22 Mayıs 2012 Salı

Çerkeslerin Ermenilere yapılan soykırıma katılımına dair sorular/ Sarkis Hatspanian

Sarkis Hatspanian

“Kendi milletinin tarihini bilmek mutlu olmak için yeterlidir.”
Çerkes Atasözü

Elen düşünür Epiktetos “Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır” sözünü ne zaman söylemiş bilmesem de, ifade edilenin zaman aşımı olmayan fikirlerden olduğunu yaşam bize göstermektedir. İstanbul’daki dostlarım sağolsunlar, ben mahpusanedeyken sevgili Hrant DİNK’in bizlere yadigârı AGOS‘u birkaç ayda bir olmak üzere bana ulaştırmayı ihmal etmiyorlardı. Mahpuslukta basın-yayın postasının geldiği en çok beklenen o günler, bilgilenme açlığımın giderilmesine ayrılan, geceyle-gündüzümün karışıp da en az bir haftalığına uykusuz geçirdiğim zamanlara dönüşüyordu doğal olarak !
 Buna “Hatspanian kaç gündür piyasada yok millet, mutlaka AGOS’ları gelmiştir” diye düşünmeye alıştırdığım mahpusane mahkûmlarıyla beraber, 2×3 metrekarelik tecrit hücremin duvarında en şerefli yere sahip olan ve o duvardan, tüm o mağduriyet döneminin acı ve eziyetlerini benimle birlikte çekiyormuşçasına sessizce beni izleyen -bilen bilir- hep benimle olan Hrant’ın Marmara’ya açılıp da balık tuttuğu o güzelim resmi de şahitti.



Deniz kenarında doğma-büyüme olan bana, “artık denizleri olmayan” Ermenistan’ın bir mahpusane hücresine dahi girmeyi becererek denizin sularını getirmeyi beceren Hrant’a “ölümünden sonra bile” o kara günlerimde mavi sulara yelken açmamı sağlamış olmasından dolayı müteşekkirdim tabii ! Onun çok güzel 4 fotoğrafını bana daha mahpusluğumun ilk aylarından itibaren sıkça ziyaretime gelen Ermenistan Gugark Bölgesi Dini Lideri hısımım Sebuh episkopos Çulcuyan getirmiş ve bu ince davranışını da “okul arkadaşın sana zor günlerinde moral ve güç verir diye düşündüm” şeklinde açıklamıştı. Sebuh Srpazan sayesinde “o günden sonra Hrant’la bütün sorgulara da, mahkemelere de, bu mahpusaneden o mahpusaneye, bu hücreden öbürüne de hep beraber gidip-gelerek mahpusluğun üstesinden de geldik işte” diyebildim. Sonuç olarak, 5 yıldan beri sadece bedenen aramızda olmayan Hrant’ın katledildiği 19.ocak.2007 günkü AGOS gazetesinde yayımlanan “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı son yazısındaki “… gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?” anlatımına neredeyse % 100 uyan şahsımın son 23 yıllık Doğu Ermenistan biyografisiyle, vücudumun tüm hücreleriyle, 24 saat boyunca, hiç aralıksız ve derinden hissederek yaşadığım ruh halini yakından bilenler de “yol-daşlığımızın”şahididir ayrıca… Kendi tasavvuru olduğu halde, bana ait olmayan kelimelerle ‘beni benden daha iyi anlatan’ onun bu benzetmesi her aklıma geldiğinde yüzümde acı bir tebessüm belirir, elimde olmadan düşünceler denizine dalıp açılabildiğimce açılır, hiç yakalayamayacağımı bildiğim halde uzakların ufuklarına doğru kulaç atmamı sürdürürüm yine de… ve düşümdeki sonsuzluğun erişilmezliğine hayran olurum.



Böylesi acı bir gerçeğin psikolojik tüm ağırlığını omuzlamış, kelimelerle anlatılması imkânsız denecek kadar zor “uğruna ölümlere gidip-geldiğim” vatanımın mahpusanelerinde politik tutsak olarak zincirlenmiş bir diaspora Ermenisi oluşumun ne anlam ifade ettiğini herhalde “bir ben bilirim, bir de hücremin kalın demir parmaklı penceresinden silüetine bakakalarak yıllarımı geçirdiğim ağzı var dili yok” 2 bin 800 yıllık Erebuni Kalesi !



Hayat, hani dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren, ileride taşımak zorunda kalacağımız acılara “peşinen” ağlamakla başlıyor ya, sonra sadece “gülüyoruz ağlanacak halimize” şekliyle de devam ediyor, inanın ! Bu tabire bire bir uyan duygularla “zamanında Diyojen elinde gece feneri güpegündüz sokaklara düşerek adam aramakla ne kadar doğru etmişmiş yahu” diye derin bir acı hissederek mahpusanenin havalandırmasında günlerce deli-divane volta atmış olduğum onlarca sebeplerden birini bugün yeniden anımsayıp «Adaletin bu mu dünya?» diye tekrar kızıp-kudurmamın nedeni, Facebook sayfama AGOSWeb’ten ulaştırılan, 25.mart.2011 tarihli AGOS sayfalarında yayımlanmış ve benim cezaevinde olduğum zaman okumuş olduğum “Türkiye’deki Çerkeslerin önde gelen isimlerinden, Çerkes tarihi üstüne araştırmalarıyla tanınan araştırmacı-yazar Fuat Uğur ve Yaşar Güven adlı kişilerle yapılan bir söyleşi”yi (http://www.agos.com.tr/1915i-cerkesler-yapti-demek-yuzlesme-degil-inkrdir-1559.html)yeniden okuma bahtsızlığımdı.



***



Sözkonusu söyleşinin koskoca puntolarla atılan “1915′i Çerkesler yaptı demek, yüzleşme değil inkârdır” başlığından tutun da, “o zaman iktidarda olan İttihad ve Terakki katliamları ordusu üstünden gerçekleştirdi”ye, oradan “Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı”söyleminden “ama Ermenileri koruyup, saklayan Çerkes aileler de vardı”ya varan masumiyet (!) edebiyatı bana “tehlikeyi sezinlediğinde başını kabuğuna çeken kaplumbağa”yı anımsattı. Hele hele, buna bir de “bugün Fuat Uğur ya da Yaşar Güven’in birer Çerkes olarak ‘Ermenilerden Özür Diliyoruz’ kampanyasında imzası var ise zaten bu yüzleşmeye hazır, bu cesarete sahip Çerkesler de var demektir”i eklemeyi unutmasak da, içim “Yorumsuz” karikatürlere benzettiğim yukarıdaki söylemlerin suniliğini bir türlü sindiremedi gitti !…



L.Tolstoy’un “Af dileyen kendi kendini itham eder” diye çok anlamlı bir sözü varsa da, ben bu ithamın değer kazanma, yani insani-ahlâki ihtiyacının karşılanabilmesinde selameti Farabi’nin “Önce doğruyu bilmek gerekir; doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse doğruya geç ulaşılır”sözlerinin içeriğinde aramakta buluyorum yine de ! Bu bağlamda, hangi halktan olursa olsun, “T.C.” doğumlu olup da kendini aydın tanımlayan insanlardan birçoklarında ne yazık ki varolan en belirgin handikapın işte Farabi’nin bu “doğruyu bilmek” olarak formüle ettiği düşüncesinin o çevrelerce içselleştiril(e)meyişiyle ne denli doğrudan bağlı olduğunu görüyor ve o önemli engeli aşabilmenin tek yolu-yönteminin de yine Farabi’ye ait “Dosdoğru konuşun ! Kelimeleriniz güneşin ışığı gibi doğruca kalplerimize girsin” ahlâki öğüdünün bu insanlar tarafından ertelenmez bir görev olarak algılanıp, layıkıyla yerine getirilmesine bağlı olduğunu iddia ediyorum.



Sözkonusu çevrelerin insanlarından çok çoklarının Ermeni lafının edildiği hiç bir yerde doğru, dosdoğru, şöyle namuslu bir duruşuna maalesef şahit olamıyoruz. Ve kolay rastlanmayan bu tavrın temelinde bence, bu topraklara ‘at koşturarak gelen’ halkların şimdi bulundukları yerlerin gerçek yerlisi olmamaları, toplumsal hafızalarında hep canlı kalan göçmen olma sendromunu hâlâ taşımaları, yani her şeye rağmen buralara bir türlü “yerleşememeleri”, kendi kendileriyle “barışık olmayı becerememe” gerçeği yatmaktadır. Bunun en belirgin ve önemli bulduğum göstergelerinin başında, her soydan ve boydan insanın aydın geçinenlerinin bile Ermenilerin anavatanı Batı Ermenistan adı yerine, hiç belirgin olmayan Anadolu yahut ondan da kötüsü, çok muğlak bir sis perdesi ardına saklanarak, hemen herkesin diline neredeyse yapışkan sakız olmuş “bu coğrafya” tanımlamasını yeğlemesi dahi, onların daha en baştan “dosdoğru” olmaktan nasıl kaçındığını ve kaypaklığa saptığını gözlemleme bahtsızlığını yaşayan benim gibi yüzbinlercesinin yüreğindeki yarayı hem yeniden kanatıyor, hem de bu türden bir davranışta bulunanların 1915 mağduru mezarları bile olmayan milyonlarca Ermeni’ye saygısızlık ettiğini anlamaktan bile aciz olduğunu bence “dosdoğru” göstermektedir.



AGOS gazetesinin F.Uğur-Y.Güven çiftiyle yapmış olduğu söyleşiden edindiğim intiba, pek üzülerek söylüyorum ama, onların kendi tarihlerini bilmediklerini ve fakat bilmedikleri hakkında öylesine pervasızca fikir yürütmekten de hiç çekinmediklerini görmek oldu. Onlar, bunu yaparken ille de yüzyıllar önce Montaigne’nin ifade etmiş olduğu “Ne tuhaf: İnsanlar en az bildikleri şeyler hakkında en fazla fikir yürütürler” sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ispatlamak için biribirleriyle yarışıyorlarmış gibime geldi sanki… Bu söyleşi hakkında fazlasıyla öğretici olduğunu umut ettiğim sadece tek bir örnek üzerinde durarak, izninizle asıl söylemek istediğime varayım ve aşağıda parantez içinde sunacağım anlatımlardaki saçmalamaların açık ve net bir şekilde görülüp-anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışayım isterseniz.



***



Ama bunu yapmadan önce, mutlaka Çerkes ve Ermeni halkları arasında Kuzey Kafkasya dağlarında M.S. 11-12.inci yüzyıllarda başlayan, 15.inci yüzyıldan itibaren gelişen ve günümüze kadar da varolup süregelen iyi komşuluk ilişkilerini kaydetmek gereklidir. Bugün de Çerkes topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni, bu iki halk arasında hiç bir sorun yaşanmaksızın barış içerisinde birarada varolup yaşayabilmenin iyi bir örneğini sergilemektedir. Rusların “Bradyaga-Razboynik-Gravapitsi-Gortsi”/”Göçebe-Talancı-Kan içici-Dağlı” olarak tanımladığı Çerkeslerin “Zemledzelets-Skatavod-Trudalyubiviykh” yani “Toprağı işleyen rençber-Hayvan besleyen-Çalışkan”a dönüşmeleriyse yine pek yaygın Rusça bir halk deyimiyle “Etı byila blagadarya Armiyanam”/”Ermeniler sayesinde olmuştur” gerçeğinin tarihçesini bilmediğini sandığım bu ikilinin bir Ermeni gazetesiyle kıraathane sohbetlerine katılırcasına gayr-ı ciddi söyleşilerde bulunmasının işlenen bir gaf olmasından çok abesle iştigal halini hatırlatıyor olması düşündürücüdür. Konunun nesnel olarak irdelenmesi için onu bence, 1864 sonrası Tsarlık Rusyasınca işgal edilen anavatanları Çerkesya’dan zorla sürgün edilme mağduriyetini yaşamış olan Çerkeslerin, Kuzey Kafkasya’da yüzyıllarca yan-yana, iç-içe, dostane ilişkiler içerisinde bulunarak yaşadığı Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan soydaşlarına karşı gerçekleştirilen kanlı katliamlara görülmemiş bir barbarlık sergileyerek ve çok aktif katılmalarını anla(ya)bilmenin imkânsız olduğunu kaydetmek ve eleştirilerimizin haklılığını işlenen bu vahşete katılımın açıklanamazlığında mutabık kalmayı becererek temellendirmek zorundayız.



Bana göre bu muamma, Çerkes sürgünlüğünün 1864-1923 arasındaki 59 yıllık dönemini kapsayan zaman kesitinin çok detaylı olarak incelenip-araştırılması, karanlıkta kalmış bilinmeyenlerin en ince ayrıntılarına büyüteç altında bakılması, doğruların bulunması, bilinmesi ve varolan gerçekler hakkında herkesin bilgilenmesi yönünde yapılacak çalışmalar sayesinde ancak, o da sadece kısmen “anlaşılabilir” sanıyorum ! ICEBERG benzeri bu durumun, görülmeyen, karanlık kısmının aydınlanması dışında yapılacak hiç ama hiçbir şey, doğrudan yana tavır alıp, adaleti, hak ve haklıyı savunmak yerine, can çekişip-sürünmekte olan yanlışın suni teneffüsle yaşamını biraz daha uzatmaya çabalamak demektir ve bilinçli olarak sergilenen bu tür duruşlar bence, işlenmiş suçların tekrarlanmasına yeşil ışık yakmaktan başka bir işe de yaramazlar. Bu gerçeklikse bizlere bir kez daha F.Engels’in “Bir insanın kendisine sorması gereken öncül soru şudur; Gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim” sözünün haklılığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Sahiden de, Marx, Engels, Lenin, Mao gibiler tarafından yaratılmış sosyalist literatürle tanışık ve barışık yaşamış, insanlığın kurtuluşu ve geleceği hakkında temiz ideallere gönül vermiş olan sayısız insan, Ermenilere karşı işlenmiş bu insanlık suçuyla ilgili çok açık ve net bir tavır, onurlu bir duruş sergilemesi gerekirken, neden klasik “3 maymun”u oynamaya eşdeğer “bin dereden su getirme” misali kıvırmalarla “kedi pisliğini örter” türü tavır takınmalara yeltenerek kendi kendilerini kandırmayı denerler anlamak hiç mümkün değil, inanın ! Engels’in deyişiyle tüm bu insanların “kendisine sorması gereken o öncül soru; gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim” gerçeğinden sözkonusu Çerkes araştırma-incelemecileriyle yapılan AGOS söyleşisi örneğinde olduğu gibi onların fersah fersah kaçmayı ya da başını kuma gömen devekuşuna özenmeyi denemeleri ne kadar abes ise, gazetecinin ‘suça iştirakla ilgili’ sorusunu bir isnad olarak kabullenip, tehlikeli virajları zararsız-ziyansız geçebilme niyetiyle sundukları bazı ‘argümanlar’ da bir o kadar komiktir.



Gelin parantez içinde belirtilen bu argümanlardan birkaçına birlikte göz atalım isterseniz;



[..."Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı. Şimdi bu durumu bugün gündeme getirenler aslında şunu demek istiyor: 'Ermenileri Kürtler ve Çerkesler katletti. Beyaz Türkler masum.' Bu dürüst bir yaklaşım değil. Ben bir Çerkes olarak nasıl derim ki "Hayır, 1915'te Çerkesler yoktu", elbette diyemem. Keşke bir Çerkes subay çıkıp da 'Hayır, ben bu katliama katılmıyorum' deseydi, bugün onunla gurur duyardım. Ama şunu da biliyorum; o dönemde pek çok aile de Ermenileri ölümden kurtarmış, bunları okuyoruz. O zaman ben de şunu söyleyeyim; Çerkeslerin içinde de yapılan katliamlardan kurtarılan Ermeniler vardır. Kayseri ve çevresinde 1915'te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler var. Bu bize neyi gösteriyor; Katliamlarda subay olarak görev almış Çerkesler olduğu gibi, bu katliamlara karşı çıkan Çerkesler de olmuş demek ki... Çerkes subaylar Ermenileri katlederken, Çerkes aileler de komşularını, dostlarını kurtarmaya çalıştılar."]



Söylenenlerden ben şunu anlıyorum. İki çeşit Çerkes var; biri subay olan, diğeri olmayan… Subay olan Ermeni halkını katlediyor, subay olmayan ise koruyor. Subay olan Çerkes’ten utanılıyor, subay olmayanlarla övünülüyor, gurur duyuluyor. Hani durum, biri kötü, biri iyi, neredeyse bire bir eşitmiş gibi gösteriliyor, böyle bir anlatımın şahidi oluyoruz. Çerkes cephesinde görülen resim bu !…



Şimdi gelelim Ermeni cephesine; Katledilen, mezar yeri bile olmayan Ermeni ölüyor-yokediliyor, katledilmeyip de ‘kurtarılan’ Ermeni ise Çerkesleşiyor… Sonuçta, yani Ermeni, Ermeni olarak kalıp-yaşayamadığından yine yokoluyor, ama dini bütün bir müslüman Çerkes olarak hiç olmazsa ruhuna fatiha okunarak, mezar yeri belli oluyor ya, ne olmuş yani, bir problem mi var ? Gelin, varılan sonucu kaydedelim o halde; Çerkes cephesinde durum bir-bir, Ermeni cephesinde ise sıfıra sıfır, elde var sıfır ! İçinizde olur da “Fiziken katledilen Ermeniyle, fiziken katledilmeyen ama sonuçta yokedilen Ermeni arasında ne fark var peki ?” diye düşünenler olursa eğer, bunu soruya dönüştürüp, kendini Çerkes olarak tanımlayan Fuat Uğur’la Yaşar Güven’e yöneltiversinler lütfen !… Ancak, kendilerine yöneltilen bu soruyu yanıtlamadan önce birileri onlara Birleşmiş Milletler tarafından tanınan SOYKIRIM sözleşmesinde ne yazıldığını şöyle zahmet edip baştan-başa mutlaka okumalarını salık vermeyi de sakın unutmasınlar. Hatta, İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ ve ZAMAN AŞIMI OLMAYAN TEK SUÇ: SOYKIRIM tanımlamasının sadece 2.5 no’lu maddesini okumalarının bile sorulan sorunun yanıtını vermeye, yani pek gurur duydukları bu ‘kurtarma’nın «kendi gönülleri dışında etnik bir insan grubundan bir başka etnik insan grubuna dahil edilmeye mecbur edilme şartlarında inanç ve kimlik kaybına sebep olma» hallerinin de soykırım suçunu işleyip-gerçekleştirmenin affedilmez bileşenlerinden olduğunu öğrenmeleri için yeterli olacaktır. İzninizle ifade edilene bir ekleme de ben yapayım; eğer bu soruya cevap vermesi gerekecek bu Çerkes arkadaşlar, olur ya es kazara o“Kayseri ve çevresinde 1915′te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler”den olurlarsa, bence çok daha iyi de olur. Böylece aynı şahıslar nezdinde, 1915′te ölmüş Ermeni’nin daha sonra nasıl yaşayan Çerkes olduğunun, olabilindiğinin de canlı şahidi olmuş olur ve BM Soykırım sözleşmesi temelinde, 1915’e kadar Ermeni, o tarihten sonra Çerkes olan bir yerine iki acıya şahitlik yapması gerekecek tek bir insanla İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNEhep beraber yollanırız artık !



***



Ancak söyleşide söylenenlerin satır aralarında olup, belki de sadece biz Ermenilerce görülen ve araştırma-incelemeci Çerkes arkadaşlar tarafından her nedense‘söylenmeyenler’ beni bir insan olarak çok daha fazla rahatsız ettiğinden, sizinle aslında onları paylaşmak istiyorum.



Yukarıda parmakla gösterilircesine resimlenen iki çeşit Çerkes’ten biri, daha dün değil evvelki gün, yani 1864’te kendi anavatanı Çerkesya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edildiği halde, başka halkların anavatanındaki köy ve topraklara, oraların yerlilerine yaşatılan sürgünler, acı ve gözyaşı pahasına emrivaki iskân ettirilen ve bu devletin ordusu için taze kan olma özelliğine sahip olduğundan, asker bile olmadan hemencecik subay olan, diğeriyse öyle olmayan, ama o orduya ardı arkası kesilmeyen kadro yetiştirendir.



Bunlardan subay olan, 5 bin yıldan beri kesintisiz hep kendi atatoprağında yaşayan, üstelik Osmanlı tarafından da “millet-i sadıka” olarak kabul edilip-tanımlanan mazlum Ermeni halkının bebek, çocuk, kadın-erkek, genç, ihtiyar, masum sivillerini barbarca katlediyor, subay olmayan ise onlardan bazılarını koruyor, hatta bazen Çerkesleştiriyor. Subay olan Çerkesler, aynı orduda kendileri gibi subay ve asker olan Ermenileri, yani kendi meslektaşlarını sırf Ermeni oldukları için enselerine tek kurşun sıkarak katlediyor, böylece subaylığın da, askerliğin de namusuyla şerefini yerle bir ediyorken, bunu yapabildikleri, yani Osmanlı Yüksek Kapısının Ermenilere reva gördüğü acı sona yığınsal ve aktif bir katılımı sağladıkları için de eli kanlı iktidarın kendilerine ganimet niyetine bahşettiği “neo-millet-i sadıka” rolünü gönüllü olarak üstlenmeye razı olduklarını da gösteriyorlardı. Bu tesbit, Osmanlı iktidarlarının geleneksel olarak taşıdığı sınırsız bir vahşet ve görülmedik barbarlık karakteriyle çelişir özellikleri gözlemlenmeyen Çerkeslerin, hem padişahlık, hem de meşrutiyet dönemlerinde devletin varlığını böylesine kirli bir işlevi görmesiyle borçlu olduğu askeriyesinin en üst kademelerindeki yağlı pozisyonların ele geçirilmesini hedeflemelerinden dolayı, o güne kadar işlenmiş bütün suçlardan da daha korkuncu, daha insafsızcasıyla, daha ağırının işlendiği soykırım suçunun gönüllü ortağı olmaları karşılığında layık bulundukları ödüllendirmelere oldukça uygun, insana mahsus manevi değerlerden yoksun bir kimliği temsil etmelerini kanıtlıyor olması nedeniyle düşündürücüdür.



Dünyanın hangi ülkesinde devletin ordusunun kendi vatandaşlarına, askeri bir güç teşkil etmeyen, karşı safta bulunmayan sivil insanlara azılı bir düşmanmış gözüyle bakıp görülmemiş bir saldırıda bulunmasının başka bir örneği daha vardır bilmiyorum da, Ermenilere yapılan vahşetin çok az zaman sonra faşist Almanya tarafından Yahudilere de reva görüldüğü, yani tarihsel bir ilk gerçekleştirilerek, bir soykırımdan bir başka soykırımın fotokopisinin yapıldığı tüm insanlık tarafından bilinmektedir çoktan ! Ermenilerin katledilmesi için Ermeni olmanın dışında herhangi bir ölçüt olmadığından da, Ermeni asker, subay, memur, milletvekili, bakan, öğretmen, üniversiter, akademiker, müzisyen, din adamı, yazar, çizer, sanat ve zanaat adamı, zengin ya da fakir, amira, ağa veya işçi, köylü, emekçisi arasında hiç ama hiç bir fark bulunmayışı da işin kolaylaştırıcı tarafı olsa gerek ki, salt etnik aidiyet bu vahşeti gerçekleştirmek için yeterli sayılıyordu. Yani, Ermenilerin Çerkesler gibi iki çeşidi yoktu… tek tip elbise giydirilen ölüm mahkûmları misali onlar tek ve sadece TEK çeşittiler; ERMENİYDİLER !



Bu böyle olduğu için de Ermeni’yi katledenle, “kurtarıp” Çerkesleştirenler arasında nasıl bir fark olabilir, anlamak gerçekten mümkün değil ! Öyleki, AGOSsöyleşisi kahramanlarının Çerkeslerin bir çeşidi yüzünden utanma, diğer çeşidi sayesinde gurur duymaya hiç ihtiyaçları olmadığı gibi hakları da yoktur. Dahası, 1864′te Osmanlı’ya sürgün edilen Çerkeslerin, kovuldukları anavatanlarındayken dost ve komşu oldukları, uygarlık düzeylerinden istifade ettikleri tek halk Ermenilerdi ve bu ilişkinin yüzyıllarca süregelmiş bir geçmişi vardı. Üstelik, o zamanlara ait olan “bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır” halk sözünün haklılığı temelinde, bu iki halk arasında en azından 750-800 yıllık bir ”hatırı sayılırlık” da vardı. Osmanlı’da Çerkeslerin Ermeniler dışında yakınen tanıdığı, iyi bildiği, dost gördüğü başka da hiç ama hiç bir halk yoktu. Ermenilerin ne kadar barışçıl ve kim olursa olsun hiç kimseye zarar vermeyen, çalışkan, yaratıcı, ekmeğini taştan çıkaran, yetenekli ve uygar insanlar olduğunu her kim-kim, ama Çerkesler kendi adlarından da çok iyi biliyorlardı.



Acaip ve anlaşılmaz olan da zaten buydu işte ! 1864 sonrası geldikleri Osmanlı’da Ermenilerle yeniden karşılaşan bu insanlarla, onların evlatları sarmaş-dolaş olup da onlarla dost olacaklarına, 1894, 1896, 1905, 1909, 1912, 1915, 1918, 1920, 1922 ve 1923‘lerde elleri nasıl gitti de o masum insanları boğazlayıp-kestiler, kesebildiler, hamile kadınların karnında henüz doğmamış bebeği dahi süngüleyip-öldürdüler, çocuk yaşta kızların ırzına geçtiler, yürümekten bile aciz ihtiyarları diri-diri yaktılar-yakabildiler, anlayabilmek mümkün değildir. Ve bu anlaşılmazın açıklanması için ter döküp, çaba göstermek de herkesten önce sürgün mağduru olduğundan Osmanlı’ya göçen Çerkeslerin günümüz aydınlarına düşmektedir.



Bu, hem “Geçmişleriyle hesaplaşamamış halklar başkalarıyla barışamazlar” doğrusu, hem de “Cellat ile kurbanı, halk ve caniler arasında uzlaşma olmaz” diyen Arnavut asıllı İtalyan komünist A.Gramsci’nin sözlerinde ifadesini bulan gerçekliklere istinaden, onbinlerce Çerkes insanının alınlarına sürülen kara lekenin izlerini silmeyi denemenin de tek önkoşuludur.



Her halkın tarihinde varolagelmiş gelenek-görenekleriyle, taşıdığı değerlerin ulusal kimliğine yansımasının, örf ve adetler hazinesinin göstergesi olan değerli sözleri vardır. Sosyo-kültürel çok zengin değerlerin bize ulaşmasında halk sözleri bazen manevi öğütlerin asıl taşıyıcıları olduklarından, onlar sayesinde sözkonusu halkın düşünme ve yaşam biçimiyle, değer yargılarını yakından tanıma olanağına da kavuşuruz. Çerkes atasözlerinden birinde “Zora düşen düşmanın da olsa yardım et” der, ancak 800 yıl birarada dostça yaşadığı Ermeni halkının en zora düştüğü zamanlarda, bırakın yardım etmeyi, ona düşmanca davranmış olması tezatının herşeyden önce taşıyıcısı oldukları kendi manevi değerlerine ihanet olduğunun bilincinde olan Çerkes aydınlarına, yine onlara ait “Eski yolu ve eski dostu terk etme” sözünü hatırlatarak yazımı noktalıyor, Ermenilere yapılan soykırıma katılımlarına dair sorularımın yanıtlarını edinene kadar bekleyeceğimi bildiriyorum.

Hiç yorum yok: