13 Kasım 2011 Pazar

Sosyalistlerin Taammüden Ölüm Hali(*)

Şaban İba

"Politik olan, kişiseldir, duygusal yaşamlarımız, politik pratiğimizi sürekli olarak düzenler ve yapılandırır." (Paul Hoggett)

Nevin, Azmi, Ali, Şevki, Necmettin, Vecdi, Recep… Bu yoldaşlar, yaşamlarına kendi iradeleriyle son veren bildiğimiz Kurtuluşçular. Kurtuluş geleneğinin dışından devrimci bir arkadaş, “Kurtuluşçular neden yaşamla ölüm arasında tercih yapma noktasına geliyor” diye sorduğunda, buna kestirmeden bir yanıt vermenin ne kadar zor olduğunu düşündüm. Bu sorunun yanıtını belki hep birlikte ve ortak çaba içinde aramalıydık. Çünkü peş peşe devam eden “devrimci ölümlerle” yüz yüze gelmeye başlamıştık.


Yoldaşlarımızın ölümü, ne sıradan bir ölüm ve ne de anlık bir şeydi. Önceden tasarlanmış bir ölüm, yani “taammüden” bir ölüm şekliydi. Bu bakımdan, yoldaşlarımızın nasıl öldüğünden çok; neden öldüğü, neden ölümü seçtiği sorgulanmalıydı. Siyasal ve örgütsel hayatımızda şimdiye kadar bu tür sorgulamaları yapamamıştık. Bu nedenle öncekilerde olduğu gibi son ölümde de bilinen şaşkınlığımızı bir kez daha yaşadık ve bir miktar da geleneksel yas tutma biçiminin ötesine geçemedik.

Tarihsel hafızamızın zayıflığından olsa gerek, yaşadığımız benzer birçok olay gibi az rastlanan bu ölümleri kısa zamanda unutuyor ya da kişisel kuşkuculuğumuzun bir muamması haline getirilmesine göz yumuyoruz. Oysa bu yoldaşlarımız, her birimizin düşünmesini ve nedenlerini bulmamızı istercesine kendilerine özgü unutulmaması gereken “tavırlar” sergilemişlerdi.

Ölenlerin ardından yazmanın ve konuşmanın çok zor bir iş olduğunu biliyorum. Sorunun ideolojik, siyasal, toplumsal, kültürel, dinsel ve etik değerleri içeren geniş bir boyutu var. Üstelik içinde yaşadığımız toplumsal gelenekler bizi insanların ölüsüyle dirisini ayırmaya zorluyor. Ölenler için kötü söz söylememek ve hep iyi yanları üzerinde konuşmak/yazmak, yas tutmak ve acıları yüceltmek de, İslami ideolojinin üzerimizdeki etkisinden kaynaklanıyor.

Bilindiği gibi İslami geleneklere göre yapılan cenaze törenlerinde hoca cemaate “merhumu nasıl bilirdiniz” diye sorar ve herkes “İyi bilirdik” diyerek bir tür yalancı tanıklık yapar. Bu ritüel İslami geleneklere göre kaldırdığımız devrimcilerin cenazeleri için de geçerliğini koruyor. Ateist olduğumuz halde hala ölülerimize dini törenler yapıyor ve bu dini geleneği aşmak için hiçbir çaba göstermiyoruz.

II

Sosyalistlerin yaşamlarına bilinçli olarak son vermeleri konusunda bir tarihsel anekdottan söz etmenin yeridir. 1915 yılında Marks’ın kızı Laura ve damadı Paul Lafargue’nin birlikte intihar etmeleri üzerine Paris’te mezarları başında konuşan Lenin, “Eğer bir kimse artık Parti için daha fazla çalışamayacaksa bu gerçeği görebilmeli ve Lafargue’ler gibi ölmelidir” demişti (Bu konuda bizden de somut bir örnek vermek gerekirse; Lenin’in Lafargue’ler için söylediklerini şematize eden Nazım Hikmet’in sosyalist harekette önemsenen “Benerci Kendini Niye Öldürdü?” eseri gösterilebilir).

Bu anlayış Bolşevik hareketin devrim ve sosyalizm mücadelesinde partiye bağlılığın, devrimci kararlılığın ve özverinin önemini gösteriyordu. Gerek devrimden önce, gerekse devrim sırasında ve özellikle de iç savaş koşullarında bu siyasal ve örgütsel tutumun binlerce örneği sergilenmişti. Ancak, “sosyalist anavatan için kendini feda etmeye” göre kurgulanan bu anlayış daha sonra parti içindeki muhaliflere karşı da uygulanmıştı. Bu nedenle Moskova Yargılamaları’nda partinin ve devrimin en iyi önderleri mahkemelerde kendilerine atfedilen “suçları” kabul ederek ölüme gitmişlerdi. Suçlamaların ağırlığından umutsuzluğa kapılan bazı önderler de, peşlerinde önemli açıklamalar/mektuplar bırakarak intihar etmişlerdi.

Bu eski Bolşevik anlayıştan kaynaklanan ve giderek Stalin’in “otoriter ve itaatkar” sosyalizm anlayışıyla örtüşen reel sosyalizm uygulamaları, aynı zamanda “her şeyin ve herkesin” eşitlenerek vasat insan ilişkileri ve insan tipi yaratılmasına yol açmıştı. 20. yüzyıl boyunca tüm dünyadaki devrim ve sosyalizm mücadelelerini derinden etkileyen bu Stalinist sosyalizm anlayışı, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar sürmüştü.

Bu konuda sorulması gerekli olan soru şudur: Bilerek ve isteyerek yaşamlarına son veren yoldaşlarımız artık “devrim ve sosyalizm mücadelesine yararlı olamayacaklarını” düşünerek mi zamanından önce bu dünyayı terk etmeye karar vermişlerdir? Bu yoldaşlarımızdan Nevin’nin durumu biraz farklı olmakla birlikte, devrimci bir kadının bu tutumu erkek egemen ideolojinin ruhumuza bıraktığı derin izler kadar bize etki yapmamış ve sonraki ölümler için uyarıcı niteliği taşımamıştı. Azmi, Ali, Şevki ve Necmettin ise, uzun yıllardan beri örgütlü bir siyasal yaşam sürdürüyorlardı Hepsi de kendilerini devrim ve sosyalizm mücadelesine adamış, Kurtuluş hareketinin gelişmesine değerli katkıları olmuş önder devrimcilerdi.

Hareketin mali sorunlarının çözümünde inanılmaz bir kararlılıkla ve özveriyle çaba gösteren Azmi, cezaevi koşullarında mücadeleden uzak kalınca mı kendini asmıştı? Ali, bir gözünü kaybetmenin ve ikinci gözünü de kaybetmekle yüz yüze olmanın bir sonucu olarak mı kendini derin deryalara atmıştı? Bir bacağını kasığına kadar yitirmiş olan Şevki, yıllardan beri ikinci bacağı olarak taşımak zorunda kaldığı koltukaltı ağaç sopasını taşımaktan bıktığı için mi kendini asmıştı?

Bu yoldaşların bıraktıkları notlar/mektuplar bazı ipuçları veriyor olsa da, bu sorulara kestirmeden yanıt vermek oldukça zor. Üstelik bu konuda hep yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, fakat birbirimize tekrarlamaktan sürekli kaçındığımız bazı olgulardan da söz etmek mümkün. Sözgelimi, bu yoldaşlarımızın hayatları hep acılarla ve hüzünlerle geçmişti. Büyük sevinçler yaşayamamış ve daima küçük sevinçleri paylaşmakla yetinmişlerdi. Fakat onların ütopyaları büyüktü ve toplumsal mutluluk için kişisel mutluluklarını devrim sonrasına erteleyebilme yetkinliğine sahiptiler. Dolayısıyla onlar, kısa yaşamlarında her zaman paylaşmacı, dayanışmacı ve özveriliydiler.

Ancak, “eşit ve özgür” olmayan insan ilişkileri onları derinden üzmüş, siyasal ve örgütsel duyarsızlıklar kolektif iradeye olan güvenlerini sarsmış ve yaşadıkları olumsuzlukların birikimi onları yıpratmış olabilirdi. Belki de her biri özverilerinin karşılığını bulamamaktan rahatsız olmaya ve kendilerini mutsuz hissetmeye başlamışlardı? Dahası, her birinin iç dünyasını bilen ya da algılayan ve geride kalanları aydınlatabilen “yakın” dostlarının olmadığının bilinciyle hiç birimizin fark edemediği birikmiş sorunları da onları bu yola sokmuş olabilirdi?

Bu ve benzeri soruların her birinin yanıtının kendi içinde olduğunu söyleyebilir ve devrimcilerin o çok bilmiş kibirli cehaletiyle yanıt bulabilir miyiz? Bu konuda öncelikle sorgulanması ve bir ideolojik mücadele alanı olarak algılanması gereken bir şey de, bu kolaycı anlayış olmalıdır.

III

Nevin, Azmi, Ali, Şevki, Necmettin, Vecdi ve Recep’in bizlere bıraktıkları mesajlar ne kadar anlaşılmaz olursa olsun ve sorunu kendimizce vicdan yaparak “haddimizi aşan” yorumlar yaparsak yapalım; ölümle yaşam arasında bir tercih sonucu gerçekleşen her ölümün nedenini sorgulamaktan, kişisel ve kolektif sorumluluğumuzu açıkça ortaya koymaktan korkmamalıyız. Dahası bu tür ölümlerden hepimizin sorumlu olduğunu unutmamalıyız.

Bu ölümler, kolektif sorumluluğun yeniden bilince çıkarılması, yoldaşlığın, yol arkadaşlığının gerektirdiği ilişki ve ilişkiler biçiminin sorgulanması için bir vesile olmalıdır. Gelinen noktada nicedir ışımayan ortak değerlerimizin gün ışığına çıkarılması için yeni bir başlangıç, bir milat olarak ele alınmalıdır. Nasıl yenilgilerden dersler çıkartıyorsak, hiçbir ayrım yapmadan bütün yoldaşlarımızın şu ya da bu şekildeki ölümlerinden de gerekli olan dersleri çıkarmasını bilmeliyiz.

Kuşkusuz, önceden tasarlanmış bir ölüm şeklini seçen yoldaşlarımızın ölümle yaşam arasında yaptıkları tercihe saygı duymak zorundayız. Ancak onlara olan sevgimiz, saygımız, güvenimiz, “insanlar için aslolan yaşamdır” gerçeğini bize unutturmamalıdır. Bu bağlamda yoldaşların intiharı her şeyden önce dostluk, arkadaşlık, yoldaşlık, sevgi, güven gibi en yüce değerleri bize hatırlatmalı ve gelinen noktada bu değerleri neden ve nasıl aşındırdığımızı yeniden düşünmemizi sağlamalıdır. Böylelikle, birbirimizin ölüsüne de dirisine de sahiplenmeyi; acıları, sevinçleri, hüzünleri, yoksulluğu paylaşmayı bilen yol arkadaşlığını; hiçbir çıkara dayanmayan kardeşliği; insanlığın kurtuluşuna adanan ortak yaşam ve mücadele anlayışını yeniden tesis etmenin imkanlarını yaratmalıyız.

IV

Devrim ve sosyalizm mücadelesine adanmış bir hayata nasıl ve hangi koşullarda son verilebilir? Ya da devrime adanmış bir hayat ihmal edilebilir mi? Bu soruların yanıtını, “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin...” diye başlayan ve sorunun bir yanını öne çıkartan klasikleşmiş bu söylemin ötesinde; ölümle yaşam arasındaki ilişkiyi diğer bütün felsefelerden daha derin ve daha anlamlı olarak ele alan Marksist felsefenin derin kavrayışıyla verebiliriz. Bu bağlamda ölümün ve ölülerin yüceltilmesinin, ölenlerin ardından yas tutulmasının, dini geleneklere göre törenler yapılmasının, kişilerin putlaştırılmasının vb. anlayışların Marksizmde yerinin olmadığı gerçeği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir başka gerçekte, bu tür geleneksel anlayışların aynı zamanda devrimci değişimin ve dönüşümün önündeki en önemli engeli oluşturmasının sosyalizm mücadelesine verdiği büyük zararlardır.

V

Hegel “Tutku olmadan büyük işler başarılamaz” diyordu. Kuşkusuz böyle bir tutku, dünyayı değiştirmek için yola çıkan her devrimci için gereklidir. Siyasal ve örgütsel yaşam aynı zamanda tutku, duygu ve politika arasındaki ilişkileri de belirlemektedir. Her politik zemin aynı zamanda kişisel rekabeti, nefreti ve kıskançlığı körüklemektedir. Bu farklı kişiliklerden kaynaklanan bu tür insani zaaflar, devrimciler arasında yoldaşlık ilişkilerinin gerektirdiği önkoşulsuz güvenin, dayanışmanın ve paylaşmanın ötesinde her koşulda kurulabilecek derin dostlukları engellemektedir.

“Çok duygusalsın. Soruna kişisel bakıyorsun. Subjektif davranıyorsun” vb. bir söylem, siyasal ve örgütsel tartışmalar hala geçerliliğini koruyor. Bu anlayış, politikada duyguların yeri olmadığı, hiçbir soruna kişisel olarak yaklaşılamayacağı, devrimci yaşamda siyasal ve örgütsel kuralların esas olduğu, sosyalistler arasında her şeyin önceden belirlenmiş ideolojik perspektife uygun olması gerektiği vb. önyargılarına dayanmaktadır. Bunlar aynı zamanda “tek tip insan” yaratmaya yönelik argümanları da oluşturmaktadır.

Bu nedenledir ki, devrimciler arasındaki örgütsel ve siyasal ilişkiler bittiğinde dostluklar, arkadaşlıklar da sona eriyor. Devrimci mücadelenin zor koşulları nedeniyle sıkça sağa ve sola savrulmalar siyasette insanları öyle bir noktaya getiriyor ki, insan ve insana dair ne varsa bu ülkenin sosyalistlerine “yabancı” kalıyor.

Duygusuz politika yapma tarzı, aynı zamanda sosyalist hareketin gelişimini köreltiyor ve insanı özgürleştirmiyor. Bir tür “sürü psikoloji” veya “nörotik bir aidiyeti” meşrulaştıran siyasal grupların kadro ve kitle ilişkileri; “yeni insan” tipini yaratmanın imkanlarını ortadan kaldırıyor. Böylelikle dar grup çıkarları tarafından belirlenen “vasat” insan tipi ve ilişkileri devrim ve sosyalizm mücadelesini ilerletmiyor.

VI

Örgütsel ilişkiler hiyerarşisinin son derece katı olması bütün siyasal grupların genel karakterini oluşturmaktadır. Grup çıkarları tarafından belirlenen kendine özgü önderlik, kadro ve kitle ilişkileri grup içinde tornadan çıkmış gibi devrimci tipler yaratmayı amaçlamaktadır. Grubun tipik sosyo-psikolojik eğilimlerini temsil eden bu kadrolar, kendilerini önder konumunda görmekte ve hiyerarşinin ön sıralarında bulunan önderlerden birini kendilerine örnek alarak basamakları tırmanmaya çalışmaktadır. Bu durum kadrolar arasında varolması gereken hoşgörü ve devrimci dayanışma ortamını etkilemekte ve daha da önemlisi sevgi, dostluk, güven gibi ortak yaşamın olmazsa olmaz ilişkilerini zedelemektedir.

Grup aidiyeti, her türlü ilişkinin özel bir konum kazanmasına ve giderek de özel olan her şeyin politikleşmesine yol açmaktadır. Kişisel ilişkilerin ve elitist bir anlayışın etkili olduğu bir yapıda, grup çıkarlarını korumak söz konusu olduğunda kişisel aforizmalar geçerli hale gelmektedir. Böylelikle dışarıdan farklı görünmesine karşın bir siyasal grup içinde herkes birbiriyle kişisel çıkar düzeyinde ilişkiler kurmakta ve kişisel çıkarlara dayalı grup içi her türlü ilişki biçimi “serbest” hale gelmektedir.

Bu bağlamda siyasal grupların kurucusu konumunda olan doğal önderler ve onları kendilerine örnek alan izleyiciler (ikinci derecedeki önderler), yaşamları boyunca o siyasal hareketin her türlü rantını yemektedirler. Toplumsal geleneklerden de beslenerek kendiliğinden meşruiyet kazanan bu feodal veya yarı feodal önderlik anlayışı, örgütsel varlığın ve siyasal faaliyetin sürekliliğinin korunmasını olumlu yönde etkilese de, o siyasal hareketin kendi dinamiklerine dayalı doğal gelişimini engellemektedir.

VII

Toplumun bütün katlarından gelen insanlarla dostluklar ve arkadaşlıklar kurma imkanına sahip olmakla diğer bütün toplumsal ilişkilerden daha farklı bir konumda olan devrimciler, bu önemli avantajı kullanmakta yetersiz kalmaktadırlar. Çünkü politik arenada gündemin hızlı değişiminden dolayı daima yeni bir durumdan, sıkça değişimden/dönüşümden söz etmelerine karşın, gelişen toplumsal ve siyasal olaylara karşı yeni açılımlar yapmakta yetersiz kaldıklarında eskiye sarılmaktadırlar. Yine sıkça sözünü etmelerine karşın, devrimin, devrimci yaşamın değiştirici ve dönüştürücü gücünü, dinamizmini kavramakta yetersiz kalmakta ve hatta değişmemekle bile övünebilmektedirler.

Bu nedenledir ki, devrimciler toplumsal yaşamda muhafazakar bir tutum sergileyerek marjinal olmaktan kurtulamamaktadırlar. Yeri geldiğinde ve başkaları tarafından bir şekilde sorgulandıklarında bu marjinallikten yakınarak söz ve eylem arasındaki diyalektik ilişkiden kaynaklanan tutarsız davranışları alışkanlık haline getirmektedirler.

VIII

Sorunu değişik boyutlarıyla ele almaya çalışan bu kısa notlardan sonra iki konuda vurgu yapmak istiyorum:

Birincisi, “duygu, tutku ve politika” arasındaki diyalektik ilişkiyi irdelemek ve günlük pratiğimiz içinde sorgulamak, siyasal ve örgütsel hayatımızda genellikle dillendirmekten kaçındığımız bazı “kerameti kendinden menkul” anlayışları açığa çıkartabilir.

İkincisi, “duygu, korku, nefret, umut, tutku” gibi toplumsal olgulardan/değerlerden arınmış bir insan ve insan faaliyeti olamayacağı gerçeğini doğru kavramamız, eski ve yanlış “politika yapma tarzından” vazgeçmemizi sağlayabilir…

Not: Tıp literatüründe intihar ve intihar biçimleri genel olarak şöyle tanımlanmaktadır:

İntihar: Bir insanın kendi iradesi ile doğrudan veya dolaylı yollarla hayatına son vermesidir. Başka bir ifadeyle sonucunu bile bile kendisini ölüme götürecek etkinliklerde bulunmaktır. İntiharın tanımlanmış başlıca üç biçimi vardır:

1)Altruistik İntihar: Başkalarının mutluluğu veya selameti için yapılan intihardır.

2)Anomik İntihar: Toplumsal çözülme veya anomi durumlarda sosyal kimliğin kaybolması sonucu meydana gelen intihardır.

3)Egoistik İntihar: Kendini ispat etmek, başkalarına bağımlı olmadığını göstermek veya sorumluluğun bir gereği olduğunu düşünerek yapılan intihardır.

(*) İlkin 1 Kasım 2004’ de, ikinci kez 25 Nisan 2005’de yayınlandı. 2006 yılında “Hal ve Gidiş” isimli kitabımda yer aldı.

Hiç yorum yok: