11 Kasım 2011 Cuma

İtalya’yı, Yunanistan’ı Vuran Kriz ve Muhtemel Gelişmeler

Murat Tanakol

Eskiden çalgılı meyhane alemlerinde, masaların muhabbeti artsın diye şarkı-türkü faslına baştan geçilmez, muhabbet ayyuka çıktıktan sonra çalgıcılar, “lafa limon sıkmadan”, ama şamata biraz azalsın, çatal kaşık şakırtıları kesilsin diye, assolist sahneye çıkmazdan evvel bir peşrevle fasıla başlardı. Şu sıralar dünya denilen köyün her yanında tevatür ayyuka çıktığı için, söze “a la turca” bir peşrevle başlamak bana uygun göründü.


1989’da iki kutuplu dünya düzeni yıkıldığından beri, emperyalist kapitalizmin şekil vermeye çalıştığı yeni dünya düzeni hala kurulamadı.



İki kutuplu eski düzen, tarihteki diğer tüm “eski düzen”lerin-kapitalizm öncesi düzenler için tarih kitaplarında kullanılan ifadeyle ancient regimelerin- alaşağı oluşuna benzer biçimde kitle hareketleri sonucunda yıkılmıştı.



Tarihi değiştirme bilincinden “yoksun” kitlelerin kendiliğinden hareketi, 1989’da SSCB ve “doğu bloku”nda bürokratik diktatörlüklere karşı ayaklanmakla, düzen gemisini yana yatırıp su almasına yol açarak, nihayetinde, 1950’den beri sömürü çarkını dünya çapında döndüren mekanizmayı paramparça etti.



O kitleler isyanlarını dışa vurduğunda, dünyayı beladan kurtarmak gibi yüce amaçların değil, yalnızca kendi sorunlarının çözümü peşindeydiler. Ama başkaldırılarının hedefi olan “özne”, bağrında o güne kadar dünyanın sömürü çarkını çeviren ezme-ezilme ilişkisini emzirdiği için; kitleler onu karşılarındaki biçimiyle dünyalarından söküp attıkları anda, düzen gemisinin su altında birbirine bağlı tahtalarından birinin çivisini söküp atmış oldular. Sömürü düzeninin–şu veya bu biçimler altında da olsa- dünya çapında birbirine perçinli bir yapı oluşundan ötürü, hareketin başlangıç amacı ne olursa olsun, sonuçları dünya çapında oldu. Kitleler bir kez daha tarihin öznesi haline geldi. Aslında bu, hareketin yasasını kavramak için verilen “Meksika’da uçan kelebeğin kanat titreşiminin Atlantik ötesinde kasırgaya yol açması” örneğinin hayat bulmasından başka bir şey değildi…



1989’da dünyayı hükmü altına alan bu gerçeklik kavranmadan, “Arap baharı” anlaşılamaz!



Arap baharının başlamasından bu yana neredeyse bir yıl dolmak üzere. Ekonomik olsun siyaseten olsun dünyanın harap hali gözler önünde. Arap baharı öncesinde de kravatlı adamlar genel bir krizden söz ediyor, çeşitli yerlerde kitleler ateş düştüğü yeri yakar misali isyan bayrakları açıyorlardı. Ama işler hiç bu boyuta ulaşmamıştı…



Bu manzara-i umumiye’ye bakarak, Arap baharının; 1989’da iki kutuplu eski dünya düzenini yıkan dinamiklerin yeniden harekete geçişinden başka şey olmadığını görüyorum! Oysa kimi, tüm bunların “Amerikanın planlarının parçası, CIA’nın işi” olduğunu söylüyor. SSCB ve doğu bloku çözüldüğünde de öyle söylenmişti. Ayyuka çıkan tevatürlerden biri bu… Ama eğer öyleyse, ABD iki kıçı-kırık ajanıyla yedi milyarlık dünyayı yirmi yıldır, hallaç pamuğuna çevirip hala istediği gibi at koşturabiliyorsa, o ABD’ne şapka çıkarmaktan başka çare yoktur! Fakat koordinat değiştirerek baktığımızda şunu da görmek durumundayız; sorunu böyle koyarak, örgütsüzlüğe vurgu yapmak da, çaresiz küçük-burjuva yığınları örgütlemek için iyi bir çaredir! İşçi sınıfı yerine, güce tapınan bir ideolojiye hitap etmek, kelle sayısına dayalı örgüt anlayışlarına güç verecektir…



Son süreçte Avrupa’nın entelektüel siyasi ortamında ağırlık kazanan bir başka tevatür, “Arap baharı”nın “sonbahar”a dönmekte olduğu şeklinde özetlenecek yaklaşımdır. Tunus’da AK Parti örneğini izlemesi için ikna edilmeye çalışılan şeriatçı yöneliş, Mısır’da demokrasiye geçiş konusundaki zaafiyetler,- sürecin yavaş işletilmesi ve 1989 sonrası başını Azerbaycan’ın çektiği gibi etnik ve dinsel iç çatışmalara benzer-müslüman-kıpti boğazlaşmalarıyla sermayenin belli ellerde toplanmasını sağlama girişimleri- vb. argümanlar “sonbahar” yakıştırmasının sözde arka planını oluşturuyor.



Halbuki koşullarını tümden NATO’nun hazırladığı Kaddafi’nin linç ettirilişini, “diktatörlüğe karşı demokrasiye inanç” diye yutturmak için tam gaz giden bir medyatik ortamda “sonbahar” yakıştırması olsa olsa kötümser bir bakış olarak nitelenebilirdi. Ama “iyi polis-kötü polis” hikayesini bilirsiniz. Kitlelerin ayaklanmasıyla işlerin çözülmeyeceğine, eninde sonunda kötü adamların devreye girip işleri bozacağına olan inancı pekiştirmek için, Avrupa’da bile ezenler henüz daha ileri bir siyasi icat yapamadılar.



Ama bu kötümser sesler neden Mısır’dan ya da Tunus’dan değil de, Avrupa’dan yükseliyor? Çünkü kitle hareketleri Avrupa’yı da tehdit ediyor: İspanya’da “çok partili gibi görünen demokrasiye karşı, daha paylaşımcı bir demokrasi” talebiyle, mayıs ayından beri; dilimize “lanetlenmişler” diye çevrilebilecek pasifist 15-M aşağıdan hareketi, artık Almanya, Belçika gibi ülkelerde de meydanları doldurarak istikrarı tehdit ediyor... Yunanistan zaten çaresiz… Sırada İtalya var, deniyor…



Bu yüzden Arap baharına “sonbahar” yakıştırmalı sözde arka plan, aslında karşı-devrimin kitlelerin depolitizasyonunu hedefleyen arka planının entelektüel görüntüsüdür.



Bu tabloya bakarak; emperyalist kapitalizmin yeni bir dünya düzeni ilerleyişinin bu yılın başına kadar rotasını çizen başlıca dinamiklerin-ki, bunlar esasen emperyalizmin iç çelişkileri üzerinde yükseldiğinden, “Yeni Dünya düzeni” olarak değil de, “yeni dünya düzenleri” olarak tanımlama eğilimindeydim- Arap baharıyla birlikte kitlelerin devrimci dinamiklerini harekete geçirdiği görüşündeyim. Bu yüzden emperyalist kapitalizmin Yeni Dünya düzeninin kaykılan rotasına tekrar dönmek için karşı-devrimleri geliştirmek zorunda kaldığını düşünüyorum.



Avrupa’da kitlelerin aşağıdan hareketi bulanık bir sınıf bilincine sahip olduğundan henüz iradi bir güç yaratma yeteneğinde değil. Ama aşağıdan kitlesel hareketlerin artışı; aynı karakterde olduğu halde dünyanın hafızasına “Arap baharı” olgusunu kazıyan devrimci dinamiklerin artık Avrupa’ya sıçradığını ortaya koymuştur. Ezenlerin algıladığı tehdit budur.



Yanılsamaya açık kapı bırakmamak için vurgulamakta fayda var: Avrupa’da ezenlerin karşı-devrimi örgütleme ihtiyacı, mevcut hareketliliği ezecek tedbirleri alma ihtiyacıyla sınırlı değil. Aksine, polis-jandarma Avrupa’daki kitlesel eylemlilikler karşısında ezici olmamaya, moda deyişle “orantısız güç” kullanmamaya özen gösteriyorlar. Karşı-devrimi örgütleme ihtiyacı, esasen yakın gelecekte izleyecekleri daha saldırgan politikalara karşı gelişecek direnişleri ezmeye hazırlanma ihtiyacından doğuyor. Buna uygun araçlar, yumuşak bir geçiş döneminin gereksindiği araçlardan farklı olduğundan, yeni zinde güçlere ihtiyaç duyan ezenlere elbette kendi güçler dengesinde de köklü değişimleri dayatacaktır.



Bu temelde son iki haftadır Avrupa’da şahit olduğumuz, kravatlı adamların diplomasiyi bir yana atıp birbirlerine girdikleri toplantıları; ezen/ yönetenlerin güç dengesi politikalarındaki ciddi değişimlerin arifesi olarak görmek gerektiği düşüncesindeyim.



O toplantıların görünürdeki konusu, Yunanistan’ın iflastan kurtarılması; bizim basında fazla yer bulmayan konusu da “kurtarma”nın finansmanı sorunu idi. Ancak toplantıların son haftası “enteresan” gelişmelere sahne oldu. AB’nin sabaha karşı Yunanistan’ı kurtarma kararı aldığı son toplantının ardından, yunan hükümeti CIA’nın darbe uyarısıyla karşılaşınca, daha önce sağcı Karamanlis tarafından göreve getirilmiş genelkurmay erkanını görevden alarak, yerine adamlarını getirdi. Hemen ertesinde ise Yunan Başbakanı “kurtarma planı”nı-hayır çıkacağı açıkça bilinen- referanduma götüreceğini açıkladı. Bunun üzerine karşılıklı tehditler ve sabaha kadar süren yeni bir toplantıda, “referandum varsa, para da yok” formülünde uzlaşan AB emperyalizmi, yunan hükümetini köşeye kıstırıp istifaya zorladı ve başarılı oldu.



Yunan ve AB egemenleri, “Yunanistan’ın Kemal Derviş’ini” hükümeti kurması konusunda anlaştı. Sıra İtalya’ya geldi. Fakat işler bununla da sınırlı değil. Hafta sonu İspanya’da seçim var. Sosyalistlerin düşmesi bekleniyor…



Yukarıda özetlenen gelişmeler, aslında Avrupa’da bu boyutlarıyla kimi neredeyse bir, kimi iki asırdır görülmemiş siyasi şekillenmelere yol açmıştır: Sürecin öne çıkanı elbette Almanya idi. Avrupa krizinin çözümü temelinde biçimlenen ABD-Alman ittifakı etrafında Avrupa’nın itici gücü olarak kendini gösterdi. İtirazcı Fransa’yı azarlaya azarlaya hizaya sokup, kendi planı ve denetiminin kabulünü sağladı.



Kıtanın ortasındaki Almanya’nın Avrupa’nın en güçlüsü olarak ortaya çıkışı, ekonomik-siyasi-askeri bakımdan tüm Avrupa için bir tehdittir. Avrupa bu deneyimi son olarak 1933’de Hitler’in iktidara gelmesiyle yaşamıştı. Aynı boyutta olmasa da son kez, doğu-batı Almanya birleşmesiyle Almanya’nın yine bu konuma gelişinin nelere mal olabileceği, Yugoslavya’nın bölünme sürecinde Almanya’nın saldırgan politikalarıyla ortaya çıkmıştı.



Fransa böylesi bir tehdidi dengelemek için dört yüz yıldır iyi ilişkiler kurduğu Çarlık Rusyası, SSCB ve Rusya devleti aracılığıyla, panislav basıncı Almanya üzerinde tutma politikasını 1989’dan sonra kademeli olarak terk etti. Almanya ise birkaç gün önce, Rusya ve Almanya’yı birbirine bağlayan bir doğalgaz hattı anlaşmasıyla: Rusya’yı Avrupa’ya doğalgaz ulaşımında Ukrayna engelinden; Almanya’yı da Avrupa’ya doğalgaz satıcısı konumuna getirerek saldırgan politikalarına mani olabilecek bazı ciddi engellerden kısmen kurtarmakla meşguldü. Rus-Alman işbirliği Avrupa’da egemenlerin tüm güç dengelerini tehlikeli biçimde temelden değiştirecek bir gelişmedir.



İspanya’da seçimleri sağ’ın kazanması, Fransa’yı üç yanından-Almanya, İspanya, İtalya- sağ iktidarların basıncı altına sokarak, önümüzdeki yıl başkanlık seçimlerinde, şu anda itibarı sıfırlanmış sağ iktidarın yerini “sol” bir iktidarın almasını engelleme görevi görecektir. Bu politika, emperyalist kapitalizmin; Fransa’nın Rusya ile yakınlaşarak Almanya’yı dengeleme politikasını önleyecek en etkili araçtır-bu bakımdan kısa vadede, Fransız entelektüel siyasi ortamında yeni bir De Gaulle’e ihtiyaç olduğu tartışmalarının alevlenmesi sürpriz olmaz-. Bu, geçmişte Hitler’in SSCB’ye saldırısı halinde Fransa’nın Almanya’ya karşı arkadan bir cephe açmasını önlemek için, emperyalist kapitalizmin İspanya’da Franko rejimine yol vererek Fransa’nın hareket kabiliyetini sınırlandırdığı politikanın “sulandırılmış” halidir. Bundan çıkacak bir diğer sonuç, İtalya’da iktidarın kısa vadede bir milli birlik hükümetinden sağ koalisyona geçirilmesi planının işletilmeye başlatılacağıdır...



Ve Yunanistan… Hükümetin referandum hamlesi; 1815’den, yani ezenlerin kapitalizm öncesi son “yeni dünya düzeni”ni kağıda yazdıkları Viyana Antlaşması’ndan beri Avrupa’da ciddiye alınan hiçbir liderin, hükümetin cüret etmediği/ edemediği bir girişimdir. Genel olarak iktidarını korumak için, kitlelerin hareketliliğini uluslararası arenada pazarlık kozuna çevirme girişimi olarak tanımlayabileceğimiz bu politika; referandum girişiminde yunan devletinin AB’ne aba altından sopa gösterip ulus-devletini AB’nin tam egemenliğine tabiyetten kurtarma arayışı oldu. Stalin’in “mucidi” olduğu bu politika o dönemde dünya düzeninin iki kutba dayalı olarak biçimlendirilmesinin baş nedeniydi. Ama bırakın Avrupa’yı son elli yılda Avrupa kıtası dışında bunu yapmaya cesaret eden az sayıdaki liderden-Castro, Arafat, Saddam, Fahd, Kaddafi, Chavez- hiç birinin artık iktidarda olduğunu söyleyemeyiz. Bu gerçek, Yunanistan’ın aslında ne durumda olduğunu gösteriyor;



Gelinen noktada, Yunanistan’da sağcı generaller, solcu hükümet kombinasyonunun yerini sağ hükümet, solcu generaller! kombinasyonu almıştır. Bu bakımdan yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin iktidara geçemediği, politik temsil krizini CİA manipülasyonlarına dayalı “ali-veli, veli-ali” taklalarıyla öteleme çabalarının, ezen/ yöneten sınıflara ancak bir soluk aldırma girişimi olduğu açığa çıkmıştır.



AB’nin kravatlı adam toplantılarının bizim topraklarda pek ilgilenilmeyen diğer konusu, Yunanistan’ı kurtarma planının finansmanıydı-Aslında bu alanda alınan kararların yol açacağı sonuçların marxist değerlendirmelerine çok ihtiyacımız var. Egemenler bu önemli kararları alırken marxist iktisatçılar, herhalde bizim, genel ekonomik krizin Taklamakan çölü’nde yol açtığı olumsuz koşullar üzerine bir semineri tercih edeceğimizi düşünmüyorlardır. Ama hala doyurucu bir bakışa ulaşma imkanı sınırlı-.



AB Yunanistan’ı kurtarma planının finansmanında doğrudan dış borcun yanı sıra, AB ulus-devlet bankalarının sermaye yapılarının güçlendirilmesini de-ki, Avrupa’nın elinde avucunda kalan zaten sınırlı olduğu için, bu da yine kısmen dış borçlarla olacak- karara bağladı. Aşağıdaki rakamlar, AB bankalarının ulus-devlet bazında sermaye ihtiyaçlarını ve tahvil almak suretiyle borç verdikleri, bir kısmı batmış para miktarları gösteriyor:



Milyar € Ek sermaye Verdikleri

Ulus-devlet ihtiyacı borçlar

Yunanistan 30.000 -

İspanya 26.161 6.290

İtalya 14.771 9.491

Fransa 8.844 3.550

Portekiz 7.804 4.432

Almanya 5.184 7.687

Belçika 4.143 5.634

Kıbrıs 3.587 3.085

Diğer 12 ülke 5.953 453

Toplam 106.447 40.622

(kaynak El Pais gazetesi)



AB bankaları bünyelerine bu kadar sermaye koymak için parayı nereden, ne kadar sürede bulacak? Bu sorunun son tahlilde cevabı–yani başka ülkelerden borç alınsa da alınmasa da- “kitlelerin cebinden” ve “en kısa sürede” olacaktır. Öyleyse bunu hangi yöntem ve araçlarla yapacaklar? Emperyalist kapitalizmin cevap vermek zorunda olduğu soru budur.



Dış borç, “en kısa süre”yi, dolayısıyla kitlelerin isyanını öteleyen bir cevap olarak emperyalist kapitalizmin öncelikli tercihi. “Kimden” sorusunun yanıtı, bu kapitali kısmen yaratmaya muktedir ABD’nin sınırlı gücü ile başta Çin’in ve biraz da Hindistan’ın –değer üretebilen emek anlamında- “sınırsız” güçlerinde gizlidir. Bu yüzden Avrupa hızla Çin’den borç temin etmeye yöneldi.



Çin, -bildiğim kadarıyla- 1999’daki 15. kongre kararları doğrultusunda planlı ekonomi aracılığıyla 21. yüzyılın ilk on yılında ekonomik gelişimini, askeri güçlenmeyi ön planda tutarak gerçekleştirmeyi; ikinci on yıl sonunda dünyanın en büyük ekonomik gücü olma hedefine odaklı bir ulus-devlet. Son üç yıldır dünyaya verdiği borç miktarı, Dünya Bankasının verdiğinden yüksek. Askeri güç bakımından ABD ile yarışıyor. Son yıllarda ard arda gelen genel ekonomik krizler Çin’in planlarını kısmen sekteye uğratmış olsa da, kapitalist dünyaya verdiği borçlar dünya ekonomisine entegrasyonunu hızlandırmıştır. Dolayısıyla emperyalist kapitalizmin bugünkü krizden kurtulma yolunda Çin’i “güvenilir bir müttefik” olarak görme ihtiyacı ortadadır.



Emperyalist kapitalizm Çin’e güvenmek istiyor ama Çin emperyalist kapitalizme güvenmiyor. Para musluğunu sonuna kadar açıp, sorunun parçası haline gelmekten korkuyor. Kapitalist sistemde “Bin lira borcun varsa senin uykun kaçar, bir milyon borcun varsa, alacaklıların uykusu kaçar” diye özetlenebilecek karşılıklı bağımlılık ilişkisinin Çin’in siyasal toplumsal yapısını nihai olarak nasıl etkileyebileceği, Çin için büyük önem taşıyor. Zira her bakımdan böyle büyük bir “kıta devleti” dizginleri bir kere elinden kaçırdı mı, başına neler geleceğini geçmişin deneyimlerinden biliyor. Şöyle özetleyebiliriz: Çin’de ne olursa büyük ölçekli olur. Devrim de, karşı-devrim de… Şiddet de, sömürü de…



Bu bakımdan Çin, bu krizde ona güvenmek isteyen emperyalist kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun çözümü değil, kendi ihtiyacına uygun borç verme politikasını izleyecektir. Bu ikisinin öncelikleri arasındaki mesafe-uyuşmazlık, başta Avrupa olmak üzere kitlelerin politize oluşunu hızlandıracak süre ile ters orantılı işleyecektir. İkisinin öncelikleri ne kadar uyuşabilir ise, yani aralarındaki mesafe ne kadar az ise, kitlelerin politizasyonunun ivme kazanmasını geciktirecek, aksi durumda kısaltacaktır. Emperyalist kapitalizmin kitlelerin politizasyonu karşısında karşı-devrimleri örgütleme planının şimdilik temel paradigması bu olgudur.



Buraya dek yapmaya çalıştığım analizin beni ulaştırdığı sonuç, sınıf savaşımının, dünya çapında karakterini açık çatışmaların belirleyeceği yeni bir evreye girmekte olduğudur. Bu öngörü doğru ise, bundan ulusal egemenliği için en çok faydalanmak isteyecek ülkelerin başında; kitlelerin yıkıcı gücünü pazarlık aracı olarak kullanma politikalarını geliştirmekte hala en yetenekli devlet aygıtına sahip Rusya ve Çin olacağı; ve esasen Rusya’da sermayedar sınıfın bir kesimi tarafından benimsenmesi hiç de sürpriz olmayacak bu yönelimin, gelecek dönem devlet başkanlığı seçimlerinde KP’ne verilecek oylardaki “büyük bir artış”la kendini göstermesi gerektiği kanaatindeyim.



TC’nin bu süreçteki dinamiklerine ilişkin bakışım bir başka yazının konusunu oluşturuyor.

Hiç yorum yok: