16 Ağustos 2011 Salı

Hoşgörüler ve Tahammüller

Yalansız’ın notu:


Yazarımız Ahmet Doğançayır'ın  bu makalesi 02.08.2011 tarihinde yayınlanmak üzere ‘Yalansız’a gönderildi. Teknik olanaklarımızın sınırlı olması dolayısıyla bütün diğer yazılarda olduğu gibi bu yazıyı da gününde yayınlayamadık. Kuşkusuz, ne teknik imkanlarımız ne de bulunduğumuz mecranın yaygın olarak okura ulaşma imkanları, muktedir sınıfların hakim olduğu yaygın medyanın imkanlarıyla mukayese edilebilecek bir durumda değil. ‘Yalansız’ ve ‘Yalansız’ gibi ezilenlerin ve mağdurların sesi olmaya çalışanlar, onların kakafonik korosu yanında adeta bir su damlası kadar… Bu açıklamaya ihtiyacın nedeni, yazarımızın 02,08.2011 tarihinde gönderdiği ‘Hoşgörüler ve Tahammüller’ başlıklı yazısında, dinlerin, ötekine hoşgörü değil ancak tahammül ettiğini dile getiren ifadeleri çok geçmeden doğrulanmasıdır. 07.08.2011 tarihinde, aşağıda bir bölümünü ek olarak aldığımız AKP’nin kadim destekçisi Yeni Şafak gazetesinin yazarı, siyasal İslamcı ideologlardan Hayrettin Karaman ‘Tahammül mü Hoş Görmek mi?’ makalesinde, Müslüman olmayana hoşgörü değil, ancak tahammül edilebileceği, onların aykırı fiilleri için özel mekanlar ihdas ederek, ötekini izole etmek doğrultusunda görüşlerini serdetti. Konu merkez medyada tartışmaya açıldı.


Bu tartışma şu bakımdan önemli: Yakın tarihe, siyasal islamı , tarikatları, ‘sivilleşme ve demokratikleşme’ vaveylası ile kutsayıp destekleyen , liberallerin, sol liberallerin ideolojik tahribatı damgasını vurdu. Onlar ‘Demokrasi’ adına ideolojik bir hegemonya tesis ettiler. Her muarız onlar tarafından ‘Ergenekoncu’ ilan edildi. Şimdi demokrasi için bizzat destekledikleri aktör ‘ötekini’ izole etmek üzere ‘ihdas edilecek’ alan yaratma peşinde.

Toplumsal olanı analiz edebilmek için, entelektüel bilgi ve donanımla yüklü olan, tarih bilincine de malik olmalıdır. Eğer tarih bilinci noksansa var olan bilgi donanımı, ne yazık ki malumatfuruşluğun sınırını aşmaya yetmez.

Eriştiğimiz basamak, Muktedirin bir bloğunun, başörtüsü yasağından, muktedirin diğer bloğunun ‘ötekini’ ihdas edilen alana hapsetme girişimidir. Muktedirlerin zihniyet dünyasının, tencere kapak misali birbirine uygunluğu her geçen gün su yüzüne fışkırıyor.

* * *



Hoşgörüler ve Tahammüller

Ahmet Doğançayır

Liberal çağın büyük kazanılmış hakkı olan hoşgörü günümüzde hâlâ temsil edilmekte, uygulanmaktadır. Aynı anda ekonomik ve politik süreç egemen sınıfsal çıkarlarla bağdaşmış çok yanlı ve etkin bir yönetime bağımlı kılınmıştır. Sosyal yapıda muhalif hareketlere karşı zayıflatma, tutucu ve gerici güçlere karşı ise güçlendirme eğilimi görülmektedir. Hoşgörünün eşitliği soyut ve sahte bir hale gelmektedir. Karşı çıkan güçlerin toplumda fiilen yıkılışları ile muhalefet küçük ve sık, sık birbirleriyle çatışan guruplar halinde parçalanmaktadır. Muhalefet gurupları toplumun hiyerarşisinin kendilerini yerleştirdiği dar sınırlar içinde hoş görülürler. Bu belirlenmiş sınırlar içindeki hoşgörü aldatıcıdır. Niteliksel bir toplumsal değişmeye kapılarını kapatmış, herkesin aynı şekilde biçimlendirildiği toplumda hoşgörü böyle bir değişikliği hızlandırmak şöyle dursun, önlemeye yarar.

Kim için hoşgörü?

Bugün hoşgörü olarak ilan edilen ve uygulananlar, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir. Hoşgörü araç değil amaçtır. Şiddetin ortadan kaldırılması ve insanı kötülükten, saldırıdan korumak için baskının azaltılması nihayetinde ortadan kaldırılması, bir insanlığın ön koşuludur. Ancak bu topluma doğru ilerleme, zorbalık ve baskı yoluyla bugün her zamankinden daha fazla engellenmektedir. Düzen değişikliğine karşı polis şiddeti olarak, yeni sömürgeci katliamlarda, barışı sağlama yöntemi olarak zorbalık uygulanmakta ve savunulmaktadır. İnsanlar, bu türden uygulamalara mevcut durumun devamı için gerekli bir tarz olarak katlanma durumuna getirilmektedir. Hoşgörü denilirken, hoş görülmemesi gereken politik tedbirler, koşullar, davranış tarzlarını kapsayacak ölçüde genişlemektedir. Hoşgörünün politik konumu değişmiştir. Hoşgörü söylemiyle, ezilen kesimlerin muhalefetinden esirgenirken, kurulu yerleşmiş politika açısından bir baskı aracı haline gelmektedir.

Toplumsal sistemde hoşgörü, kanuna uygun resmi kurumların ‘’bırakınız yapsınlar’’ çizgisine sokulmakta, hoşgörü bütünün bir arada tutulmasına, bozulmamasına hizmet etmektedir. Çocukların reklam ve propaganda yoluyla sistematik biçimde aptallaştırılmasına göz yumma, insanlık dışı yıkıcı şiddetin başıboş bırakılması, pazarlamada apaçık düzenbazlığa, malların planlı bir şekilde eskitilmesine ve israfına karşı gösterilen güçsüz, iyi niyetli hoşgörü bir aksaklık ya da düzensizlik değil, sistemin kendi öz yapısıdır. Bu sistem hoşgörüyü, var olma savaşını soysuzlaştırma ve alternatiflerini ezmekte kullanılan bir araç olarak kanadı altına alır.

Bu toplumda hoşgörünün koşulları önceden hazırlanmıştır. Kurumsal eşitsizlik toplumun sınıfsal yapısı tarafından belirlenir ve kalıplanır. Hoşgörü kanunlaştırılmış şiddet ya da baskı kilit noktaları süregelen çıkar ve çıkar bağları tarafından işgal edilmiş iktidar ortamında sınırlanır. Bu arka planda etkisini gösteren sınırlamalar normal olarak mahkemeler, teamüller, hükümetler tarafından konulan açık seçik ve hukuki sınırlamalar şeklinde ortaya çıkar. Etkin karşı çıkış kurulu düzenin dışına çıkanın bloke edilmesi ile başlar. Egemen güçlerin reklamları ile yerleşen ve uygulamalarıyla gerçekleşen sözcükler ve fikirler dışındakilerin dile getirilişine izin verilmez. Kurulu düzenin dili, düşünce sürecinin yönünü saptayan dildir. Böylece düşünce süreci de başladığı yerde bitmiş olur.

Dinler ve hoşgörü

Her ne kadar bu gün için hoşgörü kavramı genel anlamda kültürel, dinsel ve siyasal bakımdan farklılıklara katlanma, hoş görme unsurlarını içeriyor görünse de bu ve bunun gibi kavramların, toplumların tarihlerinde ve ilişkilerinde sorunlu alanlar olup, pek de masum kavramlar olmadıkları görülmüştür. Tümünün tanrı kelamı olduğu söylense de dinsel inançların ve kutsal kitaplarının hâkim inanç sahipleri ile ötekiler arasındaki ilişki hep sorunlu olagelmiştir. Aynı coğrafyada, biri diğerinden sonra ortaya çıkmış, kendi inanç sistemleri içerisinde, kendilerinin “seçilmiş kavim” “sevgi dini” “hak dini” gibi öncellikli olarak kabul görüldüğünü iddia eden semavi dinler tarihi süreç içerisinde yüzyıllarca kendi aralarında ve biri diğerine karşı yaptıkları mücadeleler sonucunda, ilişkiler hiç de iç açıcı olmamıştır. Hele bu dinsel inançlar, bir de etnik kimlikle beraber, o etnik kimliğin varlık nedeni, kendisini ifade etmenin temel aracı haline geldiğinde, bu daha tehlikeli bir baskıyı ve hoşgörüsüzlüğü beraberinde getirmiştir.

Bütün bunlar aslında hoşgörü kavramının kendisinin, bu baskıyı ve yok ediciliği tanımlamak için ortaya atılmış bir kavram olduğunu gösterir. Çünkü din, çoğu zaman egemenlerin elinde, bazen başka dine mensup olanlara, bazen başka mezheplere mensup olanlara, bazen başka etnik gruplara karşı baskı aracı olarak kullanılmış ve salt inanç düzeyinde tanrı ile kul arasında kalması gereken bu ilişki yeryüzüne indirilerek toplumsal, siyasal ilişkilerin içerisine sokulmuştur. Din ve mezhepler arası çatışmalar günümüze kadar yaşanmış ve yıkımlara yol açmıştır. Azınlıklar açısından konuyu ele alındığımız zaman, ‘’dinsel hoşgörünün’’ baskıcı yönünün egemen ve çoğunluk inancı tarafından, azınlıklara karşı alınan tavırlarda ortaya çıktığını görmekteyiz. Bütün dinlerin yayılma döneminde hoşgörü ve farklı inançlara saygı kavramının ortadan kalktığı yaşadıkları tarihsel serüvenlerinde de görülür. Türkiye'de geçmişte yaşananlar ile son dönemde yaşanan olaylar göz önüne alındığında, İslami toplumların diğer dinsel azınlıklara bakış açısında ve davranışında hoşgörüden değil, hoşgörüsüzlük veya tahammül durumundan bahsedebiliriz. İslami tolerans ya da başka biçimde söylersek hoşgörü, genel anlamıyla, eşitsizlik ve değer vermeme üzerine kurulmuştur.

Demokrasi ve hoşgörü

Totaliter bir biçimde örgütlenmiş bir demokraside tarafsızlık ve hoşgörü bambaşka bir anlam taşır. Bu işlev doğru ve yanlış, haber ve propaganda, hak ve haksızlık arasındaki farkları silmeye yarayan bir tutumu içerir. Ayrım gözetmeden gösterildiği öne sürülen hoşgörü aslında süregelen hoşgörüsüzlüğü ve baskıyı yeterince küçük göstermeye veya tamamen serbest bırakmaya yarar. Yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin kanunlarla korunduğu ve genellikle uygulandığı söylenen bir sistem altında muhalefet ve karşı görüşlere, zor kullanmaya yönelmedikçe, düzen değişikliğine gitmedikçe ve bu yolda örgütlenmedikçe katlanılır. Temelde kabul edilen görüş, kurulu toplumsal düzeninin özgür ve her yeni düzeltmenin kendi başına bir toplumsal yapı ve değerler değişikliği olduğu, bunun olayların olağan akışı içinde oluştuğu, fikirlerin ve malların açık pazarındaki özgür ve eşit tartışmalarla araştırılıp hazırlandığıdır. Ancak bütün bunlar Sınıfların var olduğu, sınıfsal güçlerin eşit olmadığı, var olan durum sürdükçe bu eşitsizliğin durmadan arttığı bir topluma uymaz. Ekonomik ve politik gücün belli ellerde toplandığı, teknikten egemenlik aracı olarak yararlanan bir toplumda zıt görüş açılarının entegrasyonu ile radikal karşı çıkışlar ortaya çıkabildiği yerde engellenmektedir. Kendi başlarına ekonomik ve politik gücün uygulayıcısı olan tekelci çevrelerin egemenliği altında öyle bir zihniyet imal edilmiştir ki bu zihniyete göre hak ve haksızlık, doğru ve yanlış her zaman toplumun hayati çıkarlarına dokunduğu yerlerde önceden saptanmıştır.

Demokrasilerde bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır. Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıf bu egemenliğinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar, toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp, sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işçi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslar arası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslar arası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.

Böylesi bir toplumda değişimlerin ancak hoşgörüye dayanan bir alış veriş içinde ve çatışan çıkarların devamlı birbirlerini dengelemesi yoluyla sağlanan uzlaşmalarla gerçekleşeceğini savunan liberal hoşgörü çığırtkanlarının ileri sürdükleri görüşlere var olan sistemin devamından yararı olanlar, olmayanlara oranla daha büyük bir yakınlık göstereceklerdir. Çünkü çıkarlar arası uyum ve sorunların hoşgörü ve uzlaşmayla çözülmesi görüşleri toplumdaki egemen sınıflar tarafından kendi üstün ve egemen durumlarını sürdürmek için etkin bir moral araç olarak kullanılmaktadır.

Şiddete karşı hoşgörü

Böyle bir toplumda hoşgörüyü tartışmak demek, şiddet olayını, şiddete dayanan ve dayanmayan eylem şeklindeki geleneksel ayrımı yeniden araştırmak demektir. Şiddet polis tarafından karakollarda, gösterilerde uygulanır. ‘’Hür dünyanın’’savunucuları tarafından geri kalmış bölgelere aktarılır. Ancak daha güçlü bir baskı karşısında bu zor kullanmaktan çekinmek başka bir şey, ahlâki nedenlerle şiddete karşı şiddetten vazgeçmek başka şeydir.

Zora başvurmamak normal olarak zayıflara, ezilenlere yalnızca ‘’vaaz edilmez’’ buna zorlanır da. Ancak çoğu zaman ezilenler açısından zora başvurmak bir erdemden çok bir gerekliliktir. Normal olarak bir pasif direnme pasif olmaktan çıkar, zora başvurmamayı bir yana bırakır. Aynı şey genel grev için de söz konusudur. Tarihsel işlev açısından devrimci ve gerici zor, ezenler ve ezilenler tarafından güdülen zor arasında fark vardır. Ahlâk açısından zorun her iki şekli de insanlık dışı ve berbattır. Ama ne zamandan beri tarih ahlâk ölçülerine uyarak yapılmaktadır? Ezilenlerin ezenlere, yoksulların zenginlere karşı ayaklandığı dönemde ahlâk ölçülerinin uygulanmaya başlaması varolan zorun çıkarlarına, karşı protestoyu zayıflatmaya hizmet etmek demektir.

Liberaller ve pasifistler günümüzde ezenlerin terörizmini ‘’tarafsız’’olarak kınarlar. Ezilenlerin, dışlananların bu gibi saldırılar karşısında kullandıkları kendini savunma yollarını tasvip etmezler. Özgürlük, birlik, bağımsızlık adına sömürgecilik karşıtı bir savaşım yürüten halkların devrimci etkinlikleriyle saldırgan güçlerin vahşetini aynı kefeye koyarlar. Bu onların var olan sistemin kötülüklerine karşı güçleri zapt edip onları doğru yolu tutmaktan alıkoyarak aslında gericiliğin güçlenmesine yardımcı olmalarına yol açmaktadır.

‘’Eğer zorbalık bugünün akşamından başlamış, sömürü ve baskı dünya üzerinde hiç yaşanmamış olsaydı, belki o zaman göklere çıkarılan zorbalıktan kaçınma olayı kavgayı durdururdu. Ama bütün rejim zorbalıktan kaçınan düşüncelere kadar binlerce yıllık baskı yoluyla şartlanmışsa, o zaman pasifliğimiz yalnızca bizim de gidip baskı cephesine katılmamıza yarar.’’(F.Fanon’un Dünyanın lanetlenmişleri kitabına J.P.Sartre’un yazdığı önsözden)

Hoşgörünün haklı görünenle, haklı görünmeyen sınırları, devrimci ve karşı devrimci zor arasındaki fark ölçütlerin geçerli olmalarını gerektirir. Bu ölçütler, süregelen toplumda ortaya konan, kullanılan bütün anayasaya ve kanunlara uygun ölçütlerden olağanüstü hâl ya da yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin öbür yerleşmiş tanımlamaları gibi önce var olmak durumundadır. Çünkü bu tür tanımlamalar özgürlük ve baskı ölçütlerini bile süregelen toplumda kullanılır ve kullanılmaz şeklinde varsayar. Doğru ve yanlış, ilerici ve gerici arasındaki politik ayrım kim tarafından, hangi ölçülere göre ortaya atılacak ve geçerliliği haklı gösterilecektir? Sorunun cevabı demokrasi ve diktatörlük alternatifinde yatmaz.Zira sosyolojik anlamda burjuva demokrasileri bir burjuva diktatörlüğüdür, kuşkusuz proleter demokrasileri da proleter diktatörlüğüdür Toplumu bir bütün olarak ilgilendiren hayati kararlar demokratik olduğu iddia edilen şu Avrupa demokrasileri denen, burjuva demokrasilerinde bile halkın etkin bir denetimi olmaksızın bir ya da birden çok muktedir guruplar tarafından kanun yoluyla ya da fiilen alınır.

Alternatif nedir?

Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzende oynadığı aldatıcı rol, insanlığın adeta bir ayakbağıdır. İnsanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.

Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumda ezilenlerin mücadelesiyle kazanılmış kısmi özgürlük ve haklar, ezenlerin, kendilerinin yaptıkları kanunlarla, şiddet uygulamalarını da içermektedir. Baskı ve şiddeti ortadan kaldıracak olan, toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimdir. Sözünü ettiğimiz şey, egemen sınıflar tarafından zihinleri şekillendirilmiş kamuoyunun zorbalığını ve bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır. 02.08.2011

* * *



Hayrettin Karaman’ın söz konusu makalesi: 07.08.2011 Yeni Şafak gazetesi



Tahammül mü hoş görmek mi?

Bir Müslüman imkanlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm ahlak ve âdâbının hakim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkan bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale etmekle yükümlüdür.



İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur.



Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkanlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?



Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır.



Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır.



Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor.



Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikahsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden) kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına... kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?



İç tavırdan başlayalım:



Müslüman bu davranışları asla beğenemez, bu fiillerden nefret eder, imkan bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder.



Dış tavır olarak da dine, ahlaka ve âdâba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü halleri içinde iken en azından tebessümünü esirger.



Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla "hoşgörü" değil, "tahammül" diyorum.



Bu yazıma tepki gösterecekler, "bu ayrımcı, bölücü, birlik ve beraberliği zedeleyici" bir yazı diyecekler olacak; bunu biliyorum. Ama bir Müslüman, farklı olanlarla arasındaki farkın "farkında olmak" mecburiyetindedir ve dindarlık bakımından en önemli tehlike bu "farkında oluşun" ortadan kalkmasıdır. Şartlar öyle getirdiği için farklılığa tahammül ederek, kimsenin -düzen tarafından verilmiş- hak ve hürriyetine müdahale etmeden yaşamak başkadır, hoş olmayanı hoş görmek başkadır.

Hiç yorum yok: