24 Mayıs 2012 Perşembe

Kızıldere: Solun Geleneğinde Bir Dayanışma

Mahmut Balpetek

Şiddetin toplumsal ve siyasal hayatımızda işgal ettiği yer, tarih boyunca aydınlar ve muhalif dinamikler tarafından sorgulanmış olmasına rağmen azalmamış, aksine artan bir ivme kazanmıştır. Buna kaynaklık eden sınırlı ve sınıflı bir dünyanın hüküm sürüyor olmasıdır. Sınıflara ve sınırlara ayrılmış bir dünya, şiddetin olgulaşmasına ebelik eder olmuştur.

Teknolojik gelişme ile birlikte şiddetin yıkım gücü katlanarak artmıştır. Şiddet artık coğrafi engellere takılmadan kıtaları aşarak uygulanabilir olmuştur. Buna paralel olarak muazzam bir yıkım kapasitesine ulaşmıştır.


Öyle ki, sadece düşman ilan ettiği toplum ya da toplulukları değil doğayı da içine alan bütün bir küreyi tehdit etme gücüne erişmiştir. Bu dolayımladır ki, sınırlar aracılığı ile birbirinden ayrılmak zorunda bırakılmış, sınıflı dünya yapısı sadece insanlığa değil doğayı da içine alarak bütün canlılara düşmandır. Zira şiddet bu sistemin kendini var etmesinin, olmazsa olmazının adıdır. Bu bağlamda sol ontolojisi gereği şiddete karşıdır. Yani sol sorunların çözümünde başka olanaklar söz konusuyken şiddeti seçme eğilimine girmez. Bu onun doğasına aykırıdır. Ancak solun ilkesel duruşu karşılaşılan gerçeği göz ardı etmesini gerektirmez. Sorunları çözmek için egemenlerin bıraktığı başka yol kalmamış ise uygulanan şiddete karşılık vermek zorunluluğa dönüşür. Örneklendirmek gerekirse Ekim Devrimi esnasında egemenlere karşı uygulanan şiddet, karşı direnişin çerçevesi içinde çok sınırlı kalmıştır. Çarlığın devrilmesinin hemen arkasından Geçici Hükümetin de merkezi olarak görülen Kışlık Saray’ın ele geçirilmesi, Petrograt’ta ve Moskova gibi büyük şehirlerde denetimin sağlanmasında ortaya çıkan insan kayıpları onlarla ifade edilmektedir. Daha sonraki iç savaşta devrimi korumanın şiddet dışında yolu kalmadığından devrimden daha fazla şiddet kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Yeni kurulan Sovyet Hükümeti’ne karşı, Çarlık yanlısı Beyaz Ordunun ve ABD’den Japonya’ya, Fransa’dan İngiltere’ye kadar çok sayıda ülkenin katıldığı iç savaşta ki ölü sayısı on binleri bulmaktadır. Çünkü egemenler bunca kalabalık orduları ve muazzam silahları, kendi sistemlerini korumak için var etmişlerdir. Devrim durumunda da bunları amansızca kulanmışlar ve kullanacaklardır. Sol açısından bu tür durumlarda şiddet kaçınılmaz olduğu için meşrudur.

Bu genel doğrulara karşın dünyada ve özelikle Üçüncü Dünya Ülkeleri diye adlandırılan geri bıraktırılmış ülkelerde solun enternasyonal doğasına aykırı bir şiddet kulvarına girdiği gerçeğinin de hakkını teslim etmek gerekir. Aslında bu sekterlik durumu “soldan fazla Üçüncü Dünya solculuğunda ısrarın sonucudur” saptaması yapmak mümkündür. Bir nevi arkaik toplumların arkaik solculuğunun tezahürüdür bu durum. Üçüncü Dünya toplumlarında en basit sorunları bile şiddetle çözme eğilimi baskın karakterdedir. Bu karakter kısmen sol ideolojiye enjekte edilerek dominantlaştırılmıştır. Bu karaktere bir de dünya sosyalist sisteminin kutuplaşması ve ilişkilerinin sertleşmesi de eklenince sol, şiddet anaforuna bir zaman sınırında yenik düşmüştür,



Sol bu açıdan tarihi ile hesaplaşmalıdır. Sol, kendisini kuşatan toplumsal şartlara teslim olmuş ya da zaman zaman ona muhalifken ona benzeştiğini görerek, sorunu ele almak zorundadır. Özelikle sol ve örgüt içi şiddet şeklinde tezahür eden fiiller konusunda çok ayrıntılı bir biçimde tarihine ayna tutmalıdır.

Kuşkusuz bunu basit bir özeleştiri biçiminde geçiştirmemelidir. Bu fiilleri tekrarlamayarak bunu gerçekleştirme yolunu tercih etmelidir. Aslında solun yakın tarihine bakıldığında önemli ölçüde bunu gerçekleştirdiği görülecektir. Kalıcılaştırılması başarılmamış olsa da SBP, BSP, ÖDP tecrübeleri buna iyi bir sosyal laboratuar örneği teşkil etmiştir. Yetmişli yıllarda birbirlerine karşı şiddet kullanmakta beis görmeyen örgütler, aynı çatı altında yoldaşlık yaparak bu özeleştiriyi vermiş oldular. Daha da önemlisi ÖDP’nin ayrışması sürecinde şiddet eğimlinin baş gösterdiği anlarda bunun frenlenmesi veya önlenmesidir. Sınırlı sayıdaki şiddet kalkışması, her seferinde bir ana eğilim olma haline dönüştürülmeden boğulmuştur. Sonrası da, ayrılanların oluşturdukları örgütlerin ortak eylemler düzenleyebilmiş olmasıdır Yakın bir örnek ise iki TKP arasında uç veren şiddet girişimine birçok sol örgüt tarafından tepki gösterilmesi ve sol içi sorunların diyalog yolu ile çözülmesi gerektiğinin telkin edildiğinde buna size ne demek yerine itibar edilmesidir. Bütün bu olumlu gelişmelere karşın daha kat edilmesi gereken uzunca bir mesafe olduğu da gün gibi aşikârdır. Bu değişim, bu devinim sadece legal örgütler ile sınırlı değildir. İllegal sol örgütlerin de bu süreci bilinçli bir şekilde gündemleştirdiklerinin görülmesi gerekir. Bütün yaşamım boyunca bir kez söyleyeceksem bu durum için “yetmez ama evet “ demem mümkün.

Solun kendi tarihi ile bu ve buna benzer boyutu ile hesaplaşması solun kendi değerleri ile bu kürede yeniden buluşup kendini inşası anlamına da gelecektir. Bir tür dogmatik anlayıştan sıyrılıp, çağın gereği kurucu bir söylemi toplumla buluşturmaktır bunun özcesi. Solun bugüne kadar geçirdiği evrim bu potansiyeli barındırdığının örnekleri ile doludur. Türkiye açısından bu hesaplaşmanın adı birleşik sol bir bloğun(yada adını siz koyun) oluşmasının nesnel öncülerinin yaratılması anlamına gelecektir. Böylesi bir blok ancak Türkiye’de gerçek bir “ana” denilebilinecek muhalefet işlevi görecektir. Aksi halde ülkemiz iktidar denilen üç maymunun sirkine mahkûm kalacaktır. Sol böylesi bir vebale ortaklık yapma hakkına sahip değildir. Kaldı ki, solun tarihi de sadece hesaplaşacağımız kısmından müteşekkil bir tarih değildir. Hesaplaşacağımız kısım, sahipleneceğimiz kısım karşısında zerre kadardır.Ancak dünyayı değiştirme idealımızın bize yüklediği sorumluluklar nedeni ile tarihe farklı bir pencereden bakmak durumundayız.Bu tarih ve bizim sır çantamız bagajımızdır.biz bagajımızda olan bütünün bir kısmı ile hesaplaşmak durumundayız.



Bir an düşünelim ,bütün milliyetçiler kendilerini Kanuni’nin, Fatih’in ya da Yavuz’un torunları olarak görüp övünürler. Hiçbir milliyetçinin ben “Deli İbrahim’in torunuyum” dediğini gördünüz mü? Peki, soralım Deli İbrahim’in torunları kimlerdir?yoksa hiç olmadılar mı? O zaman fatih ya da kanunu Deli İbrahim Paşa’yı atlayarak bu torunları nasıl peydahladı.

Hiç kuşku yok ki,sol tarihine milliyetçilerden farklı olarak seçici değil bir bütün olarak bakar, bakmalıdır.

Tarihsel bağlam içinde bakıldığında Türkiye’de solun geçmişine düşen şiddet tohumları önemli ölçüde 70 yılların ikinci yarısı tarihlidir. Birkaç yıl öncesine gidersek, Deniz’ler asılmasın diye Mahir’ler ve İbo’lar hayatını feda etmekte bir an bile tereddüt etmemelerinin tarihte kaydı yok mudur? Böylesi bir dayanışmacı gelenek de sola ait değil midir? İnsanın kendi örgütünden olmayan birisinin kapitalizme karşı olmasını yeterli baz olarak görüp, onu idamdan kurtarmak için canını feda etmesi kadar asil bir davranış var mıdır? Yani solun tarih bağlacı anlatılmak istendiği gibi şiddet tarihi değil, aynı zamanda dayanışmanın özverinin tarihidir.

Solun, sol ve örgüt içi şiddet konusunda kendisi ile hesaplaşması ise raydan çıkmış tren lokomotifini yeniden rayına yerleştirip yol almak üzere, tarih sahnesine yolculuk etmesidir. Aksi halde 77 1 Mayıs anlatısında da olduğu gibi, trenin raydan çıkması momenti, solun kocaman tarihi olarak ya da sol içi şiddeti devletin devasa şiddetine eşitleyerek, topluma yutturma çabası güç kazanmış olacaktır. Sol tarihinin bir dönemlik olmadığını gösterme görevi ve sorumluluğu ile baş başadır. Hepimize kolay gelsin, hepimizin yolu açık olsun.

Hiç yorum yok: