11 Mayıs 2012 Cuma

Militarizm Muktedir Apoletsizin Apoletliye Verdiği Görevle Doğar

Ahmet Doğançayır

Militarizm yalnızca ordulara ait bir nitelik değil, tersine bu orduları egemenliğinin temel taşıyıcısı ve devamını sağlama aracı olarak belirlemiş kapitalist bir sistem ve düzenin niteliğidir. Militarizm ve devlet, kapitalist sistemin işleyişine uygun olarak kurumsallaştırılmıştır.

Apoletsiz Halit Narin


Apoletli Kenan Evren
Bu düzen içinde yer alan tüm unsurların yeri ve işlevleri belirlenmiş ve düzenin bir parçası olarak işlemesi sağlanmıştır. Ayrıca bugün militarizm hem emperyalizmin yayılma politikalarında hem de devletlerarası ilişkilerde mevcuttur. Hem emperyalist yayılma politikalarında hem de devletlerarası politik ilişkilerde belirleyici kavramlar korku ve kontroldür. Militarizmi var eden şey korkunun canlı tutulması ve bunun üzerinden üretilen güvenlik talebidir.
 Sistem devamlılığını sağlamak için korkuyu canlı tutmak ve devamlı bir düşman tanımlamak zorunluluğu duymaktadır. Dost- düşman belirlemeleriyle biçimlendirilen bir toplum yaratma ve toplumun kendisinden başka olana korku ve düşmanlıkla beslenmesi işinin ideolojik yönü milliyetçilikle tamamlanır. Milliyetçilik bir ideolojik çerçeve sağlaması bakımından militarizmin ideolojisidir. NEO-liberal emperyalist politikalar da özleri gereği milliyetçidirler ve her türlü milliyetçiliği militarist bir dünya düzeninin devamı için destekleyeceği açıktır.



Profesyonel ordular ve Emperyalizmin NEO- liberal politikalarında militarizm



Neo liberal politikaların uygulandığı dönemde ‘’Kamu yararı’’düşüncelerinin ve politik tercihlerin yerini piyasa kurallarının ve onlarla bağlantılı olarak özerkleşmiş teknolojinin hükümranlığı aldı. Bu şekilde ‘’yıkılması hedeflenen militarist tabunun’’ yerine piyasa bir alternatif tabu haline getirildi. Gerçi her ikisi çok güzel geçinebiliyorlar. Vuruş gücü yüksek, esnek, küçük profesyonel ordu yaklaşımı da neo-liberal çağın ordu anlayışı militarizmi yeniden üretme anlamını taşıyor.



Neo-liberal kapitalizm gerek “içte” gerekse “dışta” militarist politikaları öne çıkarıyor. Bütün toplumsal ve siyasal meseleler birer “güvenlik” meselesi olarak değerlendiriliyor. Bunun sonucunda hemen bütün dünyada iç güvenlik aygıtları büyüyor, ordulaşıyor. Dolayısıyla “imamın ordusu” başlığı altında tartışılan meselenin uluslararası bir boyutunun olduğunu atlamamak gerekiyor. Hemen, hemen bütün dünyada teşkilat ve donanım bakımından modernize edilmiş, teknolojik bakımdan yenilenmiş, bu bakımdan da muhalif olana çok sert müdahalelerde bulunan bir polis aygıtıyla karşı karşıyayız. Ezilen sınıfların varlığının bir güvenlik meselesi olarak görüldüğü, toplumsal muhalefetin her türlüsünün tehdit olarak görüldüğü bir dönemde giderek büyüyen özel güvenlik sektörüne, sözleşmeli erlerden profesyonel ve şirketleşen orduyla şiddetin özelleşmesi, anti militarist siyasal hattın ele alması gereken alanı bir hayli genişletiyor.



SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından, kapitalist dünyada tehdit algısındaki değişikliğe paralel olarak bu algıyla biçimlendirilen ordu modellerinin de değiştirilmeye başlandığını görüyoruz. Emperyalist ittifakın komünizm tehdidine karşı savaş örgütlenmesi olarak ortaya çıkan NATO da bu tehdit ortadan kalktığında yeni bir kavram benimsemiştir: vurucu gücü yüksek, profesyonel ordular! Bunun doğal sonucuysa, olağanüstü dönemlerde gerektiğinde devreye sokmak üzere, zorunlu askerliğin ortadan kalkmasıdır. Bu değişikliğin bir diğer nedeniyse kamu harcamalarında her alanda kesintiye giden burjuva devletlerin, iyi eğitilmemiş milyonlarca genci bir ilâ iki yıl arasında kışlada tutmanın maliyetinden kaçmalarıdır. Dolayısıyla ordular asker sayısı olarak küçülmekte, ancak yıkım araçları bakımından eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yetkinleştirilmektedir.



Türkiye de profesyonel ordu tartışmaları ordunun fiili, hatta kültürel, siyasal ağırlığını örtmekten çok daha önemli olarak piyasa toplumunun siyasal iktidar-ordu ilişkilerine dayattığı yeni mantık ve yaklaşım üzerinde tarafların zımni uzlaşmasını ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle ordu Cumhuriyeti koruma kollama amacına dayanarak kullandığı siyasal ağırlığını ne terk etmekte ne de azaltmaktadır. Sadece bunu fazla görünür kılmaktan vazgeçtiği anlamına gelmektedir. Bu uluslar arası kapitalist piyasa ekonomisi ve ABD hegemonyasının imparatorluk düzenlemesinin mantığı ve koşulları temelinde ordu ve AKP iktidarının yeni bir uzlaşma zemini bulduklarının işaretidir. Bu durum 1950de DP iktidarı ile asker-sivil zümre arasındaki uzlaşmayı hatırlatmaktadır. O uzlaşma tıpkı şimdiki gibi iç koşulların değil bir dış faktörün 2. Dünya savaşı sonrası kurulan ‘’yeni dünya düzeninin’’ zemininde oluşmuştu. 1950lerde rakip kampa yanaşmamaları için devletlere mali ve askeri yardımlar yapan ABD şimdi sahip olduğu rakipsiz gücü pekiştirmek ve devletleri kendi koyduğu kurallara göre düzene sokmaya kararlı bir tutum içindedir. ABD ‘’hizmet’’ talep etmekte, hizmetin bedelini kendi tayin etmekte, itiraz ve ret halinde ise tehditle yola getirmeye kararlı gözükmektedir. Gelinen noktada devletlerin askerleri verdikleri ‘’hizmet’’karşılığında döviz alacak, ‘’devletleri’’ de ABD yardım ve kredileri ile nemalanacaktır. İşte orduların birer ihraç malı olabilecekleri yönündeki sözler bu yeni dönemi ifade etmektedir. Bu şekilde ABD sadece kendi düzenini kurmakla kalmayıp ihraç malı ordulara da iş sahası Pazar yaratmış olacaktır. Bu şekilde işbirliği içindeki bir devletin bunu ‘’milli çıkarla’’açıklamasına ihtiyaç kalmayacaktır.



AKP’nin tüccar siyasetine dayanan hükümeti ve dünya pazarına veya fiilen ABD’ye güvenlik satmaya hazırlanan generaller bunu ‘’milli çıkar’ın’’doğrudan değilse bile dolaylı yoldan korunması diye sunabilirler. Göreve gönderilme anı geldiğinde ‘’milli menfaat’’,stratejik ihtiyaç gibi milliyetçi hamasetle ambalajlayabilirler. Ancak bunu yapabilmek için tüccar siyasetçi zihniyetin geçiş aşamasında henüz askerlik hizmetini bedelsiz veren veya bu görevi bir’’ bedelle’’ ödeyen-ödeyecek olan dini ve milliyetçi hassasiyetlere sığınmış yığınların oyuna ihtiyacı vardır. Asker-bürokrat seçkinlerle uzlaşmalarını pekiştirip kaynaşmaya başladıklarında, zorunlu askerliğin sağladığı katkıdan vazgeçip profesyonelleşmenin nimetlerinden yararlandıkça ABD de tüm maliyeti ödediği oranda bu milliyetçi söyleme ve hamasi ambalaj malzemelerine ihtiyaçları kalmayacaktır. 1950′lerdeki Kore savaşı ile oluşan uzlaşmanın belirleyeni ‘’kalkınma’’idi. Bu kez aynı işlevi Neo-liberalizmin siyaset-iktidar ve ordu gibi kurumlara dayattığı içerikler, görevler yerine getirmektedir. Bu koşullar altında kendilerini piyasa mantığı içinde tanımlayan her iki kurumunda uzlaşmanın yarar ve gereğini keşfetmesi zor olmayacaktır. Bu tanımlanan görev kendisi ve geleceğini ABD’nin merkezinde yer aldığı NEO-liberal kapitalist dünya pazarı çerçevesinde tanımlayan ‘’tüccar siyaset anlayışı’’ile o pazara ‘’güvenlik’’satmayı kurgulayan bir ordu anlayışı arasındaki paralelliği, örtüşmeyi somutlaştırmaktadır. Ordunun ve polisin özelleşmesinin ve parası olanların erişebileceği bir ‘’hizmet’’haline gelmesinin barbarca sonuçları olacağı tabiidir. Ama bu noktada kapitalizmin uluslararalılaşmasına paralel olarak bu sürecin araçlarından biri olan ‘’ulus devlete’’ sarılmak ne kadar yanlışsa, güvenliğin özelleşmesine karşı ‘’ulusal ordulara’’ sahip çıkmakta aynı şekilde yanlıştır.



Militarizme Karşı Mücadele sınıf mücadelesidir



Türkiye’de sosyalist hareket anti militarizm ve ordu meselesine uzun süre kayıtsız kaldı ve bunu faaliyetinin bir öğesi olarak değerlendirmedi. Anti militarist bir sosyalizm perspektifi, zaman, zaman dillendirilmiş olsa da, çok ciddiye alınan, uygulanabilir bir politik hat olarak tasavvur edilmedi. Kuşkusuz bunda 12 Mart öncesinin ‘’ilerici’’askeri darbe yanılsamaları,’’proleter devrimci’’düzeyine çıkarılan generaller ve ‘’zinde kuvvetler’’ yaklaşımına sonuçları açısından tepki duyan sosyalist hareket ordu ile ilgilenmeyi –buna haklı olarak Kemalizm eleştirisi de katıldığında-tamamen bırakmıştır. Alan neredeyse tümüyle faşistlere, ırkçılara gericilere terk edilmiştir.



Anti militarist bir mücadele ve eleştiri için karşımızda sadece bir generaller topluluğu olması gerekmiyor. Toplumsal sorunların tamamının bir asayiş meselesi haline getirildiği, şiddetin daha karmaşık reorganizasyonun söz konusu olduğu bir devirde eleştirinin birinci düzlemi askeriye/ordunun bir toplumsal örgütlenme ve politik iktidar yöntemi teşkil eden yönüdür. Bu eleştiri doğrudan doğruya orduya askeri faaliyetlere tekabül etmez; aksine, militarist ideolojinin asıl ordu dışı alanlarda ki nüfuzunu sorun haline getirir. Tutarlı bir anti militarist hat elbette ordunun siyasal karar alma mekanizmalarındaki etki ve gücünün sınırlandırılması, ortadan kaldırılması için mücadele yürütür. Ancak militarizmin bir sivilleşme meselesinden ibaret olmadığı, militarizmin sosyal, siyasal ve kültürel hayattaki bütün tezahürlerinin ortadan kaldırılması mücadelesi olduğu unutulmamalıdır.



Ekonomi-Politik değerlendirme anti-militarist eleştirinin olmazsa olmaz bir düzeyidir. Silah sanayi kapitalist sistemin yeniden üretiminde belirleyici bir faktördür. Kapitalist egemenlik sistemini tanımlamak için kullanılan ‘’askeri endüstriyel kompleks’’ teriminin miadı dolmuş değildir. Dolayısıyla militarist eleştiri kapitalizm eleştirisidir. Bu anti militarizm esas olarak “her türlü” ya da “nereden gelirse gelsin” şiddete değil, kapitalist bağlamda örgütlenmiş kapitalist devletin şiddet tekeline, ya da bir başka ifadeyle “halkın kendi kendisine karşı Silahlandırılması”na karşıdır. Kapitalist bağlamda şiddetin mevcut hâkimiyet ilişkilerini müdafaa ve muhafaza etmek maksatlı, örgütlenme biçimlerine karşıtlıkla tanımlanır. Bu gelenek açısından silahlanma ve militarizm kapitalizmin içsel bir dinamiği, bir fonksiyonudur; dolayısıyla da savaşa ve militarizme karşı mücadelenin sınıf mücadelesiyle bağı aşikârdır.



Göz ardı edilmemesi gereken düzey teknoloji eleştirisidir. Silah sanayi ve silah teknolojisi olgusu teknolojinin ve teknolojik ilerlemenin insanlık için bir tehdide dönüştüğü noktayı temsil eder. Bu bir yöntem olarak savaşın araçsız düşünülemeyeceğine dair bir uyarıdır. Biz savaşları ortadan kaldırmak istiyoruz. İnsan toplumu, sınıfların ortadan kaldırılmasına, devletin ortadan kaldırılmasına vardığında savaşlar olmayacaktır. Ancak savaşı ortadan kaldırmanın yolu pasifistlerden farklı olarak savaşa savaşla, karşı devrimci savaşa devrimci savaşla karşı çıkmaktır. Egemen sınıflar tarafından kendi çıkarları için sürdürülen savaşlar emekçi sınıflara korkunç fedakârlıklar yüklemektedir. Bu durum her ülkenin proletaryası için tek bir düşmanın kendisini ezen ve sömüren kapitalist sınıf olduğunu, her ülkenin proletaryasının kendi çıkarlarının öteki ülkelerin proletaryasına bağlı olduğunu ve ezenler ve sömürenlerin işbirliğine karşı ezilen ve sömürülenlerin işbirliğini çıkarmak gerekliliğini ortaya koymaktadır. İşte bu nedenle kapitalist yayılma siyasetinin tümüne olduğu gibi ordunun üstlendiği uluslar arası görevine karşı da açıkça tavır alınmalıdır. Askeri bürokrasinin eylem ve işlerinin parlamenter denetime tabi olmasını ve hesap vermesini istemek ‘zorunlu olarak’ anti militarist bir talep değildir. Hatta tersine birisi pekâlâ ‘’vuruş gücü yüksek ‘’ etkin ve saygınlığı artmış bir ordu özlemiyle ileri sürebilir bu talebi.



Anti militarizm bizde, daha çok siyasal alanda ordunun hâkim olması ve bu hâkimiyetin kırılmasıyla sorunun hallolacağı çerçevesinde değerlendiriliyor. Anti militarizm ya pasifizmle ya da siyasal karar alma mekanizmalarında ordunun güç ve etkisini kısıtlamaya dönük bir tutum olarak anlaşılıyor. Türkiye de sınıfsal özü bir tarafa bırakılarak devletin toplum içindeki çelişkiler konusunda ki yanlı konumu farklı tutumların doğmasına yol açıyor. Bu durum bizi özellikle liberal kesimin açıklamalarıyla karşı karşıya getirmektedir. Bu kesimler askeri darbeleri tek başına asker ve sivil bürokrasiye fatura ederek burjuvazinin bu müdahalelerdeki rolünü inkâr etmekte ve bu sınıfa demokratiklik payesi vermektedir. Burjuva partileri konusunda da aynı tutumlarını sergileyen bu kesimler burjuvazinin partileri olarak tanımladıkları (Geçmişte AP şimdi ise AKP’nin ) partilerin askeri darbelere karşı olduklarını, bu partilerin tamamlanmamış burjuva devrimini gerçekleştirmek istediklerini ancak önlerinin darbelerle kesildiğini iddia etmektedirler.



Öncelikle Türkiye de askeri müdahalelerin burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak çıkarlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Darbelerle herhangi bir şeyin tahkimi ve yenilenmesi olmuşsa bu burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki sorgulanamaz hâkimiyetinin yenilenmesidir. Burjuva partileri ile ilgili dayanakları da yanlıştır. Bu partiler çatışma dönemlerinde askeri yönetimlerle her an ortak bir zemin bulmaya ve uzlaşmaya hazır bir tutum takındılar. Sınıflar belirli anlarda belirli partilerden desteklerini çekebildikleri gibi, partilerde belirli koşullarda kendi yapılarını koruyacak tavırlar geliştirebilirler. Ama her durumda burjuva partileri temsil ettikleri veya temsil etmeye aday oldukları sınıfın çıkarlarının tanımladığı alanın dışına çıkmak istemezler. Manevraları hep bu alanın içinde kalır. İşte bu durum burjuva partilerinin neden demokrasi lafazanlığına giriştiklerini açıklar, hem de bu lafazanlığın her an uzlaşmaya hazır doğasını açıklar. Bugün yaşananlarda bunu doğruluyor. Her on yılda bir darbelerin olmamasından yola çıkıp Ergenekon operasyonuyla ordunun darbecilik damarının kesildiği, bu dönemlerin bittiği ve zaten Brüksel- Washington hattının da darbeleri desteklemediği düşüncelerine karşı şunlar söylenebilir: Bu tip müdahalelerin geçmişte yapıldığı ve daha da yapılacağı konusunda kimsenin şüphesi olmaması gerekir. Çünkü burjuva devletin biçimleri ezilen sınıflarla egemen sınıflar arasındaki güçler dengesine dayanır. Bu yüzden bu devlet biçimlerinden birinden diğerine geçişler siyasal krizlere rastlar. Böyle konjonktürlerde çelişkiler bir arada toplanarak sınıf mücadelesinin gelişme temposuna çeki düzen verirler. Diktatörlükler güç blok’u içindeki onarılamaz hegemonya krizine ve blok’un halk kitleleri ile ilişkilerinde baş gösteren aksaklıklara şifa olmak için ve egemen sınıfların onayıyla ortaya çıkar. Uluslararası aktörlerin de desteğini alır. Türkiye’de darbecilik esas olarak bir devlet siyaset anlayışından beslenmiş ve olağan siyaset yapma biçim ve yöntemi olarak bir idealizm ve erdem örtüsüyle kendisini meşrulaştırmıştır.



Militarizmi inceleyip değerlendirirken soruna sadece askerlerin toplum ve devlet hayatında daha nüfuzlu bir duruma gelmiş olmaları şeklinde bakmayıp daha derinlere inilmesi gereklidir. Toplumun siyasal, askeri ve ekonomik egemenleri arasında militarist bir ortaklığın kurulmuş olması demektir. Bu egemen sınıflar arasında bir çıkar birliğinin kurulması ve aynı amaçlar için bütünleşmesi demektir. Şiddetin örgütlenme biçiminin de kapitalist toplumun korunmasındaki, yani emekçi kitlelerin yönetici sınıflara iktisadî ve toplumsal bağımlılık durumunu sürdürmedeki rolü sınıf çıkarlarıyla bağlantılıdır. Hâkim sınıfların şiddet aygıtları üzerindeki egemenliği devam ettiği sürece gerçek anlamda bir demokrasiden ve militarizmin ortadan kalktığından bahsetmek mümkün değildir. Bu toplumda militarist zihniyetin topyekûn sorgulanması ve sonunun gelmesi gerçekleşmeden demokratikleşmeden söz edilmesi söz konusu değildir. Hâlihazırda, iktidarı ve muhalefeti ile burjuva kesimlerin militarizmle ciddi bir hesaplaşma derdi söz konusu değil. Militarizme karşı demokrasi mücadelesi adına militarist kimi öğelerin ortadan kaldırılması bugün için onlara ihtiyaç kalmadığındandır.



Zorunlu Askerlik Profesyonel Ordu ve Vicdani Ret



Zorunlu askerliğe reddiyenin demokratik denetime tabi ulusal orduların yerini böyle bir denetimden uzak paralı-profesyonel orduların almasını sineye çekmek anlamına geldiği ve hatta bu nedenle tamamen insan hakları manzumesi içinde değerlendirilmesi gereken vicdani retçiliğin liberal-militarizm tarafından araçsallaştırılmasına yol açması tehlikesi vardır. Felsefi, dini, politik dünya görüşünden dolayı bireysel olarak orduya katılmayan vicdani retçi bu eylemiyle kuşkusuz militarizm ve savaşın insanlık için yıkıcı tehdit olduğunun işaretini vererek olumlu bir rol oynamaktadır. O, bu eylemiyle orduların ortadan kalkmadığını muktedirlerin zorunlu veya profesyonel askerlik yöntemi yoluyla mağdur kitleler üzerinde silahlı gücü baskı aracı olarak kulandığını, darbeler yaptığını savaşlar çıkardığını bilmektedir. Şili’de seçimle iktidara gelmiş sosyalist Allende hükümetinin ordu darbesiyle yıkıldığı hatırlanmalıdır. Diğer yandan, sınıfsal mücadelenin olabilirliği ve lüzumu hakkında şüpheler besleyen liberter-anarşizan yönelimler de vardır. Ama aynı zamanda anti-militarizmin sosyalist- anarşist yönelişlerle dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğine dair fikirleri tavırları olduğunu biliyoruz. Ayrıca şu da hesaba katılabilir: Vicdani ret talebinin ve bu talep etrafındaki sosyal eleştirinin meşru varlığı, hem zorunlu askerliğe dayalı orduyu hem de onun ‘’profesyonelleşen’’ yönünü görece demokratikleştiren bir tesiri olacaktır.



Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki, Marksizm’in proletaryanın silah kullanmayı ve savaşmayı öğrenmesi gereğinden yola çıkarak savunduğu askerlik eğitimiyle, insanları sisteme uygun hale getirmek amacıyla belirlenmiş bir zorunlu askerliğin en ufak bir ilişkisi bulunmamaktadır. Emekçi kitlelerin uzun bir zaman dilimi boyunca, yaşamdan kopartılarak kışlada tutuldukları ve gerektiğinde karşı karşıya getirildikleri bir zorunlu askerlik hizmetinin savunulabilir bir tarafı yoktur. Militarizme karşı mücadele Marksistler için her daim sınıf mücadelesinin en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur ve bugün geçmiştekinden de büyük bir önem taşımaktadır. Ancak Marksizm’in militarizme karşı mücadele anlayışı, bu mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız olarak ve bireysel temellerde yürütülebileceğini düşünen anarşistlerden ve pasifistlerden tümüyle farklıdır. Militarizmi kapitalizme ait bir özellik olarak ele alan Marksizm’den farklı olarak, Anarşizm, militarizmi egemen sınıflar tarafından keyfi ve rastlantısal olarak yaratılan bağımsız bir olgu olarak görmektedir. Bunun sonucu olarak da, genel olarak kapitalizmi olduğu gibi militarizmi de, bireysel iradeleri tümüyle keyfi bir biçimde uyararak, yani bireysel yollardan yok etmeye çalışmaktadır. Onlar askerlik hizmetinin, silâhaltına girmenin bireysel olarak reddedilmesine büyük önem verirler. Kuşkusuz böyle bireysel eylemler kitlesel hareketler için işaret, belirti olabilir, ancak bundan daha ileri gitmezler. Oysa Marksizm, “militarizmin özüne ilişkin anlayışına uygun olarak, tek başına militarizmin eksiksiz biçimde ortadan kaldırılmasının imkânsız olduğunu düşünür: Militarizm ancak kapitalist toplumla birlikte ortadan kaldırılabilir.”Marksizm’in militarizme karşı propagandası, anarşizmden ve pasifizmin den farklı olarak, sınıf mücadelesinin propagandasıdır. Militarizme karşı mücadele dünyayı devletlerarası güç, strateji ve denge oyunu alanı olmaktan çıkarmayı hedeflemeli, özü itibariyle uluslararası olmalıdır. ‘’Militarist ruhun organik ayrışması ve zayıflaması işte devrimci Marksizm’in militarizme karşı mücadele yöntemi budur. Geriye kalan her şey bu amaç uğruna ikincil ya da üçüncül rol oynamaktadır.(K.Lıebknecht militarizme karşı sınıf mücadelesi s.99)’’. Bu ancak bugünden militarizme karşı ve ordu içindeki anti demokratik uygulamalara karşı mücadele verilmesiyle mümkün olabilecektir. Ayrıca askerlerin üniforma içindeki kent ve kır proleterleri olduğunu bilen devrimci Marksistler olarak ordu içinden gelebilecek herhangi bir gerici, faşist darbe girişimine karşı koymanın en önemli görevlerinden biri militarist mekanizmanın içinde de ona karşı mücadele etmektir.


Hiç yorum yok: