idrar torbası, polislerin arasında survivor olarak göründü. Gün oldu, “yarışma”ya temiz toplum adına katılan survivor, şike soruşturmasını, ergenekonun finans kaynaklarını çökertme operasyon olarak ilan etti. Bir gün, öz-survivor bilinen genelkurmayın erkanının beklenmedik “ben oynamıyorum, bana oy verenler, bundan sonra oyunu jandarma komutanına versin” küskünlüğü gündeme damgasını vurdu. Ertesi gün, askeri şurada devlet erkanının oturma biçiminden fal açıp askeri vesayete son verildiği ilan edildi. Hasılı bu sahte gündem, içinden habire tavşan çıkması beklenen bir sihirbaz şapkasına döndü. Yarın ola, hayrola…



Fiili bir karşıtlığa dayansa da temelinin ileri sürdüğü argümanlara dayandığı tartışılır. Zira demokratik iklimin korunması ve temiz toplum fikri çatışması, varolduğu düşünülen bir demokrasiyi esas almakta, onun eksiği, “olmazsa olmazı” olarak görülmekte. Gerçekte böyle bir demokrasi var mı?... Lafın gelişi; AKP seçimlerde % 30-35 arası oy alsa ve bir koalisyon hükümeti gündeme gelse, o hükümet bu ilkelere hayat verecek, örneğin, askerliğin kademeli olarak kaldırılması ya da ergenekonla ilişkilendirilip suçsuz yere içeri tıkılmış sosyalistlerin cezaevlerinden salıverilmesi gibi icraatlar mı yapacaktı? Sosyalistlere şahsen düşmanlığından kimsenin kuşkusu duymaması gereken başbakan, bir hiç uğruna katline sebep olduğu ÖDP’li devrimci yoldaştan ve o katliam nedeniyle içeri attırdığı kardeşlerimizden özür diler miydi?...



Sahte gündem her gün tazelenen üflemelerle körüklediği saflaşma, bütün heyecanına rağmen sermaye sınıfının pek ilgisini çekmemiş görünmektedir. Hatta aksine, son iki aydır hükümetin temel önem arz eden icraatlarına sessiz kalarak verdiği onayla nerde durduğunu gösteriyor. Örneğin, AB görüşmelerinin dondurulacağı resti, olası ekonomik kriz nedeniyle uygulamaya konan ve acısı bugün yarın halktan çıkacak tedbirler, işadamlarının, kimine göre keyfi, kimine göre temiz toplum uğruna gözaltına alınmaları, devlet yönetiminde otorite boşluğu yaratan hükümet- asker gerilimi, vs., vs… Dolayısıyla, bir yanda sermayenin omuz verdiği işler tıkır tıkır yürürken, öte yanda “çakma” gündem, kimin ekmeğini nereden çıkardığını, oportünizmin diz boyu sahtekarlıkla elele yürüdüğünü de göstermektedir. Fakat kapitalizm kimseye hayrına ekmek parası kazandırmadığına göre, bu oportünizmin neyi gizlediğine daha detaylı biçimde bakmak gerektiği de açıktır.



TC’nin en temel “iç mesele”sinin Kürt meselesi olduğu yediden yetmişe herkes tarafından bilindiği için, bunu gözlerden saklayacak bir sahte gündem zaten yok. Ama çözüm konusunda devletin son iki aydır savaş seçeneğini mi-oyalamayı ayrı bir seçenek olmaktan ziyade savaşın uzantısı olarak görmek daha doğru olur- yoksa barış seçeneğini mi işaretlediği konusu gizini korumayı sürdürüyor. Atılan kimi adımlar var, ancak bunların neye hizmet ettiği konusunda rivayet muhtelif. Bunlara bir de rant arayışını, Kürtleri semt terörüne mahkum etmekte arayan Zeytinburnu çapulcuları gibi kışkırtmacılar eklenince akıllar iyice karışıyor. Kısacası gizlenen gündem, devletin kısa vadedeki yol haritası…

Buraya kadar özellikle öne çıkarmaya çalıştığım iki husustan birincisi; emperyalist yeni dünya düzeni inşasının, “arap baharı”yla baltalanması karşısında “asimetrik savaş”ı tırmandırma politikasını uygulamaya geçirdiği noktası, ikincisi de; “Kürt meselesi”yle uğraşmakta olan TC devletinin sahte gündemlere yaslanarak yol haritasını gizlemekte oluşudur.



Buradan itibaren, yine son iki ayın gelişen olaylarını izleyerek öne çıkarmaya çalışacağım iki temel nokta daha var: Birincisi, emperyalizmin asimetrik savaşı tırmandırma politikası, dünya ölçeğinde yansıyacak olması ve aynı ölçekte sonuçlar doğuracak olması sebebiyle TC’nin kısa vadede aksi yönde bir politika izleyemeyeceği ve izlemeyeceğidir. Kısa vadeden kastım şu: Asimetrik savaşın dünya ölçeğinde tırmandırılması her yerde aynı anda ve aynı biçimlerde ortaya çıkması söz konusu olmayan bir süreç olduğundan, askeri ve siyasi meşruiyetinin olgunlaşması için gerekli bir hazırlık dönemine ihtiyaç duyacaktır. Yine aşağıda belirteceğim nedenlere dayanarak bu süreci dünya ölçeğinde iki yıl olarak öngörmekteyim. Ancak TC hariç!... Zira meşruiyetini % 50’ye dayamış olan iktidar, bir savaş tırmandırma politikası için gerekli politik hazırlığını tamamlamış demektir. Geriye kalan askeri hazırlık dönemidir. Bu ne kadar kısa sürede gerçekleşirse, kısa vade o süredir!...



İkinci temel nokta, ısrarla vurguladığım üzere, asimetrik savaşı tırmandırmak dünya ölçeğinde yansıyacağı ve aynı ölçekte sonuçlar doğuracağı için; coğrafyası “arap baharı”nın rüzgarlarına açık duran Ortadoğu’da TC’yi bir dış savaş olasılığını dışlamaksızın hazırlanmaya zorlayıcı dinamikler taşımaktadır. Bu yüzden saldırı yalnızca Kürt halkı ile sınırlı olmayacak, Kürt-Türk ayırmaksızın ezilenleri başka topraklardaki ezilenlerin üzerine sürerek toptan imha hedefleyen bir topyekun saldırı boyutuna ulaşacak dinamikleri de içermektedir.



Aylardır tokmağını İngiliz’in vurduğu “Türk ordusu Suriye’ye girsin” diyen savaş tamtamlarının gümbürtüsü, herkesin kulağına ulaşmıyor olabilir. Ama TC’nin daha bu yılın başında ilan ettiği “komşularla sıfır sorun” biçiminde özetlenen yeni dış politikasının yerinde yeller estiği de bir gerçektir. Sekiz ay önce Başer Esad “kardeş”le kolkola diz-dize fotoğraflar çekinen devlet erkanı, bugün suriyede rejimin değişmesi gereğini resmen ilan etmekle, bu ülkeyi kendisi için açık bir tehdit olarak gördüğünü dünya aleme bildirmiş olmaktadır.



TC devletinin seksen beş yıl boyunca izlediği, Yunanistan ve eski SSCB’yi öncelikli dış tehdit olarak gören askeri savunma politikasını, hani o tarihi “Dolmabahçe görüşmesi”nde yer alan üniformalı zatın döneminde değiştirdiği belki hatırlanacaktır. Bizzat genelkurmay başkanı tarafından açıklanan yeni yönelim; kurulmakta olan yeni dünyada TC’nin öncelikli dış tehdit algısının mevcut belirsizliklerinden ötürü doğuya döndüğü, buna bağlı olarak ordusunu yeniden yapılandırma ihtiyacında olduğu, bu kapsamda 2012’den itibaren ücretli profesyonel orduya geçişin başlayacağı şeklindeydi.



Eğer devletler izleyecekleri uzun vadeli politikalarını zırt-vırt değiştirmiyorlarsa, 2012’ye dört ay kala ordunun reorganizasyonu TC devletinin gündemindeki ilk maddedir. Bu yüzden seçim sonrasında iktidarın aldığı ilk kararlardan birinin; terörle mücadelenin yeniden oluşturulacak özel polis gücüne devri oluşu, bu temelde değerlendirilmelidir.



Bugüne dek terör tanımını medyanın sözlüğünden okumaya alışmış olanlar için, misak-ı milli sınırları içinde terör denince sadece PKK anlaşılır. Dolayısıyla bu karar Kürtlere karşı savaşı tırmandırma hazırlığı olarak da görülebilir. Oysa, yeni dünya düzeninin inşası ekseninden bakınca; soruşturma ve tutuklamalarla bir süredir nadasa bırakılan ordunun reorganizasyonu yolundaki somut bir adıma daha çok benzemektedir. Genelkurmayın istifası ve açılan yeni askeri pozisyonlarla birlikte, bunu ordudaki kökten bir değişim sürecinin hazırlığı olduğuna inanmak için fazlasıyla neden vardır. Bu sürecin, eski tipte bir ordunun imkanlarıyla beslenen rütbeli personeli içinde bir gerilim yaratması beklenmeyecek bir gelişme değildir. Bunun da gerek ordu içinde, gerek ordu-hükümet ilişkilerinde gerilimler yaratması zaten kaçınılmazdır. Fakat geçmişte padişah II. Mahmut’un orduyu reorganize etme yolunda, eski orduyu toptan devre dışı bırakmak için yeniçeri ocağını topa tuttuğu vaka-i hayriye’ye bakarak, bugünkü gerilime ancak vaka-i adiye demek daha yerinde olur. Vaka-i Hayriye, 1815’de viyana kongresiyle kurulan yeni dünya düzenine geç kalmanın sefaleti içindeki Osmanlının hareket tarzıydı. Bugünkü reorganizasyon, henüz kurulamamış bir yeni dünya düzenine geç kalmadan adapte olma çabasıdır. Onun için bir kısım üniformalı zevatın çanına ot tıkanmasını vaka-i Hayriye olarak görmek için oldukça erken sayılır. Ancak sahte gündemler bu sürecin de üzerini örtmekte, gerilimin kaynağını ve gerçek niteliğinin ortaya çıkmasını engellemektedir.



Bu noktada özellikle bir konunun altını çizmek gerek: TC’nin misak-ı milli sınırları dahilinde savaşı tırmandırmasıyla, yeni dünya düzeni inşası ekseninde savaşı tırmandırması Kürtler için “Ha Ali-Veli, ha Veli-Ali” demek gibi bir ve aynı şey değildir ve olmayacaktır. Zira sorun zarar göreceklere sadece farklı etnik kökenden ezilenlerin eklenmesi meselesi değil, ama bugün artık uluslararası plana taşınmış bir sorun olarak ciddi bir ilgi ve belli ölçülerde destek gören Kürt özgürlük mücadelesinin, elde ettiği bu kazanımların tümünü kaybedecek olmasıdır. Kürt siyasetinin bunu önemseyip önemsememesi kendi bileceği iştir. Ama “arap baharı”na gelene dek yeni dünya düzeninin inşa sürecine bugüne kadar taş koymuş Filistinden sonra en berrak direniş odağı olan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin direniş pozisyonunu savunmak, sosyalistlerin temel görevi olmalıdır. -Fakat genelkurmay istifalarını ille de yorum yapma hevesiyle, askerin siyasi iradeye boyun eğişi gibi görüp “demek ki olabiliyormuş” demek de, DTK eş başkanlarına düşen bir görev olmamalıdır! Bu açıklamayı, yazımın başında belirttiğim gibi “yok artık bu kadarı da olmaz” diyerek olaylar zincirinin halkalarına mı dahil edeyim, açıkçası bilemedim!?-



Seçim sonrası yemin kriziyle, mevcut iktidarı TC tarihinde görülmemiş biçimde zorda bırakan BDP’nin ses getiren politikası, kendilerini hükümetle bir protokol yapmaya mahkum etmeleri nedeniyle soluksuz kaldı. TC devletinin de Kürt meselesindeki yol haritasını ortaya koymayışı sonucu garip bir “arafta kalma” durumu gündeme geldi. Öyle ki, “demokratik bir anayasa ve demokratik toplum” perspektifi etrafında siyasal çözüme odaklanan Kürt halkı ve kendini “sol” adı altında ifade eden bir muhalefet öbeği, ne verdiği oyları savunacak vekillerinin sesini duyduğu, ne de bu oyları muhatap kabul etmek zorunda kalacak bir parlamentonun olduğu, hiçbir siyasi irade olmaksızın ortada kaldı.



Bu bakımdan gerek “Silvan olayı”nı-kimin tarafından gerçekleştirilmiş olursa olsun-, gerekse de BDP’nin özerklik ilanının tam da bu noktada ortaya çıkışını, bu siyasi irade boşluğunu doldurma ihtiyacına bir cevap arayışı olarak görmekteyim. Aynı zamanda İmralı’yı siyaseten “tüketen” bu cevap arayışları, hapishane duvarları arasında “çekilme” adı altında yeni bir isyanı doğurdu. Pasifist mücadele yanlısı Kemal Burkay’ın bugün TC devlet-i ali’si tarafından el üstünde karşılanmasını da, bu tüketmeye yönelik cevap arayışları temelinde görüyorum.



Ama tüm bunları, ulusal siyasetin kendine özgü ihtiyaçları doğrultusunda öncelikleri ve incelikleri olduğunu dikkate alarak değerlendirmek gerektiği açıktır. Dolayısıyla da bugün özerklik ilanını “zamansız” bulma türünde kibar eleştiri/ özeleştirilerin politik öz bakımından boş laf olmaktan öte anlamı yoktur. Ulusal siyaset ihtiyaç duyduğunda ve böyle bir siyasi iradeye sahip ise, özerklik de ilan eder, cumhuriyet de, Sovyet de… İrdelenmesi gereken, mevcut siyasi iradenin şu ya da bu hedefleri ilan etmesi değil, nefesinin neyi gerçekleştirmeye yeteceğidir. Dolayısıyla, seçim sürecinde kendini “sol” adı altında ifade eden muhalefet öbeğinin BDP ile başlayan yol arkadaşlığında ondan beklenen de, ulusal siyasetin hangi yolu, hangi “doğru” zamanda izlemesi gerektiğine dair fetvalar hakkında yorumlar yapması değil, sosyalist perspektife sahip olduğunu iddia ettiği siyasi iradesini ortaya koymasıdır.



Sorun şudur: gerek etnisite gerek sınıf esaslı fikirleri zemininde “demokratik bir anayasa, demokratik bir toplum” özleminde birleşen bir muhalefet odağı, BDP bünyesinde seçime katılan adaylara oy vermek suretiyle siyasi iradesini ortaya koymuştur. Şimdi sıra bu iradenin temsiline geldiğinde, sürece Kürt özgürlük mücadelesinin kendine özgü ihtiyaçlarının dayattığı dinamikler hakim olmuştur. Şimdi cevap arayan soru; kendini salt ulusal mücadelenin ihtiyaçlarıyla sınırlamadığını ilan ederek seçim sürecine dahil olan ve meselelere bu cenahtan bakanların da oylarını alarak “seçilmiş” muhalif unsurlar, sürece hakim olan ulusal dinamiğe teslim olacaklar mıdır, yoksa perspektifleri doğrultusunda bir siyasi iradeyi ortaya koyacaklar mıdır?!



Seçim sürecinde BDP’ye oy verme gerekçesi sadece ulusal mücadelenin siyasi çözüm arayışına dayanan “çoğunluğun” oyları; oyunu sınıf merkezli toplumsal kurtuluş arayışıyla şekillenmiş bilinci doğultusunda BDP’ye atan “azınlığın” oyuna, bugün kendi çoğunluğunu dayatabilecek ya da bu imkanı bulacak ve egemen olacak mıdır?!



Seçim sürecinde BDP’ye oy vermiş olsun/ olmasın, muhaliflerin öncelikli gündemi–eğer gerçekten demokratik bir toplum istiyorsa- bu olmak zorundadır. Demokrasiyi çoğunluğun azınlığa tabiyeti olarak gören bugünkü demokrasi anlayışının eleştirisi de ancak bu somut temel üzerinde yapılabilir ve bir siyasi iradeye ulaşırsa anlamı vardır. Gerisi laf-ı güzaftır.



Bugün BDP eksenli muhalefet kapsamında karşı karşıya kalınan sorun, gerek etnisite, gerek sınıf zemininde politika yapma kaygısı duyan muhalefetin, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine yaklaşık on yıldan bu yana rehberlik eden “Demokratik Cumhuriyet” perspektifi temelinde buluşarak, seçimlerde BDP eksenli bir muhalefet bloğu oluşturmalarının somut sonuçlarından birisidir. Dolayısıyla da “demokratik cumhuriyet” tartışmasını tekrar muhalefetin gündemine taşımıştır. Ancak ısrarla vurgulamalıyım ki, bu mesele, seçimlerde BDP’ye oy vermiş olsun veya olmasın, tüm muhalefeti kapsayan bir politik öze sahiptir.



Demokratik-cumhuriyet formülasyonu Abdullah Öcalan tarafından –eğer yanılmıyorsam- 2003 yılında ortaya atıldığından bu yana Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin izlediği çizgidir. Formülasyonun kökleri 1871 Paris komünü üzerine Marks ve Engels’in görüşlerine dayanır. Ayrıca Rusya’da 1917 Nisanında gerçekleşen ve Bolşevik parti jargonunda proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü olarak bilinen, işçi ve köylü sınıfına dayalı cumhuriyeti Lenin’in “demokratik cumhuriyet” olarak adlandırdığını da unutmayalım.



Bu doğrultuda geçmişten bugüne “demokratik cumhuriyet”in somut görünümleri üzerinden savunulabilecek ve eleştirilecek yönlerini kendi adıma şöyle sıralayabilirim: Bu formülasyon, onu omuzlayan tüm sınıfların kendi program ve öncelikleri doğrultusunda ortaya koydukları siyasal kararlılığın sürekliliğini güvence altına alacak bir öze sahip oluşu bakımından, devrimci siyaset temelinde 1871’den bu yana kabul gördü.



Buna karşılık yine aynı nedenden ötürü, yani bu formülasyonu destekleyen tüm sınıfların tabiatıyla kendi program ve öncelikleri doğrultusunda hareket etme eğilimleri çerçevesinde, yönünün sosyalizme doğru mu, yoksa kapitalizme doğru mu olduğu sorununu havada bırakması bakımından 1917’den bu yana devrimci siyaset temelinde eleştirildi.



Bu temelde, sınıf eksenli bir muhalif çizgiyi savunan unsurların daha ilk andan itibaren bu siyasi iradeyi ortaya koyacak bir önderlikleri olmaksızın demokratik cumhuriyet formülü etrafında bir araya gelmelerinin ölümcül bir salto olacağı, benim bu formülasyona bakışımın özünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesi ekseninde örgütlenmiş bir siyasi iradeyle; sınıf-merkezli bir muhalefet anlayışının “demokratik cumhuriyet” formülü etrafında buluşmasının; sınıfsal eksende de ortak bir siyasi irade gösterecek kararlılığa sahip bir önderliğin bulunması durumunda, sosyalistler için anlamlı olabileceği düşüncesindeyim.



Seçim sürecinde, sınıf ekseninde siyaset yaptığını savunarak kendini şu veya bu isimde bir parti, hareket, örgüt, odak, öbek vb. niteleyen birçok muhalif unsur, ortak bir siyasi irade oluşturmaya öncelik vermeksizin, BDP bünyesinde demokratik cumhuriyet formülasyonunu benimseyen ulusal mücadele siyasetiyle yol arkadaşlığına başladı. Bu durum, sebeplerinden bağımsız olarak bugün yukarıda belirttiğim sorunun ortaya çıkmasına yol açtı.



Sorumluluk sınıfsal eksende ortak bir siyasi irade oluşturmaya öncelik vermekte yetersiz çaba göstermiş olan hepimize ait. Ama aslan payı, kendisini şu veya bu isimdeki bir parti, hareket, örgüt, mücadele grubu, direniş öbeği vb. nitelemelerle “sınıfsal bir siyasi irade”yi öyle veya böyle temsil ettikleri iddiası bugün gelinen somut durum karşısında yerle bir olmuş “sektler”e aittir.



Sınıf eksenli politik perspektifleriyle seçimlere BDP safında katıldığını ilan ederek “seçilmiş” konumuna geçenler, ulusal siyasetin kendi ihtiyaçları karşısında boyun eğdikleri takdirde, bugün sosyalizmin kitleler nezdinde itibarının yerlerde süründüğü koşullara yeni destekler sağlamış olacaklardır. Ezme- ezilme ilişkisinin sadece kapitalizmde değil, sosyalizm olarak adlandırılan rejimlerde de bir “çoğunluk” “azınlık” karşıtlığı temelinde hayat bulduğunu artık biliyoruz. Bunu reddeden kitleler 1989’da dünyayı altüst ederek gösterdiler. Sınıf iradelerini ortaya koyma noktasında çaresizliğe sürüklendikleri koşullar altında, on yıllar boyunca artık sınıf sözcüleri olmaktan çıkıp egemenlerine dönüşmüş olan vekillerine vermek zorunda kaldıkları tüm onayları geri aldılar. Bugün benzeri bir durum karşısında kimse kendini aynı yolu izlemek zorunda hissetmiyor. Çünkü, kitlelerin gözünde SOSYALİZM ÖLDÜ!...



Ölmediğini gösterecek bir “kuğu çığlığı”na ihtiyaç var. Ve bugün, seçimlerden iki ay sonra BDP bünyesinde yemin kriziyle birlikte “içeride” ortaya çıkan sorun, sosyalistlere bu fırsatı sunmaktadır.



Bu noktada önemli olan, BDP bünyesinde ulusal siyasetin önceliklerini de “hırpalamadan” bağımsız bir siyasi iradeyi ortaya koyma kararlılığını göstermektir. Uzun zamandan beri hep tartışılan ama bir türlü hayata geçemeyen “çatı partisi” ilk bakışta bunun çözümü görülebilir, ama değildir. Zira çatı partisi, ulusal siyasetin kendi öncelikleri doğrultusunda dikkate aldığı bir gündem olduğu; kendini “sol” olarak ifade eden muhalefet ise kendine ait bir gündem yaratabilecek güçte olmadığı için, kaç yıldır konuşulmasına rağmen, üzerinde yol alınamayan bir projedir. Kaldı ki, böyle bir proje daha ilk andan itibaren Kürt özgürlük siyasetine bugüne dek yakınlık duymamış olan TKP, ÖDP vb. parti, hareket, grupçuk, öbek vb. unsurların en baştan itibaren bu sürecin dışında kalmalarına yol açacak bir projedir. Oysa, Bu hareketlerin hiçbiri sosyalizmin itibarsızlaşması sorununa kayıtsız olmadığı gibi hepsi de, sınıf eksenli bir muhalefet oldukları iddiasındadırlar. Dolayısıyla bu pozisyonlarını resmen terk etmedikleri sürece, ortak bir siyasi irade oluşturma kararlılığının asli unsurlarıdırlar ve bu sürece katılımlarını sağlamanın zorunlu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.



Sınıf eksenli siyaset yanlısı BDP vekillerinin, ulusal siyasetin önceliklerini “hırpalamadan” ama, kendilerine sınıf eksenli bir siyasetin özlemi içinde oy veren “azınlığı” da dışlamadan ve üstelik; kendilerinin izlediği siyasete yakınlık duymamakla birlikte, sınıf eksenli politikadan yana olan muhalif unsurların da “bağımsız siyasi iradeleri”ni ortaya koymalarını güvence altına alarak bunun sürekliliğini sağlayacak, bir “imkan” var mıdır?



“Çatı partisi” teorik olarak böyle bir “imkan” olarak görülse de, fiilen bu özelliği taşımadığı gerekçesiyle önerim şudur: bugüne dek misak-ı milli sınırları içinde sınıf eksenli hareket ettiği iddiasıyla “bağımsız siyasi irade” gösterme kararlılığını fiilen ortaya koymuş iki temel akım “cephe geleneği” ve “parti geleneği”dir. Bu iki gelenekten gelme unsurlardan ve BDP bünyesinde sınıf eksenli siyaset perspektifiyle yol arkadaşlığı yapmak üzere vekil seçilmiş kişilerle oluşacak bir-hadi adına “akil adamlar” diyeyim- statüsüz grup; “arap baharı” üzerine oturacak “yeni bir Kuruçeşme” çağrısı yapabilir. “Kuruçeşme”yi bir anıştırma amacı ile kullanıyorum. Yoksa önerimin içeriği bir “tekrar” yapmak değildir. Önerim, sosyalistlerin kendi gündemini belirlemek amacıyla, herkesin kendi gündemiyle içinde yer alacağı, önkoşulsuz ve hiçbir gündemin; belki asgari iki-üç yıl boyunca bu yöndeki çalışmaların sürekliliğini sağlamanın önüne geçmeyeceği bir sürecin önünün açılmasıdır.



1989’dan bu yana dünyayı alev topuna çeviren emperyalist kapitalizme karşı, ezilen kitlelerin direniş bayrağını elinde tutan Filistin mücadelesine, Kürt özgürlük mücadelesi eklendi. Bugün “arap baharı” topyekun kitlesel ayaklanmalarla artık işlerin eskisi gibi yürüyemeyeceği haber veren çok güçlü bir işarettir. Bu koşullar emperyalist kapitalizmin manevra kabiliyetini sınırladığı ölçüde kitlesel başkaldırılarla mücadelede başka olanaklar aramak zorunda kaldığı/ kalacağı kesindir. Ancak tüm dünya uluslarını içine almaya aday gözüken yeni bir genel ekonomik kriz koşullarında bu olanakları geçmişe göre daha sınırlıdır.



ABD emperyalizmi dünya ölçeğinde yayılma imkanlarını korumak için bir ayağını Avrupa üzerinde tutmasını geçmişte sağlamış olan “Marshall yardımı” bugün için bir hayaldir. 90’lı yıllardan bu yana Ortadoğu üzerinden Asya’ya yayılma imkanı olmadığı, son olarak Irak’ta askeriyle bile dikine duramayışıyla ortaya çıkmıştır. Bu yüzden geçmişte olduğu gibi Avrupa üzerinden dünyayı hegemonyası altında tutma girişimlerini sürdürmek istemesi doğaldır. Bunu da yine geçmişte Yugoslavya’nın bölünmesi sürecinde yaptığı gibi NATO aracılığıyla ve Avrupa’yı da maliyetine ortak ederek yapmaya çalışacağının açık işaretleri vardır. Dolayısıyla eğer asimetrik savaşın tırmandırılması süreci benim hayal gördüğüm bir durum değilse, füze kalkanı projesi temelinde önümüzdeki süreçte başta TC, Ukrayna olmak üzere Polonya ve Romanya’nın adını çok duyacağımız bir NATO mekik diplomasisi süreciyle halkların üzerine çöreklenmeye adaydır. Elbette TC ordusunun reorganizasyonu da bu kapsamda olacaktır.



Diğer yandan, AB emperyalizminin bu sürece dahil oluşu kapsamında politik hazırlıklarını 2013’de büyük ölçüde tamamlayacağı anlaşılmaktadır. İspanya erken seçim kararını almıştır. ABD ve Fransa ve başkanlık seçimleri 2012’de, Almanya ve İtalya’da seçim 2013’dedir. İngiltere’de olağan seçimler 2014’dedir. Ezenler cephesine karşı ezilenler cephesinde safları sıklaştırmak için olağan koşullarda iki yıl kadar bir süreyi öngörmemin gerekçeleri bunlardır.



08. 08.2011

Hiç yorum yok: