28 Aralık 2013 Cumartesi

Ahlaksızlık,Devlet Politikasıyla İç İçe Girmiş Şirketler Dünyasının Temelidir!


Ahmet Doğançayır
Bazen bir şeyin adının çok kullanılması, çok bahsedilir olması aslında onun yokluğundandır. Tıpkı siyasette ahlâktan çok bahsedilmesi gibi… Yaşadığımız düzen herkesin birbirine onurdan, şereften, hayâ ve utançtan bahsettiği ama bunların ortada olmadığı bir düzendir.
işçiday
Yaşadığımız düzende çokça yaşanan Ahlâksızlık sorunu sadece siyasal alanda karşılaşılan, sadece aslında güvenilmeye değer kurumlarda yer alan görevlilerin yarattığı bir sorun değildir. Siyasal alandaki yolsuzluklar toplumdaki genel ahlâk düşüklüğünün sadece bir bölümüdür. Toplumun moral seviyesini düşüren olayların nedeni sadece birkaç yoldan çıkmışın varlığı değildir. Elbette güvenilmeye değer kurumlarda yoldan çıkmış kimseler olabilir. Fakat bir toplumda kurumların kendileri de yoldan çıkmış ve bozulmuşsa bu kurumlarda yer alan görevlilerin de bozulmaları, yoldan çıkmaları doğallaşır.

Kapitalist Şirketleşme çatısı altında düzenlenen bir toplumsal yaşam biçiminde ekonomik ilişkiler kişilerin dışında oluşmakta, yöneticiler eskisi kadar kişisel sorumluluk duymamaktadır. İş, savaş, siyaset dünyaları üçlüsüne dayanan bu düzende bireysel vicdan eskisi gibi önemli bir öğe olmaktan çıkmış, ahlâksızlık kurumsallaşmıştır. Sorun sadece şirketlerde, orduda, devlette bazı yöneticilerin yoldan çıkması değildir. Ahlâksızlık askerileşmiş devletin politikasıyla iç, içe girmiş şirketler dünyasının en temel özelliği haline gelmiştir. Kamusal planda ahlâk anlayışının zayıflaması, yüksek maliyetli günah ve suçların artması, kişisel dürüstlüğün azalması gibi sorunlar sistemden kaynaklanan bu yapısal ahlâksızlıkla ilgili sorunlardır. Ne zaman ahlâksızlıkla ilgili bir olay duyulsa ‘ bugün de bu çıktı’ denilmekte böylece sorunun tek, tek bireylerin yaptıkları ile ilgili bir sorun olmayıp geniş ve yaygın bir hastalığın göstergesi olduğu teslim edilmektedir.  Peki, bütün bu sorunları belirli bir hastalığın görünümleri haline getiren koşullar nelerdir. Önemli sorun budur.
Hastalığın nedenini gizlemek için bugün Kapitalizmin ahlaki eleştirisi yapılarak, ‘’çıkar peşinde koşmayı yaradılışımızın tek amacı haline getirirsek dünyanın altında kalırız. Bugün paylaşmadan ziyade, daha çok benim olsun arzusu, daha çok kazanma hırsı, bencillik, ihtiras daha öne çıkmış durumda. Bunlardan arınmalıyız. ’’ Denilerek burjuva toplumunun mantığı, özel mülkiyetin, Pazar ekonomisinin kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ahlaki nedenlere indirgeniyor. İnsan doğasının bir parçası gibi gösteriliyor. Rekabetin yaşaması ve kişisel servet biriktirme eğilimi ve bunun ardında yatan Sosyal ve ekonomik temeller gözden gizleniyor. Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücudunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri alınıp satılabiliyor. Eğer yaşadığımız toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, alınıp satılabilen bir meta kategorisi haline gelmişse, her şeyin paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesine de şaşmamak gerekir. Canlı yaşamı yok ediş hızla yol alırken, diğer taraftan bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, “muasır medeniyeti yakalama”, “kalkınma” olarak sunuluyor. Yıkıcı rekabet ve sınırsız büyüme, hâkim ideoloji tarafından olumlu olarak değerlendirilmekle kalınmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor da.
Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için “her şeyin mubah” sayıldığı koşullarda, geçerli ahlak ‘’iş bitiricilik ahlakı’’ oluyor. ‘’Eski günlerden kalma değerler’’, doğruluk kural ve ölçüler şirketleşme çatısı altında düzenlenmiş bulunan kapitalist toplum yaşamının koşulları karşısında yetersiz kalıyor. Bu yeni düzende kitlelere yeni kurallar yeni değerler sunuluyor. İnsanlar bunları tümden reddediyor denemez. Tersine çokları için anlamlı bulunacak kural ve değerler kalmamıştır. Her yeni şirket iktidarları, tarım işletmesi toplulukları, işçi sendikaları bürokrasileri ve devlet kuruluşları moral yönden iddialı sözlerle işe başlarlar. ‘’Ne yapılırsa yapılsın hep kamunun yararı için yapılmıştır.’’ Bu tür sloganlarla işe başlayanların gerçek yüzleri açığa çıkınca yeni çıkar çevreleri, yeni çıkar kuruluşları aynı işlere daha yeni sloganlarla başlamak zorunda kalmışlardır. Bu sloganlarda eskiyince daha başkaları bulunmuş ve işler böylece sürüp gitmiştir.
Fakat siyasi ve ekonomik bunalımlar kesilmeyince, toplumda tereddüt, kuşku ve endişe yayılmaya başlar. İşleri yürütmek için, yönetenlerin yeni gerekçeler bulması gerekir. Böyle dönemler Ahlâksızlığın en açık ortaya çıktığı dönemlerdir. Ancak yönetici kesimlerin ahlâksızlığının en önemli özelliği, bu bunalımlardan aslında rahatsızlık duymaması ve hatta bunalımlarla karşı karşıya kalmayacak durumda görmesidir.  Bu kesimler tarafından bunalım toplumsal bir sorun sayılmamakta, tersine toplumsal sorunlara karşı gösterilen ilgisizliği, kabullenmişliği saklamak için halka karşı bundan yararlanılmaktadır.
Kapitalist toplumun değişmeyen değeri para
Kapitalist toplumda hiç değişmeyen şey paraya ve parayla alınabilecek şeylere verilen değerdir. Toplum hayatında para her şeyin ölçüsü olunca para sahibi kimseler bu parayı ne yolla kazanmış olurlarsa olsunlar toplumda saygı ve statü kazanırlar. Pratik olmak, sağduyulu olmak terimlerinin anlamları değişmiş pratik olmak kişisel çıkarlara hizmet etmek, sağduyulu olmak ise kişinin mali yönden işini bilir hale geldiğinin göstergesi olmuştur. Paranın her şeyin önüne geçtiği bir toplum hayatında diğer toplumsal değerler etkinliklerini yitirmekte, bireyler zengin olmak için insaf ve merhametten çıkacak duruma gelmektedir. ‘’para kazanmayı’’ tek başına başarı ölçüsü sayan, para sahibi olmayanları suçlayacak derecede kötü karşılayan bir toplum yapısında paranın tek mutlak değer durumuna gelmesini önleyecek başkaca bir değer kalmaz. Toplumdaki yolsuzlukların, yiyiciliklerin, rüşvetçiliklerin nedeni zengin olmak, daha çok zengin olmak tutkusunun sonucudur. Bugün eskinin para sahibi olma isteği etkinliğini daha değişik bir biçimde sürdürmektedir.
Gerek ekonomik gerekse siyasal kurumların çap olarak küçük ve örgütlenme yönünden de dağınık oldukları dönemden farklı olarak siyasal kurumlarla ekonomik olanakların iç içe girdiği günümüz dünyasında devlet kurumlarında çeşitli görevlere gelenlerin ellerindeki iktidardan yararlanarak kendilerine kişisel çıkarlar sağlamaları kolaylaşmaktadır. Devlet adamları, devlet görevlileri kesiminde de bu nedenle ahlâksızlık yaygınlaşmıştır. Siyaset adamları para alıyor ve kendilerine maddi çıkarlar sağlıyorsa bu ekonomik güç çevrelerinin siyaset adamlarına rüşvet vermeyi kendi açılarından uygun görmeleri sayesinde olmaktadır. Çünkü ekonomik güç çevreleri de işlerini kolaylaştıracak, kendilerine yardımcı olacak siyaset adamlarına muhtaçtır.
Ekonomik güç çevreleri bu tür adamlar bulabiliyorsa bu da siyasetçilerin bu tür işlere dünden razı olmaları sayesindedir. Toplumda statüler ancak ulusal ve uluslararası çapta büyük hiyerarşiler içinde kazanılmaktadır. Günümüz toplumunda statü gangsterliğe benzer yollarla elde edilmiş olsa da büyük servet ve parayla ilgili bir şey haline gelmiştir. Ayrıca bu statülere sahip kişiler mevkilerin, üyesi oldukları topluluğun saygınlık ve otoritesi ile kendi kişiliklerini özdeşleştirmeye başlarlar. Ulusu, şirketini, orduyu temsil eden kişiler olduklarını düşünmeye başlarlar. Sonra yaptıkları her şey şirket, ordu, ulus adına meşru sayılmaya başlar.
Bu meşruluğu pekiştirmek için devlet yönetiminde siyasal, moral ve askeri sorunlarda açık tartışmalara girilmemektedir.  Siyaset adamları ve bunların çevresindeki danışmanları siyasal kararların haklı gösterilmesine çalışmaktan vazgeçmişlerdir. Kamuoyunun görüşlerini oluşturmak için halkla ilişkiler tekniğinden yaralanılmaya başlanmış toplumda demokratik otoritenin yerini güdümleme ve tartışmasız işletilen karar süreçleri almıştır.
Sermayenin mevcut ‘’ahlakı’’ devlet ve hukukla korunur
Toplumun bütün yaşamını sarıp sarmalayan kapitalist ekonomide (değiş tokuş edilen değerlerle ve iş gücüyle birlikte bütün insan ilişkilerinin de ‘’şeyleşip’’ putlaşması ve paraya indirgenmesi sonucunda)insanlar arasındaki bütün toplumsal ilişkiler tarihsel sürecin, toplumsal üretimin dışında salt mallar arası ‘’tabii ve hayali’ ’ilişkilere dönüşür. Benliklerini yitiren ve kendilerine bir eşya gözüyle bakan insanlar aralarındaki ilişkilerin tarihsel ve toplumsal nedenlerini gözden kaçırırlar. Kendilerini ‘’ezeli ve ebedi’ ’yasalara bağımlı görürler Bu arada bireyin maddi ve düşünsel üretim faaliyeti ile yaratılmış ürünlerle birlikte bütün toplumsal olgular, kurumlar ve ilişkiler bütün hukuki, politik ve ideolojik yapılar yabancı güçler halinde bireyin tepesine çıkıp karşısına dikilirler. Örneğin hukuki ilişkiler salt insan iradesince belirlenmiş asli ilişkiler görünümüne bürünürken, ekonomik ilişkiler insan iradesi dışında kendiliğinden oluşup gelişen rastlantısal ve yazgısal ilişkiler olarak değerlendirilir.
Ayrıca Egemen sınıflar kitleleri yerleşik düzenle bütünleştirmek, bu düzene bağlı ve bağımlı kılabilmek için maddi gerçeklikleri süslendirip çarpıtma zorunluluğu duyar. Kitlelerin kurulu egemenlik ilişkilerini değiştirebilecekleri ve tarihlerini bizzat yapabilecekleri bilincine erişmelerini bütün ideolojik çarpıtma ve karartma araçlarını seferber ederek önlemeye çalışır. Örneğin devletin üretici güçlerin gelişme aşaması ile üretim ilişkileri tarafından belirlenen,  topluma egemen olan üretim araçları sahibi sınıfın ortak çıkarlarını ve iradesini temsil eden ve sınıfsal egemenlik ilişkilerini koruyup geliştiren bir politik sınıf örgütlenmesi olduğu gerçeği gizlenip, bir ideolojik jargona indirgenir. Bu çerçevede devletin ekonomik üretim sürecini egemen sınıf yararına nasıl düzenleyip geliştirdiği, devletin toplumdaki egemenlik ilişkilerini ‘’düzenle bütünleştirme ve zorla bastırma ‘’ teknikleriyle nasıl koruyup sürdürdüğü bir örtü altına gizlenir. Devleti toplumsal sınıflar üstüne, bir rüya âleminin pembe bulutlarına çıkaran bu burjuva öğretilerinin maddi-ekonomik kökeninde liberal bireyci burjuvazinin siyasal-kamusal iktidarı özel-sivil ekonomik yaşamdan , ‘’serbest yarışma pazarından ’’ kovup tecrit ederek kişiler üstü özerk ‘’gece bekçisi devleti’’ oluşturması zorunluluğu yatıyor.
Kapitalist sömürünün işgücünün serbestçe alımını sağlayan ‘’özgür sözleşme’’ aracılığı ile işlediği unutulmamalıdır. İş gücünün serbestçe satılmasını sağlayan özgürlük ve eşitlik efsaneleri kapitalist toplumda siyasal ve hukuksal ufku baştanbaşa kaplar. Böylece devletin sınıflar üstülüğü ve tarafsızlığı ile ilgili yanılsama iyice allanıp pullanır. Sermayenin kendi içinde çeşitli hiziplere, fraksiyonlara bölünmüşlüğü bu sınıfın salt kendi düzeninin ekonomik yasaları uğruna değil, fakat aynı zamanda geniş kitlelere karşı bir bütün olarak egemenliğini sürdürebilmesi içinde devleti soyut bir düzeyde kurumlaştırıp özerkleştirmesini gerektirir.
Dolayısıyla devlet belli kişilerin, belli bir zümrenin değil de bütün bir sınıfın sömürüsünün devamını sağlamakla görevli kılınacak, sermayenin çelişen öğeleri arasındaki çatlakları yapıştırıp çelişkileri törpüleyecek ve böylece tek, tek sermayecileri olmasa bile bir bütün olarak kapitalist sistemi ve bu sistemden nasiplenenleri koruyup geliştirecektir. İşte bu ‘’kişiler üstlük’’ de devleti sınıflar üstünde yer alan bir tarafsız hakem görünümüne bürümüştür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini koruyup, sürdürebilmek için egemenliğinin bu özel aracını aynı zamanda meşru, kaçınılmaz, önünde kayıtsız koşulsuz boyun eğilmesi gereken ve korku dayatan ‘’ bir sınıflar üstü kurum ‘’ olarak sunup göstermeye muhtaçtır. Öyle ki devletin tarafsızlık maskesini düşürüp onun iç yüzünü, gerçek sınıfsal içeriğini ve işlevini gün ışığına çıkarabilecek oluşumlar ve gelişimler gözden ve bilinçten uzak tutulabilsin.
Bireylerin kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, üretim biçimleri ve alışveriş biçimleri devletin gerçek temelidir. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine devlet iktidarını yaratan bu ilişkilerdir. Ve bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler iktidarlarını devlet kılığında yürütmek zorundadırlar. Bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de devlet iradesi diye yasa olarak açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi her zaman egemen sınıfların kendi ilişkilerince belirlenir. İşte bu yüzden ister gece bekçisi, ister değil sermayenin devlete, hukuka her zaman ihtiyacı var.
Hukuku devletten bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Toplumsal gelişimin belirli ve çok ilkel aşamasında yenilenen toplumsal üretimi, üretilen ürünlerin paylaşılması ve değiş tokuşunu ortak bir düzene bağlama gereği doğar. Önceleri bir gelenek durumunda kalan kurallar dizisi kısa bir süre sonra ‘’yasa’’ haline gelir. Yasanın yanı sıra onu ayakta tutacak organlar kamu otoritesi yani ‘’devlet’’ de zorunlu olarak ortaya çıkar. Toplum daha fazla geliştiğinde yasa da dar ya da geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman sistemin terminolojisi toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getirmekten uzaklaşır. Ve bu hukuki sistem var oluşunun ve gelişiminin nedenlerini ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında bulan bağımsız bir öğe olarak gözükür. Devlet toplum karşısında bağımsız bir güç düzeyine çıktığında bu kez kendisi bağımsız bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku teorisyenleri ve özel hukuk alanındaki yazarlar ekonomik olguları ve ekonomik ilişkileri el çabukluğu ile hasıraltı ederler.
Bu sözüm ona hukukçulukta sanki bütün toplumsal gerçeklikler, bütün toplumsal üretim ilişkileri yok olmuş dünya bir hukuki kurallar, kurumlar ve kavramlar âlemi olmuştur. Sanki sadece hukuk sayesinde insanlar bir arada yaşayabilmekte, üretimde bulunup ürettiklerini adaletli bir biçimde paylaşmaktadırlar. Bu hukuk sözde pozitivisttir ama aslında pozitif hiçbir yanı yoktur. Sadece tersliği çarpıklığı ‘’pozitif’ ’bir şeymiş gibi göstermeye yarar. Ama en tehlikelisi toplumda geçerli sınıfsal ilişkilerini doğal ve sonsuz bir düzenmiş gibi göstererek kurulu ve yerleşik düzeni meşrulaştırmasıdır.
Hukuku toplum ötesi, sınıflar üstü, tarafsız, sonsuz evrensel kutsal bir değer olarak kutsallaştırmanın kökeninde burjuva toplumunun maddi yaşam koşulları yatar. Özel girişimciliğe ve yatırımcılığa dayanan kapitalizm de sermaye ekonomik adımlarının sonuçlarını önceden hesaplamak ve geleceğinden emin olmak ister. Bu nedenle kapitalist mülkiyet bugün de, yarın da korunmalı, sözleşmelere sonuna kadar bağlı kalınmalı, beklenmedik sorunlara karşı baştan tedbir alınmalıdır.
Emperyalizm çağında ‘’mutlak yasa egemenliğinin’’ yırtıldığını vurgulamak gerekir. Tekelci sermayenin parlamento kanalıyla geç ve güç gerçekleştirilebilecek istekleri parlamento içi ve dışı muhalefetle karşılaşmaksızın çoğu zamanda devre dışı bırakılarak çabuk, sessiz kapalı kabine toplantılarında oldubittiye getirilir. Toplumda sıklıkla değişebilen sınıfsal güç dengesi ile sınıf mücadelesinin dinamiği ve başka üst yapı kurumlarının hukuki biçime ve ideolojiye etkisi ekonomik alt yapının hukuksal üst yapıya yansımasını engeller.
Mevcut yasalarda her zaman bireylerin ödevlerinden çok haklarına yer verilmiştir. Ödev genellikle yasanın yasak ettiği şeyi yapmamaktır. Hakları zedeleyecek olan şeyi yapmamaktır. Eğer özel mülkiyeti koruyan yasalara uymakta iseniz, hatta yanınızda çalışanlara kötü davransanız bile hatta çocuklarınıza ve çevrenize dünyayı zindan etseniz bile size kimse dokunmaz. Burjuva hukukunda hak ile ödev arasında ayrılık kurulmuştur. Yasa adı altında toplanmış kullanışlı reçetelerden başka bir şey olmayan hukuk kurallarının bütünü ki bunlar aslında toplumun durumuna göre değişken iyi kötü kavramlarını da gösterirler ama gerçekte hâkim sınıfların ihtiyaçlarına göre hazırlanmışlardır. Bu sınırlar içinde bireyin durumunu düzenlemek için maddi ve manevi baskı araçlarına, sosyal alışkanlıklara güvenilir.
Adalet isteği ezilenlerin normal tepkisidir. Baskı ne kadar zorlu ise bu istek o kadar güçlüdür. Adalet kavramı sınıflı toplumda baskının karşıtı olarak sonradan doğmuş ve gelişmiştir. Sınıflı toplumda adalet sosyal ilişkilerin temeli rolünü almıştır. Köle sahibi ve köle, toprak ağası ve toprağa bağlı köle, patron ve işçi doğumları ya da zengin olup olmamaları açısından eşit olmadıkları için birbirinden ayrı varlıklar olarak görülür. Hâlbuki gerçek kural adaletsizliktir. O kaynağını maddi koşullardan ve toplum ilişkilerinden alır. Ezmenin ezilmenin olmadığı ilkel toplumlarda adalet kavramı yoktu. Baskının yani adaletsizliğin kökünün kazınacağı bir toplumda da bir toplum olayı olarak silinip gidecektir.
Kapitalizmin ahlakı kader değil!
İşçi kitlelerin büyük bölümü bugün ‘’yukarıdakilerin’’ bu dünyanın hâkimlerinin ahlâksız ve aynı zamanda yeteneksiz olduklarını biliyorlar. Bu durum sosyalist hareketin başarılı olduğu dönemlerde yüksek sesle ifade edilebildiği ve bu konuda bilinçlenmeyi kolaylaştırdığı günlük yaşam deneylerinin sonucudur. Alman ideolojisinde Marx ‘’hâkim sınıfların düşünceleri her çağın hâkim düşünceleridir de; başka bir deyişle, toplumun maddi hâkim gücü aynı zamanda manevi hâkim gücüdür.’’ Diyor. Ama bu baskıya karşı koyan ezilen sınıfların kendi ahlâk kurallarını oluşturmaya engel olamıyor. Bu ahlâk sınıf dayanışması, fedakârlık, elindekini esirgememek gibi öğelere dayanan yeni bir ahlâktır. Bununla beraber, kendi durumlarının yön verdiği bu yeni ahlâk kuralları yanında işçiler, eğitim ve geleneklerle kafalarına yerleştirilmiş olan aile sorunları, kadın erkek ilişkileri, çocuklara karşı davranışlar, hatta dini inançları gibi başka ilkelerden de kurtulamazlar. Yeni ahlâk kuralları bu sorunlarla her zaman bağdaşmaz, bu da bunalımlara yol açar. Bütün geleneksel ahlâk kavramlarının tam bir eleştirisi ve büsbütün yeni bir ahlâkın yayılması ancak sınıf çelişkilerinin ortadan kalktığı bir toplumda mümkün olabilir.
Burjuva toplumun mantığı, özel mülkiyetin, Pazar ekonomisinin, Kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ve tüm bunların üstünde insanın olduğu her yerde yaratılmaya çalışılan rekabet mekanizmaları bizi tehlikeye doğru sürükleyen dinamiği sürekli besliyor. İmalat zarar verilen doğal kaynaklar göz önüne alınmadan maliyet ne olursa olsun sürüyor. Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir.
İnsan davranışlarında saldırgan, kendi kendini yok eden eğilimlerin üstün gelmesini engellemek rekabet ve özel çıkarlara yönelik saldırganlık üzerine kurulu kapitalist toplumsal sistemin yıkılmasını gerektirir.  Üretici ve tüketiciler özel servet peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında sosyalizm devletin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üreten bir sosyal sistem olarak var olacaktır.  Yalnız ekonomik gelişmenin işbirliği, dayanışma ve bilinçli demokratik kontrolü düzeyinde böyle bir toplum düzeni yakınlaşan felaketlerden uzaklaşabilmeyi sağlar.
Devletin sonsuz bir geçmişi yoktur. İşlerini devletsiz yürüten, devletten devlet gücünden habersiz toplumlar var olmuştur. Devlet toplumun sınıflara bölünmesi üzerine zorunlu bir şey haline geldi. Sınıfların varlığı zorunluluk olmaktan çıktığında devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. Üretimi üreticilerin özgürce ve eşitçe ortaklığı temeli üzerinde yeniden örgütleyen bir toplum bütün devlet aygıtını antikalar müzesine postalayacaktır. Günümüzün geçerli hukuk ideolojisi ise çağını kapamış, çürüyüp kokuşmuş karşı devrimci bir sınıfın gereksinimlerine ve çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu öğreti artık kaynaklandığı toplumsal ilişkileri doğru dürüst gizleyebilmekten acizdir. Kapitalist üretim modeline, yerleşik üretim sistemine uygun düşeni, sermayenin işine geleni meşru kılarken bunun tersinin soruşturulmasına, irdelenmesine asla izin vermemektedir. Bu sınıfsal öğreti geniş kitlelerin bir avuç sermayedarın çıkar ve iradesine bağımlı kılmaya mahkûm etmeyip tam tersine din öğretisi gibi onaylayarak meşrulaştırdığı içindir ki sermaye sınıfı gibi yargılanıp mahkûm edilmeyi hak etmiştir. Marks’ın Hegel’in Hukuk felsefesinin eleştirisine girişte söylediği gibi’’ Tarihin ödevi gerçek dışı dünya yok olup gittikten sonra bu dünyanın gerçekliğini ortaya koymaktır. Gereken ödev insan yabancılaşmasının kutsal görünüş maskesi ile birlikte bu yabancılaşmanın kutsal olmayan görünüşünün maskesini de indirmektir. İşte o zaman cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve din bilgisinin eleştirisi de politikanın eleştirisine dönüşür.’’
Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsettiğimiz, mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalimde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır.  Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir.

Hiç yorum yok: