24 Mayıs 2011 Salı

Suriye’yi Şam’dan … Türkiye’yi Ankara’dan Yönetmek!

Hakkı Yükselen




Arap-Ortadoğu dünyasındaki devrimci ayaklanmalar ilginç bir durumu ortaya çıkardı. Medyadaki kimi köşe yazarlarının ve analizcilerin de kendi meşreplerine uygun bir biçimde vurgulayıp yorumladığı gibi, ayağa kalkan kitleler, emperyalizm ve Siyonizmden ziyade, öncelikli olarak kendi “öz ve milli despotları”, onların yönettiği polis devletleri, yani rejim aleyhindeki slogan ve talepleri dile getirdiler. Bu, geçmişteki “ekmek ayaklanmalarını” ve çoğu zaman biz sosyalistlerden bile habersiz gerçekleşen grevleri saymazsak alışılmışın dışında bir durum.
 Onca yıl çoğu zaman Filistin-İsrail sorunu ve İslam dünyasındaki emperyalist operasyonlara tepki bağlamında sokaklara dökülen, ABD’ye, emperyalizme, Siyonizme, Batı’ya, kâfire… tepkilerini dile getiren ve “gazları” biraz da böyle alınan yüzbinler, bu defa yaygın bir biçimde ve elbette şimdilik var olan bilinç ve örgütlülük sınırları içinde, kendi ekonomik, toplumsal ve siyasal taleplerini ileri sürerek ayaklandılar.



“Her Şeyin Başı Eğitim!”



Elbette bu kalkışmayı, Amerikan medyasında bile yer alan haberlere de dayanarak, ABD yönetimince de desteklenen kimi vakıflardan “demokrasi ve demokratik eylem” eğitimi alan, hatta yine “demokrasi” yolunda maddi destek gören kimi kişi ve kurumlara da bağlamak mümkün. Bu eğitimli unsurların kitle hareketleri içinde aktif olarak yer aldıkları iddiası (hatta gerçeği), isyanların Batı’nın kışkırtmalarıyla başlayan ve antiemperyalist karakterden yoksun komplo eylemleri olduğu sonucuna varmamızı da sağlayabilir. Yani eylemlerdeki “antiemperyalizm ve antisiyonizm” yokluğunu veya eksikliğini emperyalizmin oyununa dahi bağlayabiliriz! Bu bir bakış açısıdır.

Ancak bu “eğitimli” müdahale meselesi, en azından Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn örneklerinde kitlelerin Batı emperyalizmi, hatta İsrail tarafından desteklenen rejimlere karşı harekete geçmeleri bağlamında karmaşık bir hal almaktadır. Bu “demokrasi eğitimleri” muhtemelen Türkiye dahil, sistemle uyumlu veya uyumsuz, “demokrasi yokluğu veya eksikliği” sorunu yaşayan bütün “gelişmekte olan” ülkeler için söz konusudur. Ancak bu durum varoluşumuzu bile neredeyse ilahi bir komploya bağlama noktasına doğru giden komplo teorisyenlerinin ve bazı uluslararası ilişkiler uzmanlarının etkisine girmemize yol açmamalı. Her ne kadar “Sosyalist Blok’un” halk hareketleri neticesinde yıkılmasının ve ardından yaşanan reklam kokulu “renkli devrimlerin” yarattığı kuşku dolu ruh halinin etkisi altında olunsa da.

Her devrimci kalkışma bir noktaya kadar hemen her türlü muhalif unsuru içinde barındırır. En azından başlangıç aşamasında “saf” bir devrim yoktur. Devrimler, emekçi kitlelerin tarihsel görevlerinin bilincine varması ölçüsünde “temizlenerek” yollarına devam ederler. Unutmayalım, “Rusya 1905” bir anlamda Papaz Gapon tarafından başlatıldı! Ancak kitlelerin bilinç ve örgütlülüğü ve devrimci önderliklerin gücü ve kavrayışı oranında ilerleyip tarihsel bir anlam kazandı. Devrimlerin başarısı siyasi anlamda önderliklerin başarısıdır; ancak hiçbir önderlik kendiliğinden kitle hareketinin yokluğunda mucizeler yaratamaz. Siyasi, toplumsal ve devrimci olan her şeyin asıl “hammaddesi” kitle eylemidir. Harekete geçen kitlelerin her yöne gidebilme ihtimali, gerçekten ciddi devrimci önderlikleri olduğu gibi, emperyalizmi de hazırlıklı olmaya iter. Bu nedenle emperyalizm, açıkça destek verdiği, baskı güçlerini ve profesyonel katillerini eğittiği polis rejimlerinde bile, kitlelerin yarın öbür gün “devrimci maceralara” girişmelerinin önlenmesi ve değişimin kaçınılmaz bir hal aldığı noktada, bu değişimi denetim altına almak amacıyla “eğitilmiş demokratlar”, “profesyonel liberaller” yetiştirir. Aynı görev devrimci örgütlenmeler için de kaçınılmazdır: eğitilmiş devrimciler, sınıf öncüleri yetiştirmek. Elbette kitleleri yönlendirmek amacıyla… Bu nedenle kitlelerin despotlara karşı ayaklandığı hiçbir durumda, “antiemperyalist” olanları da dahil hiçbir mülahaza ile eylemlere katılmaktan ve bağımsız bir güç olarak kitle hareketinin önderliğini ele geçirme çabasından uzak durmamak gerekir.



Küçük Burjuvazi Tarih Sahnesinde



Yukarıda ismi geçen ülkeler bağlamında tavır almak biraz daha kolay olmakla birlikte, mesela Libya, Suriye veya İran gibi örneklerde işler biraz daha “çatallı” bir hal alır. Malum, adı geçen ülkelerin (Bunlara eski Mısır, Cezayir, bazı Afrika ülkeleri gibi örnekleri de ekleyebiliriz.) önüne uzun yıllar boyunca bazı sosyalist güçlerce “devrimci, sosyalist veya antiemperyalist” gibi sıfatlar konmuştur. Belirli bir tarihsel konjonktürde halkçı-millici-millileştirmeci modernleşme politikalarıyla emperyalist çarkın işlemesi açısından ciddi sorunlar yaratmış olan bu ve benzer “Arap sosyalizmi”, “Afrika sosyalizmi” veya “İslam sosyalizmi” örnekleri aslında “Bonapartist” birer küçük burjuva diktatörlüğü idiler. Bu ülkeler, dünya pazarından koparak bağımsız ve “özgüvene” dayalı ancak devrimci anlamda sınıfsal içeriği “belirsiz” bir kalkınma stratejisi öneren “üçüncü dünyacılığın” ve “bağlantısızlığın” seçkin örnekleri haline geldiler. Yönetici tabakanın küçük burjuva dünya görüşüne uygun olarak bir takım “sosyalizan” yanlarına rağmen özünde birçok çelişkiyle malûl modernleşmeci birer “milli” burjuva rejiminden, devlet kapitalizminden başka bir şey değillerdi. Ancak dönemin uluslararası dengeleri ve Sovyetler Birliği’nin varlığı bu rejimlere hem varoluşları, hem de iç ve dış politik çizgileri açısından özel bir karakter kazandırdı. Bu rejimler, kendi içlerindeki sosyalist hareketlere, bağımsız işçi sınıfı hareketine ağır bir baskı ve kontrol uygularken dönemin SSCB bürokrasisinin ve elbette kendi çıkarlarına uygun olmaları koşuluyla ABD ve Batı karşıtı devrimci-siyasi faaliyetlere dünya çapında destek verdiler, bu nedenle de “resmi” sosyalizmin memurlarının yanı sıra kimi devrimci hareketlerin destek ve sempatisini de kazandılar. “Soğuk Savaş”ın sona ermesi ve Doğu Bloku’nun çözülüp yıkılmasının ardından değişen uluslararası şartlarda bu rejimler yıllardır süren çürüme süreçlerinin de etkisiyle emperyalizmle “açık” ve geçmiştekinden çok daha yakın ve uyumlu ilişkiler geliştirdiler. Geçmişin küçük burjuva devrimci rejimleri, gelişim (veya çürüme!) süreçleri içinde ülkelerinin “milli(leştirilmiş) kaynaklarını ellerinin altında tutan, emperyalizmle, uluslararası mali sermaye ile ilişkilerin dozunu ve düzeyini ayarlama yetkisine sahip, iç ve dış bütün ekonomik faaliyetleri rüşvet, komisyon ve doğrudan mülkiyet yoluyla denetleyen, yurtdışı bankalarda özel hazineler yığan, yönetimin babadan oğula geçtiği birer “monarşiye” dönüştüler; elbette despotik polis rejimi karakterlerini daha da güçlendirerek.

Çürüme süreçleri içinde, bu tür rejimlerin emperyalist güçlerle zaman zaman yaşadıkları çatışmalar, uluslararası mali sermayeye karşı mücadeleyi, ulusal kaynakların ülke ve bölge halklarının denetimi altında tutulmasını, emekçilerin özgürlük ve refahını sağlamayı hedeflemelerinden değil, ülke zenginliklerinin denetimi, paylaşımı ve pazarlanması sorunundan kaynaklanmaktadır. Petrolün, hangi rejim tarafından yapılmış olursa olsun millileştirilmiş olmasıyla doğrudan uluslararası tekeller elinde olması arasında sosyalistler açısından elbette büyük bir fark vardır; ancak emperyalist müdahalelere karşı mücadele edilirken, gayrı meşru varlıklarıyla gerçekte emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatan bu despotik burjuva devletlerinin “antiemperyalizm” maskesi ardına saklanmalarına izin verilmemelidir.



“Empati” ama Kiminle?



Ortadoğu’daki (veya dünyanın herhangi bir başka yerindeki) bu tür rejimlere ilişkin tutum alırken, “empati” yapacağımız güç, bazıları “antiemperyalizm” iddiasındaki “hanedanlar”, yönetici sınıflar, generaller veya gizli polis şefleri değil, ezilen yoksul ve umutsuz emekçi kitleler olmalıdır. Kendimizi o ülkelerde yaşayan, işçi ve emekçilerin, kelle koltukta siyasi faaliyet sürdüren, nefes almaları dahi “muhaberatlar” tarafından izlenen ve kitle ayaklanmalarının içinde yer alan devrimci sosyalistlerin yerine koymak zorundayız. Mesele o zaman daha anlaşılır bir hal alır. Bu ülkelere yönelik “insani müdahale” iddiasındaki emperyalist saldırılara tereddütsüz karşı çıkmak ve emperyalizmin yenilgisi için mücadele etmek elbette devrimci bir görevdir. Ancak bu görev, bu ülkelerin gerici burjuva despotik rejimleriyle mücadelenin önüne bir engel olarak çıkmamalıdır. Çünkü halk desteğini kaybetmiş bu polis rejimlerinin varlığı bir yandan emperyalizm ve Siyonizmin bölgedeki gerici faaliyetlerine “demokratik meşruiyet” sağlarken, Ortadoğu emekçilerinin emperyalist saldırılar karşısındaki mücadele gücünü kırmaktadır.

Unutulmaması gereken, işçi sınıfının kurtuluşunun, küçük burjuva milliyetçiliğinin, Şam’dan veya Trablusgarp’tan yönetilen “antiemperyalist” bir burjuva-polis devletinin değil, kendi eseri olacağıdır



Küçük burjuva Antiemperyalizmi: “Her Şey Vatan İçin!”



“Antiemperyalist” küçük burjuva milliyetçi-devrimciliği elbette sadece Arap-Afrika dünyasındaki toplumsal mücadelelerin değil, bütün “Üçüncü Dünya”nın sorunu. Zaten Üçüncü Dünyacılığın kendisi de azgelişmiş kapitalist ülkelerdeki ulusal-toplumsal mücadelelerin içinde hemen her zaman hortlayan küçük burjuva devrimci ruhunun eseridir! Üçüncü dünyacılığın teorik temellerini teşkil eden çeşitli “emperyalizm ve azgelişmişlik” ve “bağımlılık” anlayışlarının, mücadelenin sınıfsal karakterini “karartırken” bu mücadele içinde açık veya gizli bir biçimde küçük burjuvazinin (aslında “milli burjuvazi”nin) ve elbette “milli güçlerin” konumunu “parlatmaları” bir tesadüf değildir.

Bu sınıfsal “karartma” mevzuu önemlidir. Küçük burjuva milliyetçi-devrimciliğinin bütün teorik ve pratik rolü bu “karartma” temelinde vücut bulur. Bu durum temel “tarihsel yanılgıyı” saymazsak herhangi bir kişisel veya politik hatanın değil, toplumsal-sınıfsal bir konumun neticesidir.

Bu nedenle, toplumsal hareketin temel dinamiği olan sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının rolü ikinci plana, tâbi konuma itilir. Emperyalizm - azgelişmişlik meselesi, ülkeler-devletler arası boyutuyla sınırlı, kapitalist dünya pazarı üzerinden “artık aktarımı” yoluyla gerçekleşen, bağımlılığın gerçek temelini oluşturan üretim ilişkilerinin esamisinin okunmadığı, yani neredeyse sınıflar ötesi, sadece dış dinamiklerle belirlenen tek yönlü bir ilişki olarak ele alınır. Böylece antiemperyalist mücadelenin ve bu bağlamda iktidar mücadelesinin, “vatan hainleri- vatanseverler” veya sınıf içeriği belirsiz bir “emperyalizm- halk güçleri” mücadelesine indirgenme imkânı doğar. Bu imkân aynı zamanda “normal” tarihsel şartlarda burjuvazi ve proletarya gibi temel toplumsal sınıflara tâbi ve bu nedenle bağımsız davranma yeteneğinden yoksun bir sınıf olarak küçük burjuvazinin çeşitli biçimlerde “aydınlanmış”, “kızarmış” veya “kararmış” bir kesimine siyasi olarak geçici bir özerklik, görece bağımsız davranma, denetim ve siyasi iktidar gücü sağlar. Bu durumda temel toplumsal sınıfları gerçek rolleriyle, en azından düşünce alanından kovmak veya onlara “millilik” dereceleri üzerinden tâli ve tâbi roller vermek kaçınılmaz olur.

Kabul etmek gerekirse tarih, bu konuda çeşitli küçük burjuva politik akımlarına, eğer sonuçlarını saymazsak, epeyce cömert davranmıştır! Sözünü ettiğim “cömertlik” elbette sadece Arap, Afrika “sosyalizmleri” veya “antiemperyalist-milliyetçi” rejimlerle sınırlı değil; bu gücün “faşizm”, “nasyonal sosyalizm” veya “otoriter” rejimler biçimini aldığı burjuva örneklerinin yanı sıra iktidarın işçi sınıfından gasp edildiği çeşitli “proleter” örnekleri de vardır.



Bir Boşluğun Eseri Olarak Küçük Burjuva Sosyalizmi!



Toparlayacak olursak, tarihte küçük burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çeşitli biçimler alan siyasi yükselişi veya iktidarı, esas olarak burjuvazi ve proletaryanın “yenişemediği”, politik ve toplumsal açıdan güçsüz olduğu veya militan bir tavır gösteremediği durumlarda mümkün olmaktadır. Küçük burjuvazinin bu boşluğun sağladığı ikbal ve saadeti, ikame bir “sosyalizme” dönüştürdüğü durumlarda ise, dünyanın genel durumuna göre sol kamuoyundan sağladığı destek ve sempati ne olursa olsun, bu “sosyalizmin” Marksist sosyalizmle, proletarya diktatörlüğü ile ilgisinin olmadığı açıktır. Sosyalizm, çeşitli küçük burjuva düşünce akımlarının gözünde esas olarak “bağımsız” bir kalkınma stratejisidir.

Bütün bunlara rağmen herhalde “kan çekmesinin” bir neticesi olarak, bu nevi küçük burjuva sosyalizmleri, en azından “antiemperyalist” veya Batı karşıtı söylem ve uygulamalarıyla, “proleterlik” iddiasındaki kimi siyasi önderlikler de dahil olmak üzere geniş kesimlerin teveccühüne mazhar olmuşlardır. Ancak bunlar içinde, sömürge sonrası dönemden başlayarak bugüne kadar, “milli kapitalizm”, “milli sosyalizm” veya “kapitalist olmayan” herhangi bir yoldan işçi sınıfı sosyalizmine geçmek bir yana “halkçı” karakterini ve “bağımsızlığını” koruyabilen herhangi bir örnek yoktur. Aksine bütün örneklerde, adeta garantili bir biçimde, giderek emperyalizmle yakın ilişkiler kurulmuş, kendilerinden çok şeyler beklenen milli burjuvaziler, uluslararası sermayeyle bütünleşmenin yolunu bulmuştur. Bu arada işçi sınıfına da devlete ve iktidardaki “bağımsızlıkçı” ve de “antiemperyalist” partiye bağlı sendikalarda her türlü bağımsız örgütlenme ve eylem hakkından yoksun bir biçimde “milli” güçlerden biri olarak “antiemperyalist” milliyetçi yönetici sınıfın ve giderek palazlanan milli burjuvazinin çıkarlarına teslim olmak düşmüştür.



Mal Mülk Peşinde!



Küçük burjuvazi özel mülkiyetin hafızasıdır! Küçük burjuva “devrimci” rejimlerinin, iktidarda oldukları toplumlarda, toplumsal yapının burjuva karakterini güçlendirmelerinin bir nedeni de budur. Bu sürecin, “bağımsızlık”, “millilik” veya “sosyalizm” gibi örtülerle gizlenmiş dahi olsa, bir devlet kapitalizmi biçiminde işlemesi temel toplumsal gerçeği değiştirmez. Aynı, iktidardaki partilerin “radikal”, “sosyalist” veya “devrimci” sıfatlarını taşımasının gerçek durumu değiştirmediği gibi. Bu tür “ara rejimler” sonuçta, dünya konjonktüründeki değişimin de etkisiyle şiddetlenen kendi iç çelişkilerinin kurbanı olurlar. Rejim, siyasi iktidar tekeline sahip olma hakkı ve bir takım ekonomik ayrıcalıklar ve haraçlar karşılığında destek verdiği milli burjuvazinin gelişiminin, yani yönetimdeki “hanedana” (buna tamamlayıcı unsur olarak ordu ve polisi de ekleyebiliriz) haraç ödemeden var olma, bazı “devrimci” engellerden kurtulma ve uluslararası sermayeyle daha “özgür” bir ilişki kurma talebinin önünde bir engele dönüştüğü ölçüde burjuvazi için de istenmeyen bir yüke dönüşür. Üstelik çürüme süreci içinde geçmişteki “halkçı” karakterini, dolayısıyla yoksulluk ve sefaletten bir türlü kurtulamayan baskı altındaki kitlelerin desteğini de kaybetmiştir. Ömrünün uzaması, emperyalizmle kurduğu ilişkilere ve ona ayak bağı olma derecesine, burjuvazinin işçi sınıfından duyduğu korkunun şiddetine, kapitalistlere daha büyük oranda sömürü imkânı sağlamasına, toplumun çeşitli kesimlerine dağıttığı rüşvetlere, ekonomik liberalleşme politikalarına, yoksullar arasında milli kaynakların yeniden emperyalizmin eline geçeceği korkusunu yayma başarısına, (ikili oyun!) rejimi ayakta tutan temel güçlerin uyumuna, gizli polis teşkilatının denetim gücüne ve “alternatifsizlik” derecesine bağlıdır.

Yukarıda, “Küçük burjuvazi özel mülkiyetin hafızasıdır!” demiştim; yani “taşıyıcılık” anlamında. Sınıfsal hafızanın bir ürünü olan bu özellik, elbette çeşitli türleriyle iktidardaki küçük burjuva devrimciliği için de geçerlidir. Bu yönetici tabakanın “hanedanlaşarak” ulusal servete kişisel mülk, aile mülkü veya kurumsal mülk (ordu, polis vb. baskı güçlerinin yürüttüğü ekonomik faaliyetler.) olarak el koyduğu örnekler çoktur. Ancak burada bu yönetici tabakanın başka bir türünden de söz etmek gerekir. Bir zamanların “Sosyalist Blok” ülkelerinde de yönetici tabaka, tarih sahnesine proletarya iktidarını gasp eden bir “işçi bürokrasisi” olarak çıktığı halde zamanla bürokratik ayrıcalıkları (Sadece idareci, bürokrat ve teknokrat konumuyla değil, maddi tüketim olanaklarıyla da.) ve devlet mülkiyeti üzerindeki denetim gücü sayesinde “bedensel ve ruhsal” olarak küçük burjuvaziye has toplumsal özellikler göstermeye başlamıştır. Önce miras hakkı olmadan denetlediği kamu mülkünü, “sosyalizmi” kendi elleriyle tasfiye etmesinin ardından, miras hakkına da sahip olduğu özel mülkü haline dönüştürmüştür. Çin bürokrasisinin ekonomik marifetlerini ise hep birlikte izliyoruz!



Proletarya Diktatörlüğüne Karşı…



Küçük burjuva (milliyetçi veya “ulusalcı”) devrimciliğinin önce belki sadece “bilinçaltında” var olan, iktidar imkânına kavuştuğunda da “bilince” çıkardığı bu özellikler onun proletarya sosyalizmine, Marksist sosyalizm düşüncesine karşı tarihsel konumunu da anlaşılır kılıyor. Yani bu toplumsal tabakanın, işçi sınıfının yerine başka güçleri ikame eğiliminin sıklıkla ve bazen son derece “devrimci” ve “haklı” gerekçelerle ortaya çıkması bir rastlantı değil. İşçi sınıfının tarihsel-toplumsal rolünün belirsizleştirilmesi veya “yurtsever milli güçler” kapsamına alınarak dışlanması da aynı kaynaktan beslenmektedir. Geri kapitalist ülkelerin şu veya bu biçimde, ama mutlaka bir nevi “sömürge”, yani koloni olarak ele alınmasının ve öncelikli mücadelenin “ulusal egemenlik” ve “ulus devletin savunulması” mücadelesi olarak tanımlanmasının nedeni budur. Bu durumda emperyalizmin asıl niteliklerinden soyutlanarak “şeytani” ve elbette “dışsal” bir kötülüğe dönüşmesi de kaçınılmazdır. Bu bakış açısı, aynı zamanda geleceğin “ileri” kapitalizminin (Yani daha ileri tekniklerle sömüren!) etrafında mayalanacağı sömürücü “milli” burjuvaziyi de temize çıkarmayı sağlar.

İçinde çok çeşitli eğilimleri barındıran küçük burjuva devrimciliğinin “Marksist-Leninist” kanadına göre ise, sıra henüz proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizm inşasına gelmediği için, işçi sınıfı, sırasını bekleyerek “milli burjuvazi” de dahil diğer bütün “milli sınıf ve tabakalar” gibi “milli kapitalizm” ve “ulusal bağımsızlık” aşamasının (ki, elbette geçici bir aşama olup bir sonraki adımda sosyalizme dönüşecektir!) gereklerine uyarak diğerlerine karşı gerekli “nezaketi” ve “sorumluluk duygusunu” göstermelidir. Kısacası bir devrimin ileri adımlarını belirleyen unsur işçi sınıfının bilinç düzeyi ve toplumun diğer emekçi kesimlerine önderlik yeteneği değil, kerameti kendinden menkul küçük burjuva devrimciliğinin “aşamalı” ve “vesikaya bağlı” tarihsel ve toplumsal kavrayışıdır. Tarih boyunca çok çeşitli biçimleri görülmüş olan küçük burjuva devrimciliğinin bütün bu çeşitlerini kapsayan ortak özellik, “Allah geçinden versin!” misali bir” işçi sınıfı sosyalizmi” korkusudur; çünkü bu, “iktidarını” kaybetmesi anlamına gelecektir. Küçük burjuva devrimciliğinin proletarya diktatörlüğünün önüne “ulusal ve demokratik” birçok engel koyması, bu direnişinin bir ifadesidir.



“Ankara, Ankara…”



Söze, “antiemperyalist” burjuva milliyetçi polis devletleri eliyle Suriye’nin Şam’dan, Libya’nın Trablus’tan (örnekler uzatılabilir) yönetilmesinden girdik, o halde “Türkiye’nin Ankara’dan yönetilmesi”nden çıkalım.

Türk milliyetçiliğinin “sol” kanadından (Bazen de kendisinden; çünkü artık yer yer ırkçılığa dönüşmüştür.) başka bir şey olmayan “ulusalcılığın” diğer bazı milliyetçi akımlarla da paylaştığı ve bir “sosyal yurtseverlik” biçiminde “proleter devrimci” saflara da sirayet etmiş olan başlıca hedefi “Türkiye’nin Ankara’dan yönetilmesi”dir. Bu sloganlaşmış hedef, siyasi modelini ve ideolojik temelini, 1920- 30’larda yaşandığı söylenen Kemalist “asrı saadet” döneminden alır.

Ancak Kemalist iktidar, ilk ve en devrimci haliyle, bu ülkede siyasi anlamda, küçük burjuva “Bonapartist” bir rejim olarak var olmuştur. Rejimin temel hedefi kapitalizmin gelişmesinin önündeki ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik engellerin kaldırılarak bir burjuva toplumunun kurulmasıydı. Elbette bağımsız bir biçimde, “Ankara’dan yönetilen”; büyük toprak sahipleri sınıfıyla ittifak halinde köylülüğü ezen; Kürtleri inkâr ve imha siyasetiyle asimile etmeye çalışan; işçi sınıfını, gerektiğinde askeri-polisiye önlemlerle korporatist-milliyetçi bir baskı altında tutan, “hâkimiyeti milliyeye” dayalı “inkılapçı” bir rejim olarak…

Rejimin bugünkü durumunu daha sonra zuhur eden “vatan hainlerinin” karşıdevrimci faaliyetlerine bağlamak isteyenlere naçizane tavsiyemiz Kemalizmin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” mitolojisini bir kenara bırakıp rejimin bugün olduğu gibi dün de geçerli olan sınıf karakterine bir göz atmalarıdır. Cumhuriyet, temel hedeflerine muvaffakiyetle ulaşmıştır.

Kapitalistleşme, Batılılaşma, modernleşme amacı gerçekleşmiştir; elbette yirminci yüzyılda, gecikmiş bir kapitalizmin ve burjuva “devrimciliğinin” elverdiği ölçülerde. Unutulmaması gereken, Cumhuriyet’i kuran küçük burjuva milliyetçi-devrimci kadroların başlangıçtaki sübjektif düşünce ve amaçları ne olursa olsun, kurdukları “sınıfsız toplum”, gerçek bir burjuva rejiminden başka bir şey değildi. Ve elbette her “bağımsız” burjuva rejimi gibi er veya geç uluslararası mali sermayenin dünya çapındaki ekonomik, mali, siyasi ve askeri egemenliğinin ifadesi olan emperyalizmle bütünleşmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle Kemalist “asrı saadete” yüz kere de dönülse, varılacak yer üç aşağı beş yukarı bugünkü yer olacaktır. Çünkü meselenin temelinde yöneticilerin niyetlerinin ötesinde üretim, mülkiyet ve sınıf ilişkileri yatmaktadır.

Bu nedenle, sosyalistlerin görevi, işçi sınıfını ezerek güçlenen bir devlet ve sermaye gerçekliği karşısında, burjuva “ulus devletin”, “ulusal egemenliğin” ve eski konumunu kaybeden geleneksel bürokrasinin dertleriyle dertlenmek değil, işçi sınıfının burjuvaziden bağımsızlığını sağlayacak bir mücadele hattını inşa etmektir. Emperyalizmin hâkimiyetinden kurtuluş, “çok büyük bir ihtimalle” kamu oyu yoklamalarına göre toplumda yüzde doksanlara ulaştığı söylenen “Amerikan düşmanlığı” ve buna dayalı bir “ulusal egemenlik mücadelesi” sayesinde değil, toplumsal-sınıfsal bir mücadele sayesinde olacaktır. Bir dizi Arap ülkesinde kitlelerin, içgüdüsel bir biçimde de olsa emperyalizm ve siyonizmle “gölge boksu” yapmak yerine öfkelerini kendi rejimlerine yönelmesinin bir anlamı olsa gerek!

Unutmayalım, asıl mesele bir ülkenin nereden yönetildiği değil, hangi sınıf tarafından yönetildiğidir…

Hiç yorum yok: