2 Mayıs 2011 Pazartesi

Kürt Sorununun Kürtsüz Çözümü

Hakkı Yükselen



Başbakan sonunda baklayı ağzından çıkardı: “Bu ülkede artık Kürt meselesi yoktur. Kürt kardeşlerimin meseleleri vardır. Kürt kardeşlerimi istismar edenler de vardır!” Evet, öyle İslamcı-ümmetçi falan da değil, son derece liberal bir bakış açısı! Kısacası, olmayan bir Kürt ulusal sorununun Başbakan’ın kafasındaki çözümü artık, tabii ki terörist falan olmamaları şartıyla, tek tek Kürtlerin sorunlarının çözümünün toplamına eşittir. Kürtlerin teker teker yararlarının toplamı ise bütün bir Kürt toplumunun yararına eşittir! Yani sorun toplumsal ve politik değil ekonomik ve bireyseldir; aştır, iştir, yatırımdır, kazançtır. Ekonomi mevzuunu ise BDP falan değil, ancak AKP iktidarı halledebilir; aynı Türkleri hallettiği gibi! Zaten liberal ve de ileri demokrasilerin temeli bireysel girişim özgürlüğüne dayanır; birey de özel girişimciden başkası değildir.


Kültür mevzuu ise zaten tamamdır. Öyle devletin resmiyetini ve milletin (Tabii, Türk milleti oluyor.) milli duygularını rencide etmeyecek bir biçimde ve onlara ortak falan çıkmadan, dillerini kendi özel alanlarında konuşup kültürlerini de düğünlerde türkü söyleyip TRT Şeş izleyerek ve yine bazı özel girişimler yoluyla yaşatabilirler. Demek ki, Başbakan’ın yukarıda alıntıladığımız açıklamasının ardından Blok adaylarına yönelik YSK vetolarının gelmesine şaşırmamak gerekiyor? Bu noktada AKP’nin doğrudan parmağının, yani maddi anlamda müdahalesinin olup olmadığını araştırma zahmetine girmenin hiç anlamı yok; ortada en “iyi” ihtimalle kendi siyasi çıkarları doğrultusunda alenen bir “manevi” azmettirme durumu vardır. Burada harekete geçen esas olarak “milli” bir devlet refleksidir. Unutmayalım, AKP’nin devletin öbür bölümleri ile arasındaki sorunlar, bilindiği üzere, göreli de olsa büyük oranda aşılmış ve memlekette var olan hemen her şeye nüfuz eden iktidarıyla Başbakan artık “Devlet benim!” deme noktasına gelmiştir! Bu durumda eğer kaçınılmaz biçimde “Kürt” olacaksa her şeyde olduğu gibi “Benim Kürdüm” olacaktır; yani Başbakan’ın ve onun vasıtası ile devletin Kürdü! Giderek hızlanan “otoriterleşme” sürecinin Kürt ayağı budur…

Taç Giyen Baş!

Karşımızda, geçmiştekilere nazaran çok büyük konjonktürel (ve elbette yapısal) avantajlara sahip de olsa nihayetinde milliyetçi-mukaddesatçı-neoliberal bir burjuva partisi ve iktidarı vardır. Üstelik kendine has toplumsal-siyasi mekanizmalarla büyük bir seçmen-taraftar kitlesini denetleyen bu iktidar, hemen her şeye nüfuz etme yeteneği ve gücüyle giderek otoriter bir karakter kazanmaktadır. Bu iktidar karşılaştığı sorunların cinsine, ihtiyaçlara ve o andaki toplumsal-siyasal koşullara göre bazen bir yönünün bazen de bir başka yönünü ortaya çıkararak hükümet etmektedir. Partinin ve temsil ettiği akımın daha iktidara gelmeden önce başlayan “akıllanma” süreci, “Taç giyen baş akıllanır!” atasözünde olduğu gibi artık tamamlanmıştır. Yani neoliberal AKP “devletleşmiş”tir. Tabii ki işin diyalektiği gereği devleti de AKP’leştirerek! Kabul etmek gerekir ki, AKP bu konuda yakın tarihimizdeki seleflerinden daha ötelere gitmeyi başarmış, uygun dünya konjonktürünü ve şartları iyi okuma yeteneğini de kullanarak ideolojik ve politik hegemonyanın cumhuriyet dönemine has geleneksel yapısına el atma cesaretini göstermiştir. Bu nedenle AKP toplumsal ve siyasal anlamda aynı sınıf çıkarlarına şaşmaz bir biçimde hizmet etmekle birlikte DP, AP ve ANAP’ın “ortalamasından” daha fazlasını temsil etmektedir. Ancak AKP de, Türkiye’de sağda ve solda yer alan unsurların kahir bir ekseriyeti gibi Türk milliyetçisidir; aynı yukarıda adını zikrettiğimiz selefleri gibi. Bu nedenle bütün o açılım-saçılım hikâyelerine rağmen soruna kaçınılmaz bir “Türk”, yani “millet-i hâkime” bakış açısıyla yaklaşmaktadır.

Önümüzdeki seçimlerde AKP’nin “bölgeye” asılmadığı veya seçimlere o bölgede “B Takımı” ile girdiği yolundaki iddialar eğer doğruysa, bu durum AKP’nin bölgeden “vazgeçtiğini” falan değil, Kürtlerin kendine yakın duran bazı kesimlerini kaybetmek pahasına Türklerin ve Türk milliyetçiliğinin çoğunluğuna oynadığını göstermektedir.



Türk Olsun da Çamurdan Olsun veya Malı Ucuza Kapatmak!

Hemen her konuda AKP’nin yaptıklarını “demokratik laik sosyal hukuk devleti” ilkelerine aykırı bulan diğer düzen güçleri (En Atatürkçüleri de dahil!) söz konusu Kürtler ve Kürt illerindeki muhtemel seçim sonuçları olduğunda açıkça veya el altından AKP’yi “Türk” bir alternatif olarak desteklemektedirler. Yani AKP Fırat’ın batısında “Atatürk düşmanı, dinci, şeriatçı, bölücü, Amerikan uşağı, emperyalist maşası, IMF bilmem nesi”, ama doğusunda kurtarıcı, milli birlik ve beraberliğimizin emanetçisidir. Kısacası Kürt, Türk’e layık görülmeyen her türlü musibete müstahaktır! AKP de düzen güçlerinin bu “güvenine” layık olabilmek için Kürt meselesinin PKK’siz ve BDP’siz “çözümü” için var gücüyle yüklenmektedir.

İmralı ile el altından görüşülebilir, resmen “bilinmeyen bir dil” olsa da Kürtçe’nin “sivil” ortamlarda konuşulmasında bir sakınca yoktur. Ancak sokakta eylem gücü olan, örgütlü, Kürtleri gerçekten siyasi temsil yeteneği olan ve dik duran hiçbir yapı muhatap alınmamalıdır. Çünkü ortada, “bazı ekonomik, sosyal, kültürel, eğitsel” vs. nedenleri olsa da, esasen “bazı dış güçler tarafından da kışkırtılan bir terör sorunu” olduğundan işin gerçek manada siyasi bir renk alması asla kabul edilemez! Aksi durumda, meselenin esasen siyasi bir mesele olduğuna dair tarihsel-evrensel gerçek kabul edilmiş sayılır. Amaç “malı ucuza kapatmak” olduğundan, konuyu fiilen gündeme getiren, mücadelesiyle bugüne taşıyan ve bireysel hakların ötesinde kolektif siyasi talepler öne süren ve özerklik talep eden güçlerin devre dışı bırakılması kaçınılmazdır.

Bu nedenle bugüne kadar Kürt ulusal hareketine yönelik kampanyaların temelinde hareketin “terörle” bağlantısı veya “şahinliği” falan değil, ana fikrini Türk milliyetçiliğinden alan bir tasfiye veya izolasyon planı yatmaktadır.

Peki, Kürt hareketinin başlıca örgütsel-siyasi unsurlarını tasfiye edip bazı iktisadi, sosyal, kültürel tedbirlerle sorunu gerçekten çözmek mümkün müdür? Buna inananların sayısı epeyce fazla olsa da böyle bir şey mümkün değil; çünkü siyasi basınç ve en önemlisi Kürt kitlelerin, bu son tezgâhta da kendini bir kez daha kanıtlayan eylem gücü ortadan kalktığında eşitliğe, adalete ve özgürlüğe dayalı bir çözüm konusunda zaten gönülsüz ve samimiyetsiz olanlar, işi iyice tavsatıp ipe un sereceklerdir. Artık asıl iş ABD ve AB’nin idare edilmesine ve halkın oyalanmasına dönüşecektir. Sonuçta bu yolla sağlanacak çözümler bir yandan “Abdülhamit devri reformları”nda olduğu gibi işi daha beter bir çıkmaza sokarken, öte yandan gelecekte daha kanlı bir mücadelenin de kapısını aralayacaktır.



Burjuva Milliyetçi AKP ve Hayatı Kürtlerle Paylaşmak

AKP, bütün “ümmetçi” görünümüne rağmen gerçekte İslamcı bir Türk milliyetçiliğinden başka bir şey olmayan “Milli Görüş” geleneğinden gelmektedir. Bu geleneğin “ümmetçiliği” esas olarak “Türkiye önderliğinde bir İslam âlemi” fikrine dayanır. Temelde burjuva milliyetçi bir bakış açısıdır. Başbakan’ın ve temsil ettiği akımın “Milli Görüş gömleğini çıkarma” iddiası ise genel olarak ulusalcıların zannettiği üzere “millilikten”, milliyetçilikten vazgeçişi değil, İslam da dahil bütün bu “milli değerlerin” neoliberalizm ve serbest piyasacılıkla harmanlanmasını ifade eder. Bu dönüşüm sayesinde hareket Anadolu taşrasının ve İslami “gettoların” kasvetli esnaf ve zanaatkâr ortamlarından çıkıp büyük sermayenin de desteğine mazhar güçlü bir iktidara ve en azından Ortadoğu çapında uluslararası bir “modele” dönüşmüştür. Yine bütün “Ulus devlet tasfiye ediliyor!” türü ulusalcı-sosyal yurtsever paranoyalara rağmen bütün iç ve dış hal ve hareketleriyle güçlü ve elbette kendi meşrebine uygun bir ulus devletin koruyucusudur. AKP’ye yönelik “vatan hainliği” suçlamalarının halkımız nezdinde tutmamasının bir nedeni de bu partinin milliyetçi ve ulus devletçi çizgisidir.

“Kürt açılımı” adıyla başlatılan “açılım” sürecinin kısa sürede “milli birlik ve beraberlik projesine” dönüşmesini bu milliyetçi bakış açısı bağlamında kavrayabiliriz. Hedef, Barzani ve Talabani’nin desteğini de saymazsak siyasi manada neredeyse “Kürtsüz” cinsinden bir çözümdür. ABD-Irak-Irak Kürdistan Yönetimi bir de Biz. Kısacası öyle kendi aramızda, baş başa; halksız, haksız, adaletsiz, eşitliksiz ve de tekinsiz bir çözüm. Hem de temelleri onca yıldır kimi devlet güçleri ve bağlantılı sivil güçlerce atılmış her türlü provokasyona açık, oynak, kaygan ve de faşizan bir zemin üzerinde.

Sıradan Türklerin, bunca aşağılanmışlıklarının adeta panzehiri gibi gördüğü “elinin altındaki Kürdü” ve elbette hayali de olsa “iktidarını” kaybetme korkusunu bir yana bıraksak bile gerçek iktidar sahiplerinin “üst düzey endişelerini yabana atmak mümkün değildir.

Sorun yalnızca “devletin, vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” veya Kürtlerin çekip gitmesi ihtimali değil, aynı zamanda “birlik ve bütünlüğün” muhtemel yeni biçimi; bu milli varoluş biçiminin “ekonomi politiği”dir! Yani bir şeyleri Kürtlerle paylaşmak zorunluluğudur. Kısacası anayasa maddesi haline gelmiş siyasi bir eşitlik ve kolektif haklar, hele ki “özerklik” türü çözümler iktisadi, siyasi, idari bütün alanları zorlar. Paylaşarak yaşamanın maliyeti, burjuvazi açısından bazen ayrılıktan beterdir!

Küflenmiş resmi ideolojimizin açık ve güneşli bir havada şöyle bir havalandırılması, sadece devlet mitolojimizin değil, burjuva egemen ideolojimizin de çivilerini yerinden oynatabilir! O zaman bu memleketin temel siyasi sorununun “askeri vesayetin” de ötesinde, büyük patronların egemenliği, kapitalizmin mutlak iktidarı olduğunu anlarız. Kolektif haklar ve özgürlüklerin yol açacağı özgüven, farklı bir uluslararası konjonktürde veya herhangi bir nedenden kaynaklanan gerilimli bir durumda, “federasyon” veya “bağımsızlık” türü, burjuvazi açısından “milli bir felakete” neden olabilecek taleplere de kapıyı aralayabilir. Kürt ulusal hareketinin ayrışmasıyla ortaya çıkabilecek, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun diğer emek güçleriyle ilişkiye geçebilecek devrimci sosyalist bir Kürt hareketi ihtimali de cabası. Bugünkü “hayal gücümüzle” çok uzak görünse de anayasal olarak kayda geçmiş göreceli bir eşitlik ve özgürlüğün egemen sınıflar açısından yol açabileceği ciddi milli ve toplumsal sorunlar vardır.

Bu memlekette, “milli meseleler” nedeniyle çok kan dökülmüştür. Yani konu, hassas bir konudur. Bu hassasiyet özellikle açılım, çözüm ve reform dönemlerinde çok artar. Osmanlının son yüzyılında reformun sadece sözünü ederek, ancak gerçekten reform yapmayarak Hıristiyanları öfkelendirmek; aynı anda da “Gâvurlar tepemize çıkacak!” diyerek Müslümanları kışkırtıp saldırganlaştırmaktan başka bir işe yaramayan yönetim anlayışı, “devlet yönetiminde süreklilik” ilkesi gereği, geçerliliğini bugün de korumaktadır. Unutulmaması gereken, AKP’nin de artık o sürekliliğin bir parçası olduğudur.



Özgürlük Eşitlik Kardeşlik!

Oysa Kürt halkının kazancı, Türk halkının emeğiyle yaşayan büyük çoğunluğunun da kazancı olacaktır. “Teklikten” yana oldukları halde sabahtan akşama kadar “birlik” nutukları çeken egemenlerin en büyük korkusu Türk ve Kürt emekçilerinin özgürlüğe ve eşitliği dayalı gerçek birliğidir. Onlar, bu birliği engellemek için şeytanın dahi aklına gelmeyecek yolları bulurlar.

İşlerin yoluna girdiği inancının çokça yayıldığı dönemler, aynı zamanda tehlikelerin de arttığı dönemlerdir; hele ki arabanın direksiyonu, malum güçlerin elindeyse.

Bugün “çözüm” mevzuunun dışında tutulmak istenen sadece Kürt halkı, Kürt emekçileri değildir; aynı şekilde Türk halkı ve Türk emekçileri de devre dışı bırakılmak istenmektedir. Oysa halkların, emekçilerin dahil ve müdahil olmadığı, destek vermediği “çözümler” sadece yeni ve belki de daha kanlı çözümsüzlüklere kaynaklık eder.

Anayasaya geçmiş hakların dahi fiilen hükmünün olmadığı bir memlekette, anayasaya geçmemiş veya “bireysel” kalmış hakların hiçbir hükmü olmayacaktır. O nedenle yarın bu ülkenin, hangi kökenden gelirse gelsin bütün emekçilerinin ağır ve kanlı bir bedel ödememesinin tek yolu, bugüne kadar olduğu gibi “teklik” değil, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını da son noktasına kadar tanıyan, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe dayalı gerçek bir çözümdür. Savaş gerçek anlamda ancak böyle bitecek; barış, ancak bu temelde, bir “ateşkes” olmaktan çıkıp gerçek bir barışa dönüşecektir. Ve bu barışın asıl teminatı başta Türkler ve Kürtler olmak üzere bu memleketin bütün emekçilerinin sınıfsal birliği ve ortak mücadelesinden başka bir şey değildir.

Elbette barış istiyoruz. Ancak “Barışın özgürlükle el ele yürümediği takdirde bir cinayet olduğunu”* da bilerek…



*Karl Marx, Türkiye Üzerine (Şark Meselesi)

Hiç yorum yok: