13 Mayıs 2011 Cuma

Kapitalist Demokrasi İnsanlık İçin Kader Değil

Ahmet Doğançayır

Bugün parlamenter demokratik rejimlerin, kapitalist dünya sistemi çerçevesinde yer alan gelişmiş sanayileşmiş kapitalist toplumların değişmez hatta tamamlayıcı bir özelliği olarak görülmesi birçok düşüncenin ortak yaklaşımı olarak sunuluyor. Buna bağlı olarak demokratik devlet biçimi veya rejiminin kapitalist devletin geçerli niteliği olduğu demokratik olmayan devlet biçimlerinin ise istisna olduğu belirtiliyor. Aslında bütün bu yaklaşımların ortak noktası devletin ve biçimlerinin sınıfsal içeriğini gizlemesidir. Toplumdaki bütün çelişkilerin doğrudan etkisinden soyutlandığı ölçüde devlet tüm toplumu ve hatta tek, tek her bireyi temsil ediyor görünür. Devletin toplumdan tümüyle ayrılması gerçekte eşit olmayan sömüren ve sömürülen insanları siyasal yaşamda eşitmiş gibi gösterir.
 Kapitalist sömürünün sürmesinde kullanılan eşitlik ve özgürlük denen burjuva demokrasisinin temel kavramları içinde çelişkiler barındıran toplumla devlet arasındaki ilişkiyi sağlar. Bütün yetişkinlerin seçme hakkına sahip olması genellikle demokrasinin gelişi olarak görülerek övülür. Oysa seçme hakkının genişlemesi tarihine bakarsak her zaman siyasi bir mücadelenin sonucu, çoğunlukla seçme hakkından yoksun bırakılmış kişilerin yürüttüğü hareketlere iktidarların vermek zorunda kaldıkları bir ödün olduğunu görürüz.

Seçim süreçlerinde pratikte seçim politikasıyla ilgili olan herkes belli bir ölçüde aktif ya da pasif olarak sürece katılır. Yarışmanın dayattığı kızıştırma süreci çok kimseyi bulunduğu noktanın ötesine zorlar. Bir çeşit siyaset tüketiciliği bir siyaset üslubu haline gelir. Bunun ekonomide ki malların tüketilmesiyle çakışan yanları vardır. Çünkü her ikisi de pompalanmış kredilere dayanır, onunla finanse edilir. Politikayı parti liderlerinin yarışması olarak tanımlayan insanlar politik liderleri sürekli suçlar ve rahatlamak içinde onlarla ilgili şakalar yaparlar. Ancak sürecin bütününe baktığımızda politikanın bu duruma gelmesine izin verdiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekir. Bir yandan yuları kaptırmışızdır, bir yandan da ‘’seçmen ‘’olarak ucuz bir şekilde pohpohlanmaktayız. Çok değerli oyumuz için birilerinin gelip bize kur yapmasını bekleriz. Bu kabul edilemez bir durumdur. Çünkü gelecek hakkındaki tek olumlu yaygın düşünme biçimini itibarsız bir oyuna indirgeyen bu üslup modern satıcılığın tekniklerine ve ilişkilerine göre belirlenmiş bütün bir kültürün üslubudur. Bu genel üslupta politik liderlerin insanların tahmin yöntemlerini çıkmaza soktukları da bir gerçektir. Seçilecek olan program ve zamanlama gibi teorik sorunlar bir kenara itilir ve parti eğilimi ile ilgili bağdaştırılabilir tahminler arasında ayıklama yapılır. Başarısızlıklar partilere yüklense bile gerçek başarısızlık hâlâ sorumsuzluğun bizde olduğu karar süreçlerindedir.

Ne için demokrasi

Burjuva demokrasisinin temsili ve sadece siyasal demokrasi olması ve hâkim sınıfların egemenliğinin en uygun biçimine tekabül etmesi onun bir aldatmaca olduğu anlamına gelmez. Marks’ın belirttiği gibi verili koşullarda burjuva demokrasisinin emekçi sınıflar açısından ileri doğru atılmış bir adım olması onun aynı zamanda çelişkili yapısını gösterir. ‘’Genel oy” hakkıyla siyasal ayrıcalıklar kaldırılıp toplumun tüm üyelerine siyasal eşitlik sağlandığında yalnızca burjuvazinin bütün kesimlerine eşitlik sağlanmasıyla birlikte toplumun bütün sınıfları siyasal mücadele alanına katılırlar. Dolayısıyla burjuvazinin egemenliğinin en uygun kılıfı aynı zamanda bu sınıfı siyasi garantilerden yoksun kılar. Başka bir deyişle parlamenter demokrasi burjuvazinin koşulsuz siyasi egemenliği önünde bir engeldir.”genel oy” hakkı aynı zamanda burjuvazinin siyasal egemenliğinin zaman, zaman zorlanmasına yol açar. Dolayısıyla kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişki hem bir uyumu hem de bir çatışmayı bağrında taşır.

Hayatımızda çalışma gibi önemli bir konuda bile bizi doğrudan etkileyen kararlarda hiç katkımız yoksa kendimizi yönettiğimize inanmamız zordur. Bu katkının sağlanmasına ilişkin süreç oldukça çetindir ve çalıştığımız kurumlar çok çeşitli olduğu için de tek bir cevap yoktur. Asıl tehlikeli alanı ‘’insan yönetimi’’ adı verilen dalda başarılı olanlar oluşturur. Bunlar için esas nokta komut vermenin zorunlu olmasıdır. Lider, komutuna uymak zorunda kalan kişiler olduğu için Onları anlamaya çalışmalı, onlarla(kendininkileri değil) sorunlarını tartışmalı ve akıllardan geçenleri öğrenmelidir. Ancak bunları yaptıktan yani yöneteceği insanları tanıdıktan sonra yol gösterebilecektir. Şimdilerde politik yorum olarak değerlendirilen açıklamaların büyük bölümü de aslında parti liderlerinin bu beceriyi nasıl kullandıklarının tartışmasıdır. Başbakan ya da muhalefet lideri bu veya şu sorun yaratan durumu nasıl ele alacak, kendi müdahalelerini nasıl zamanlayacaktır. Bu sözü söylerken şu sözü söylemekten nasıl kaçınacaktır. Bu anlamda uygulanan ‘’ince sanat’’ kamusal efsaneye dönüşmüştür ve kimsenin bunu garipsediği görülmez. Ayrıca demokratik liderliğin de bu tavır olduğu sanılır. Aslında bu savunmaya çekilmiş otokrasinin taktiğidir. Gerçek demokratik karar alma süreci bütün olguların açıklanarak sorunun açıkça tartışılması veya çoğunluk oylarıyla ya da mutabakata varmak için yapılan değişikliklerle açıkça bir çözüme ulaşmasıdır. Bu tür bir süreçte iyi bir dinleyici ve açıklayıcının becerileriyle, tartışmayı sırf kendi isteğini elde etmek için bir araç olarak dinleyen parti liderlerinin durumu temelde farklıdır.

Kapitalist toplumda demokrasi hâkim sınıfların egemenliğinin en uygun biçimidir. Siyasal haklar denilen şeyler aslında devlet ve toplum ayrılığını vurgular. Vatandaşın toplum yönetimine bu siyasal alan vasıtasıyla katıldığı söylenir. Hâlbuki siyasal alan ve siyasal demokraside temsilidir. Siyasal katılım toplumun üyelerinin kendi adlarına sürdürdükleri bir faaliyet değil, onlar adına siyasal yetkililerin üstlendikleri bir sorumluluktur. Bunun sonucunda toplumda demokrasinin yerleşeceğine duyulan inanç zayıflar ve her durumda herhangi bir olası gelecekte uyum sağladığımız süreci değiştirmeye çabalamak yerine ‘’genel disiplinsizliğe’’(parti liderleri yetersiz, gelişi güzel tartışmalar, sonu gelmez konuşmalardan başka bir şey yok, insanlar mantıksızca hareket ediyor vb.)üzülmeyi tercih ederiz. Bu yaklaşımın diğer yönü fiili demokrasiyi sımsıkı kısıtlayan yönetime taraftar olmaktır. Bir ülkenin kurumlarının tarihi de bu eğilimi besler. Sıkı bir biçimde örgütlenmiş bir parti sistemi ve parlamento oy kullanma hakkını bir meclis seçimine dönüştürmüştür. Bireyler olarak bize sunulan politikalar ve belirli kararlar alanı çerçevesinde birkaç yılda bir oy kullanırız. Bu zorunlu süreç sonucunda bir bakanlar kurulu ortaya çıkar (kısmen seçilmemiş insanlardan oluşan bir kurul)ve artık herhangi birimizin işlerimizin yönetimine ufak bile olsa doğrudan katkısı olduğunu hissetmesi çok zor olur. Parti örgütleri yoluyla yaklaşımlar parti içi demokrasi olmaması nedeniyle olağanüstü zordur. Karar alma süreçleri olağanüstü katı ve hiyerarşik düzene bağlıdır ve kararlara katılmayanların tepkisi de ya uyuşukluk, ya saygılı dilekçeler sunmak ya da isyan etmektir. Grevleri isyan niteliğinde sayarsak ulaşılan gelişme aşamasını açıkça görebiliriz.

‘’Seçilmişlerin’’ değil Atanmışların demokrasisi

‘’Parlamenter Demokrasi’’daha genel olan ‘’temsili demokrasinin’’ özel bir biçim olarak ele alınır. Temsil etme ilk bakışta basit bir fikir gibi görülebilir. Pratikte herkesin toplanıp birlikte karar alamayacağı kadar kalabalık olan toplumlarda çeşitli yerlerin, çeşitli çıkarların, çeşitli düşüncelerin temsilcilerini toplamak ve gerekli işi yürütmek için herhangi bir şekilde atanır ya da seçilirler. Bu çağdaş hayatta o kadar gerekli olan bir durumdur ki artık sağduyunun gereği olarak anlaşılabilir ve dolayısıyla ‘’temsili’’ olarak tanımlanan birçok politik sistemi haklı göstermek için kullanılır. Ancak bu tanımı daha yakından incelediğimizde sorunlar ortaya çıkmaya başlar.

Önce temsil, temsil edilme ve temsilci kelimelerinin anlamlarını değerlendirmek gerekir. Bu alanlara girildiğinde terimlerin politik kullanımları farklılaşmaya başlar. Örneğin bir parlamenter seçimde bir aday kendi seçim bölgesinde sadece kendine oy veren seçmenleri değil, herkesi temsil ettiğini söyler. Bu söz onun seçilmesi için zaman ve enerji harcayanlara saçma gelebilir ama onun açısından mesele gayet mantıklıdır çünkü o ‘’temsil etme’’ düşüncesinin bir tür tanımını temel almıştır. Ona göre konu seçilmiş insanların sorunları seçmenleri (ona oy versin veya vermesin) adına ele almasıdır. Kelimenin bu şekilde kullanımı bir uzmanın başkası adına çalıştığı ‘’yasal temsilci’’durumuna benzer. Bununla birlikte bu işlevin ‘’temsili demokrasi’’ anlayışıyla pek ilgisi yoktur çünkü ‘’temsili demokrasi’’ terimi seçilmiş olan topluluğun yurttaşların farklı politik görüşlerini temsil aracı olduğunu ima eder. Üstünde durulması gereken nokta temsil etmeye ilişkin bir görüşten bir diğerine geçerek ya da egemen olan ‘’temsil etme’’ görüşünü ilk önce kullanıp daha sonrada bu görüşü ‘’kabul edilmiş görüşlerin’’temsil edilmesi gibi sunarak sorunları kolayca çözme yoluna gidilmesi böylece gerçek sorunların gözden kaçırılmasıdır. Örgütlü parti sistemi yoluyla yapılan seçim biçimi tipik temsil etme düşüncesinden uzaklaşmış ve dolayısıyla kabul edilmiş ve saptanmış görüşler mevcut olmuş ve oya sunulmuştur.

Bir düzeyde bütün ya da bazı bireylerin oylarının sayılması belirli bir süre temsilci bir parlamentoya ve ona bağımlı olan bir hükümete yol açar. Bu durumda temsil etme biçimi zaten hem kısmi hem de dolaylıdır. Hiç bir hükümetin seçmenlerinin yarısının ya da yarısından çoğunun olumlu oylarını almadığı bilinir. Bir hükümetin oyların yarısını alabilmesi bile olağanüstü bir durumdur. İş bununla da kalmaz, ileriki aşamalarda daha fazla bir uzaklık ve dolaylılık durumu ortaya çıkar. Çoğunluğun ya da en büyük partinin lideri hükümeti kurmakla görevlendirilir. Diğer bakanlar meclis tarafından değil başbakan tarafından seçilir. Yani hiç kimse tarafından seçilmemiş olan bakanlar kurulu bulunur hep. Bu tür bir başbakanın ve hükümetin ‘’seçilmiş olan temsilcilerin’’çoğunluğunun desteğini koruması beklenir. Ama öyle olmaz Başbakan ve hükümet özerklik kazanır. Mecliste kabinenin ve kabine otoritesine sahip küçük ihtisas komisyonlarının egemen bir gücü vardır. Temsil süresinden kaynaklanan ve sonuçta seçim sürecine hesap verme durumunda da olsa bu güç her iki süreç arasında özerktir. Kararların alınmasını sağlayan birçok ayrıntılı bilgi ne parlamentoya ne de halka açıklanır. Bazı sorunlarla ilgili kilit kararlar duyulmaz bile. Bu şekilde geçici mutlakıyetçi bir organ kurulmuştur.

Bu tür bir hükümetle çıkar ve görüşleri temsil eden guruplar arasında ilişki vardır. Çoğu zaman bu parlamentonun esrar perdesi arkasına gizlenmiş çok farklı bir toplumsal süreçtir. Çünkü ‘’oyları sayılan egemen bireylerin’’ teorik kabulünün ötesinde politik ve ekonomik güce sahip olan parlamento ötesi kuruluşlar bulunmaktadır. Mali kurumların(çok uluslularda dâhil) büyük kapitalist şirketlerin ve daima ‘’kamuoyunun en yüksek sesi’’ olan kapitalist basının bütün belli başlı politikaların doğum ve akıbetinde dolaylı veya dolaysız rolleri vardır. Bu nedenle ‘’temsili demokrasinin’’ var olan sistemlerine yöneltilen başlıca eleştiri bu sistemlerin toplumun bütününün çıkarlarını ifade ettiği iddialarının açıkça yanlış olmasıdır. Kararlar daima ‘’özel ellerde’’ aslında ulusal ve uluslar arası kapitalist şirketlerin ellerinde bulunduğu koşullarda gerçekleşir. Dolayısıyla vatandaşların çoğunun hayatlarıyla, geçim yollarını etkileyen başlıca kararlar, yasal olarak politik temsil etme sürecinin dışında alınır. Uzun mücadelelerle özgür konuşma, toplantı hakkı, adaylık hakkı, özgür seçim vb. kazanılmaya çalışılan haklar ‘’özel’’ şirketleşmiş para gücü tarafından sınırlanmakta ve ezilmektedir. Birçok insan özellikle bugün yaşanan bunalım koşullarında kimi çaresizlikten, kimi de işine öyle geldiğinden veya alınması gereken kararların karmaşıklığından ve uzmanlaşmış bilgi gerektiğinden bahsederek yaşanan sürecin irade ve çıkarlarının ötesinde olduğuna kendini inandırmıştır. Çünkü onlara bugüne kadar insanların bu kurumları ve süreçleri işletebilmek için yeterince bilgili, ilgili ve hatta yeterince akıllı olmadıkları söylenmiştir. Bu şekilde bilinen ve yürürlükteki süreçler alınan belli kararları engeller ya da perde arkasındaki mercilerin müdahalesi sonucu kaybolup gider. Bu durum o kadar yaygınlaşmış ve sistemli görünür ki zamanla herkesi umutsuzluğa sevk eder.

Toplumda yaygın güven oluşturmaya yönelik görüş piyasa ya da parlamenter demokrasinin var olan biçimleri ya da uygulandığı gibi ikisinin bileşiminin geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu sorunları çözeceği şeklindedir. Ancak çok sayıda insan bu sorunların nedeninin zaten piyasa ve eski tip demokrasinin bileşimi olduğunun ya da en azından böyle bir formülün bu sorunları önleme ve çözme gücünden yoksun kaldığının farkına varmaktadır. Böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini mevcut seçim sisteminden korumak ve bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapılıyor: Eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle.

Kapitalist demokrasi kader mi?

Parlamenter demokrasiyi bürokratik ve otoriter çözümlere yönelişe karşı çıkarmak, istenen ve anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak Parlamenter demokrasiyi otoriter biçimlerin karşıtı olarak soyutlamak doğru olmakla birlikte buradan yola çıkarak bu terimi başka demokratik eğilimlere de karşıt anlamda kullanmakta doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü yeni demokratik önerilere yol açan şey’’ parlamenter demokrasinin’’ kurumlarının içinde ve bu kurumların yanı sıra var olan bürokratik ve otoriter pratiklerdir. Gelişmekte olan genel krizin ölçeği şu değişimi kaçınılmaz kılıyor ya daha demokratik ya da daha otoriter yönde.

Günümüz dünyası, içinde yüzdüğü kargaşa ortamında sadece modern üretimin kolektif niteliğine uygun bir mülkiyet biçimi aramıyor, ayrıca kargaşa ortamının yerine rasyonel bir düzende getirebilecek bir yönetim biçimi arzuluyor. Burjuva parlamentarizminin verip verebileceği her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir demokrasi müsveddesinden başka bir şey değil. Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsedilen mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır. Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir.

Devrimci sosyalistlerin tehlikeli ütopyacılar olarak tanımlanması saf parlamenter anlamda anlaşılan siyasi demokrasinin zorunlu bir önlemi olarak ‘’karşılıklı bir hoşgörü’’ ile birlikte uzlaşmacı politikanın bir savunusuna dayanır. Temel adaletsizliği kabul eden bir mutabakatın ‘’demokratik kurumların istikrarı’’ için kaçınılmaz olduğunu varsayan uzlaşmacı politikaya göre herkes parlamento-seçim oyununun kurallarını kabul ederse toplumsal nitelikli kanunlar sonunda kapitalizmin temel kötülüklerini ve bürokratik devleti azar, azar yontacaktır. Bu görüşün gözden kaçırdığı şey, artan ölçüde bağımsız ve denetlenmez bir yürütme gücü tarafından desteklenen temel üretim ilişkileri ve siyasi ve toplumsal sınıf iktidarının yapısal karakteridir. İşte bu yüzden yönetici sınıflar ve devlet yöneltilen sistematik suçlamalara ve hemen ulaşılabilir sanılan reformlara direnç gösterip şiddetli misillemelere girişiyor. Şu gerçeğin bir kez daha altını çizelim: Demokratikleşme süreçleri özellikle bu sürece işçi sınıfı öncülük etmiyor ve kendi lehine düzenlemeler için süreçte aktif olarak yer almıyorsa asıl olarak bir burjuva politikası olduğu ve kapitalist hegemonyayı sağlamlaştırmanın bir aracı olarak iş göreceği, işçi sınıfına ve ezilenlere doğrudan ve kısa vadede bir fayda getirmeyen demokratikleşmenin gerçek bir demokratikleşme olmayacağı doğrudur. Bugün de adına demokratikleşme denilen sürecin sınırları girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz. Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bu da bize gerçek bir demokratikleşmenin (demokratikleşme ile sosyalizm arasına duvar çekmeye çalışan aşamalı devrim anlayışının aksine ) ancak aşamaları sürekli olarak sosyalizme doğru gelişen gerçek bir süreç yoluyla elde edilebileceğini gösterir.

Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte giden demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar.

Kapitalist rekabet ve kâr güdüsü hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını, işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal yardımların azalmasını gerektiriyor. Kapitalizme karşıyız çünkü bu toplumsal kötülüklere karşıyız. Nasıl bir parça hamile olunmazsa, bu ilişkilerde parça, parça değiştirilemez. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm bürokrasilere karşı ve demokratik olarak tanımlanan devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte olduğundan daha fazla hissediliyor. Uygulamaya geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Hiç yorum yok: