24 Ekim 2014 Cuma

AKP’nin ‘Çözümü’ Rojava’yı İşgal

Ahmet Doğançayır
Türk milliyetçiliğinin bütün bildik çeşitleri uzunca bir süre Kürtleri ‘’aslen Türk’türler’’ diyerek inkâr ederken, zımnen onları ‘’Türkleştirilebilir’ ’sayıyordu. Bir kaynaşma mümkün ve istenebilir görünüyordu. Ama bu eşitleyici gibi algılanabilecek yaklaşım Kürtlerin alt etnik köken olduğunu varsayan, kökenin unutturulması, reddi veya en azından gizlenmesi kaydıyla geçerlidir. Bu anlayış Kürt’ün Kürtlüğünü açıklaması ve hele bir de sahiplenmesiyle derhal ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya hazır bir tutum üzerinde kuruludur.
ypg
AKP de kurucu kadro ve omurgasının dini-muhafazakâr içeriği nedeniyle Türk milliyetçiliğini bu süzgeçten geçirerek içselleştirdiği için buna karşı çıkamaz.
İşte bu nedenle AKP’nin ‘’Kürt sorununa ‘’ yaklaşımı arada farklı tonlarda konuşma denemeleri olsa da esas itibariyle yerleşik devletçi çerçevenin içinde kaldı. Bunun en basit kanıtı Erdoğan’ın meseleyi geri kalmışlık ve bölgesel eşitsizlik noktasına indirgemesi, çözümü de ekonomik tedbirlerde gören beyanlarıdır. AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımının bir diğer ayağını Kürt siyasal hareketini etkisizleştirme ondan sonra da istediği şekilde ‘’kontrollü açılım’’ yapma politikası oluşturuyordu. Ancak Kürt hareketinin sergilediği dinamizm ve elde ettiği destek bu ‘’açılımı’’ hazırlayan/zorlayan en önemli faktörlerden biriydi.
Bu durum Kürt sorununun devlet katında sadece önceden belirlenmiş kelimelerle ve sınırları çizilmiş bir çerçevede konuşulmasına izin veren resmi-gayri resmi politika duvarının çökmesi anlamına geliyordu. Duvarın yıkılması ile Kürt sorunuyla ilgili söz söylemek birilerinin alanı olmaktan çıkmaya başladı. O güne kadar böyle bir alanın varlığı Kürt sorununun ‘’devlet sorunu’’ olmasının bir yansımasıydı. Bu sistemin siyasal aktörlerine Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarını resmi alanın hassasiyetlerine uygun bir şekilde ve bu alanın sınırları içinde kalarak yapmalarını dayatıyordu. Önemli bir hassasiyet de toplumun bu sorunla ilgili tartışma ve çözüm arama süreçlerine hiçbir şekilde katılmamasıydı. Sistemin büyük siyasi tarafları çalışmalarını mevcut hassasiyetlere uygun davranarak yürüttüler. Arada bir rapor hazırladılar. Ama sistemin hassasiyetleri gündeme geldiğinde bu raporları unutturma, hasır altı etme görevini büyük bir hevesle yerine getirdiler.
 Artık şimdi durum farklıdır. Kürt sorunu gerçek anlamda siyasallaşma yoluna girmiştir. Öyle ki artık siyasi aktörler bu konudaki görüşlerini sunmak zorunda kalıyorlar. Çünkü aksi durum siyaset dışı bir konuma savrulmak anlamına gelecektir. Kürt açılımının bir devlet projesi olduğu ama ortada detaylı, uzun vadeli alternatifli bir yol haritası bulunmadığı artık biliniyor. Böyle bir süreç stratejik hedefler yerine gelişmelere bağlı taktik adımlarla ilerleyeceğe benziyor. Kürt açılımı bir fikir olmanın ötesine geçmiş olmasına rağmen bu süreçte devlet, devlet bürokrasisi, AKP hükümeti, Abdullah Öcalan, PKK, DBP farklı yaklaşımlarla karşısındakinin atacağı adımlara göre refleks geliştirmek istediği de netleşmiş durumda.
Sonuç olarak başlangıçtan itibaren “AKP’nin Kürt açılımı” olarak hayli şatafatlı bir biçimde siyaset alanını dolduran başlığın, diyalog ve şiddet yöntemlerini birlikte kapsadığından söz etmek mümkündür. Diğer bir deyişle, AKP’nin bir yandan masada kalarak bir yandan da Kürt hareketine karşı saldırganlık göstermesi, bir çelişkiyi değil, AKP çözümünün ne olduğunu gösteriyor. Çünkü diyalog sözlerinin ve çabalarının en fazla olduğu dönemlerde bile, Kürt hareketine baskı ve sertlik yanlısı sözlerle saldırmak, esasında AKP’nin Kürt açılımının gerçek hedeflerini de işaret ediyor. AKP, Kürt hareketini masada tutmak ve diyalogu sürdürmek istese de, bununla beraber muhatabını masaya olabildiğince güçsüz bir halde oturmaya zorluyor. Yani çatışmalar, diyalogun sona erdiğini göstermiyor, aksine diyalogun sürdürüleceği koşulları oluşturmayı hedefliyor.
Son günlerde yükselen çatışma ortamı da, “AKP’nin Kürt açılımının’’ bu çerçevesinde değerlendirilecek özellikler gösteriyor. AKP başta anayasa, başkanlık sistemi ve Suriye konusu olmak üzere, birçok ‘’hassas’’ başlıkta Kürt hareketiyle teması sürdürmek, yani masadaki pazarlığın bitmemesini sağlamak istiyor. Fakat Kürt hareketinin güçsüzleşmiş, silahsızlandırılmış bir biçimde masada kalması için de çaba harcıyor. Bu anlamda, AKP’nin Kürt açılımı, Kürtlere yönelik artan baskılarla bir bütünlük ve uyum gösteriyor.
Türkiye hükümetinin, İŞİD çetelerine doğrudan ve dolaylı desteği, Kürt halkının ve önderliğinin varlığını yok etmeye veya silahsız teslim almaya yönelik politikanın bir sonucudur. Bölgede Sünni-İslam hâkimiyeti sağlanmak isteniyor. Ankara’nın bakışı, ‘önce Kürt sorunu halledelim, IŞİD’in işine sonra bakarız’ biçiminin ötesinde de amaçlar barındırıyor. IŞİD Suriye den silinse bile Irak da ve bazı İslam ülkelerinin bazılarında varlığını sürdürecektir. AKP hükümetinin Sünni egemenliğinde bir Orta Doğu politikası için IŞİD’e ihtiyacı var. IŞİD’in Türkiye de de varlığını sürdüreceği görülüyor İstanbul Üniversitesi’nde IŞİD’i protesto eden sol gruplara polisin gözü önünde eli sopalı, yüzü maskeli grupların saldırması hükümetin açık izni olmadan gerçekleştirilemez. Üniversitede yaşananlar, aslında Ankara’nın dış politikasının açığa çıkmasından başka bir anlam taşımıyor.
AKP yönetimi, bu şekilde çok kısa bir süre içinde ülke içi çatışmalı yılların zeminine rahatlıkla dönebileceğini, iç savaş dinamiklerini harekete geçirebileceğini göstermiş oluyor. Bu açından, AKP’nin masadaki muhatabını zayıflatmaya çalışması kadar, ele geçirdiği devlet aygıtını baskıcı ve yasakçı uygulamaları için kullandığı da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, “AKP’nin Kürt açılımının’’, Kürt halkına yönelik saldırı ve baskılarla bir arada yürümesini, yani açılımın şiddetle beslenmesini de bu zeminde değerlendirmek gerekli. AKP’nin siyasetin sivilleştirilmesi konusundaki iddialarının çöktüğü ve ülkenin 90’lı yıllardan çok daha fazla çatışmalı bir ortama sürüklendiği ortaya çıkıyor.
Ortak devlet aklı
Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde Kürt sorunu merkezi bir yere oturmaktadır. Sömürge karakterli bir şoven hegemonya peşinde koşan, bu arayışı stratejik amaç olarak yürüten bir anlayışın zaten egemenliği altında tuttuğuna özgürlük tanıması düşünülemez bile. Bu anlayışa göre, Türk olmayanlara düşen “Osmanlı-Türk hoşgörüsü ”nün verdiği “kısmi özgürlüklerdir’’. Bu çarpık “özgürlük anlayışı” bile aslında “idare edilemeyeceği düşünülenlere kerhen bahşedilmiş bir “ayrıcalık ”tır ve biat ettirmeye dayalıdır. Bu anlayış bugün pratikte, “Diyarbakır’ı kaybetmemek’’ için Musul ve Erbil’i de egemenlik alanları içine katmak” biçiminde işliyor. Davutoğlu dış politikayı doğrudan yürüttüğü süre içinde hep Kürtlerin mevcut konumlarının dışında ve ötesinde bir statü elde edememeleri için çalıştı. Güney Kürdistan’da ABD’nin “kırmızıçizgileri ”ne çarpınca geri adım atmak zorunda kaldı ve güçle, şantajla, havuç ve sopa politikalarıyla, ABD desteğiyle her türlü imkânı kullanarak Güney Kürdistan üzerinde baskı kurma mekanizmaları örmeye, bunları kurumsallaştırmaya çalıştı. Rojava’daysa, Kürtlerin haklarının ellerinden alınması için en saldırgan güçleri desteklemeye kadar gitti ve yolu IŞİD ve benzerleriyle buluştu.
Bu yaklaşımı Davutoğlu Tunus’ta yapılan “Suriye’nin Dostları Gurubu’nun toplantısında şöyle ifade etmişti: “Irak’ta yoktuk, Suriye’de varız.” Türkiye’nin Davutoğlu’nun yönetiminde Suriye’de ne aradığını ve bulduğunu görmek için IŞİD’e bakmak yeter. Unutulmaması gereken bir diğer noktaysa halen değerler üzerine siyaset yapılıyor olması yani Türk-İslam sentezinin bölgede sürdürülmesidir. Zaten ‘’Yeni-Osmanlıcılık’’ bunun bir devamıdır. Bu bağlamda bu politika bölgede sürecektir. Yani; her ne kadar BOP ’un iflas ettiği söylense de emperyalizm hedefine her geçen gün daha da yaklaşmaktadır. Suriye’de “eski” devlet aklı ile “yenisi”, Davutoğlu’nun stratejik derinlik ‘’mühendisliğinde’’  buluştu. Devletin, eskisiyle yenisiyle “ortak aklı”, “Irak’ta askeri güçle beslenen bir Türk varlığı olsaydı, bir generalin dediği gibi, orada, yani Güney Kürdistan’da, bırakın bir ‘Kürt Oluşumu’nu, ‘ot dahi bitmez’ olurdu” diye düşünmekteydi. Dolayısıyla eski yanlış tekrarlanmayacak, Kürtler için “ot bitmez” olsun diye Rojava’ya yüklenilecekti. Irak dersi buydu.  ”Kürt sorunu gündeme geldiğinde ‘’bu sorunu kökten çözmek için ele geçirilen fırsatın 2003 Martında geçtiği ama meclisin verdiği yanlış bir kararla bu fırsatın heba edildiğinin’’ aradan geçen on yıla yakın sürede her defasında Erdoğan tarafından ifade edilmesi AKP-Erdoğan iktidarının kimliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Sözünü ettikleri fırsat AKP yönetimi ve hükümetinin ABD’ye Irak işgalinde yer alacakları sözünün verilmesiyle doğmuş olmasıydı.”(Erdoğan/AKP Egemenliğinde savaş politkaları yazımdan)
Türkiye’deki Kürt sorununun merkezine alan otoriter düzeni sürdürme siyaseti, sonunda, kaçınılmaz olarak,  bölge çapında gözü dönmüş militarizm ile ittifakı getirdi. İçine sürüklendiğimiz yeni dönemde Başbakanın icraatlarını, görüntünün ardındaki bu özü kavrayarak izlemek gerekir. Gizli-açık hesapları ancak bu yolla gerçekçi biçimde değerlendirmek mümkün olabilecektir.
Kürt sorunu gündeme geldiğinde ‘’bu sorunu kökten çözmek için ele geçirilen fırsatın 2003 Martında geçtiği ama meclisin verdiği yanlış bir kararla bu fırsatın heba edildiğinin’’ aradan geçen on yıla yakın sürede her defasında Erdoğan tarafından ifade edilmesi AKP-Erdoğan iktidarının kimliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Sözünü ettikleri fırsat AKP yönetimi ve hükümetinin ABD’ye Irak işgalinde yer alacakları sözünün verilmesiyle doğmuş olmasıydı. Benzer bir ‘’fırsatın bugün yeniden doğduğunu tespit eden AKP verilen bu şansı iyi kullanmak istemektedir.  İşte Davutoğlu, eski ile yeninin ortak devlet aklı çerçevesinde, Suriye’de klasik siyaseti, tezkereye gerek kalmaksızın taşeron güçlerle yürüttü. Davutoğlu’nun ideolojik söyleminin parçalarından İslam, ümmet ve kardeşlik onun sınıfsal pozisyonunda, devlet pratiğinde bir de böyle ortaya konuldu.
AKP döneminde de Türk dış politikası geleneksel olarak, kendi özel amaç ve stratejilerine göre bir politika izleyemeyeceği, emperyalist devletler ve onların içinde oluşacak kamplardan birinin yanında onun çizdiği politikaya uymak olarak belirlenmiştir. Erdoğan’ın bir kez daha ifade ettiği gibi ‘’NATO’ya rağmen iktidar olunamaz’ ’sözü bu gerçekliğin kabulü anlamına gelmektedir. ABD’nin koltuğu altından ayrılmamak kalıcı ve uzun vadeli bir karardır. İran’a yönelik ambargo girişimlerine çekince koymak, İsrail’e tavır almak, Birleşmiş milletlerin politikasını eleştirmek gibi davranışlar aslında ABD karşısında önemini arttırmaya yöneliktir. Sovyet devrimi sonrası dönemin 1990larda sona ermesi Türkiye gibi devletlerin ABD’nin belirlediği sınırlar dâhilinde kısmen ‘’bağımsız’ ’dış politika izleyebildiği bir dönem artık geride kalmıştır.
       ‘Kore’ye asker gönderilme kararı alındığı DP yönetimindeki o dönem nasıl TC devletinin ABD/NATO yörüngesine resmen girişinin ve kabulünün başlangıcı olmuşsa, bugünde Suriye’ye karşı AKP hükümetinin çaldığı savaş davulları Türkiye’nin asli yerine, ikinci sınıf rolüne döndüğünün ilanıdır. Yeni uyarlama ile TC devletinin klasikleşmiş bulaşmama, özen gösterme politikası terk edilmiş oluyor. AKP’nin ‘’ustalık dönemi’ ’olarak adlandırılan döneminin başlaması ile birlikte Irak’ta Şii ağırlıklı hükümetle ilişkilerin değişmesi, eleştirilerini onun Şiiliğine oturtması, sınırları kaldırmaya varan dostane ilişkilerle başlayan Suriye ilişkilerinin rejimin diktatörlük olduğunun yanı sıra Alevi olduğunun yeni keşfedilmişçesine ilanı bu yeni dönemin ifadeleridir.
AKP-Erdoğan yönetimindeki TC devletinin politikası ABD-NATO’nun tanımladığı yeni rolün çerçevesine sokulmuştur. Bu çerçeve Türkiye’nin Suudi Krallığı ve Körfez Emirliklerinin bölgeye uyarlamak için uğraştıkları Suni-Alevi kutuplaşmasında taraf olmasını öngörmektedir. Bu ABD’nin lojistik desteği ile Suudi sermayesinin milyarlarca dolar akıtarak İran’a saldırttığı Irak suni Baas rejimine oynatılan rolün bir benzerinin Türkiye’nin oynaması istenmiş ve başarılmıştır. Bu başarıyı kolaylaştıran AKP ve Tayyip Erdoğan’ın suni tarafından olmasından çok, yaşanan ekonomik krize karşı taze kan sağlayacak Suudi ve Emirliklerin kasalarındaki dolarlardır.
Başbakan Erdoğan ve hükümet üyeleri, AKP kurmayları ve geniş bir medya ordusu tarafından Türkiye’nin artık bir bölge gücü değil, dünya gücü olduğunu dile getiriliyor. Bu sadece kendilerini inandırmak, ‘gaza getirmek’ için değil, aynı zamanda dayandığı ”orta sınıflar” ittifakını canlı tutmak amacıyla yapılıyor. ‘’Haklı olma’’ konumunu güçlendirerek politikasına meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor.’ (Erdoğan/AKP Egemenliğinde savaş politkaları yazımdan
Irak işgaliyle beraber ‘’İnsani müdahale’ ’kavramına dayanarak giderek yaygınlaşan bir yeni ‘’Savaş’ın haklılığı’’ stratejisi oluşturulmuş durumda. Bu propaganda merkezine ‘’Suriye de sivil halkın korunması’ ’ilkesini koyuyor. ’İnsani müdahale’’ gibi kavramların aslında gizlenmeye çalışılan yeni bir sömürgeleştirme politikasının örtüsü haline geldiği görülüyor. Bu yaklaşımı önce Irak sonrada Libya konusunda ileri sürenler bugün Suriye’ye askeri müdahale gereğini desteklemek için yeniden kullanıyorlar. Meclisten çıkartılan tezkere ile içerde muhalefete karşı elini güçlendirip başkanlık-yarı başkanlık yolunun açılacağı hesapları yapılırken, ABD/NATO’ya ‘’Sulhu salâh için cenge hazırım’’ mesajı veriliyor.
Çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist gücün hegemonyası altında olursa, olsun bir’ ’dünya düzeni’ ’değildir.
Erdoğan ve AKP kurmayları 2003 Mart’ında tezkere reddini kaçan bir fırsat olarak görüp bari şimdikini değerlendirelim deyip, buna bir de tarihin derinliklerini ve ecdat meselelerini kattıklarında şunu da dikkate almak zorundadırlar. Suriye de olası bir yabancı müdahaleyi ‘’kurtarıcı’ ’olarak kabul edecekler kadar ‘’işgalci’ ’olarak göreceklerin sayısının yakın olacağı kuvvetle muhtemeldir.  2003te ki Irak harekâtında işgal güçleri resmi Irak ordusundan çok Irak halkı tarafından nedense hiç düşünmedikleri şiddet ve yoğunlukta direnişle karşılaştı. Bugüne kadar on binlerce Iraklının, binlerce işgal devlet askerinin öldüğü  etnik ve mezhepsel topluluklar arası iç savaşın alanı haline getirilen manzara ve sonuçları ortadayken savaşın haklılığından, ‘’insani müdahaleden’’ bahsedenlerin dertlerinin aslında daha büyük stratejik derinliğe sahip, daha derin ve tarihi hedeflerinin olduğu anlaşılıyor.
Mücadele edilmesi gereken asıl mesele bu hedeflerin içeriğidir. Yaşanan gelişmeler emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisi doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç karışımıyla yer almayı hedefliyor.
AKP’nin Emperyalizmin desteğinde uyguladığı stratejinin sadece Kürdistanlarla sınırlı olmayıp tüm bölge halklarına yönelik bir strateji olduğu görülmelidir. Bu strateji sadece silahla değil, ekonomik ve sınıfsal dinamiklerle de işlemektedir. Yaşanan gelişmeler emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisi doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç karışımıyla yer almayı hedefliyor. Bu etkinliğin en önemli aracı olmakla birlikte en riskli alanı olan petrol ve su havzalarını birleştiren Kuzey ve Güney Mezopotamya politikaları aynı zamanda bu yeni stratejik konumda öne çıkarılması muhtemel olan Kürt ve Irak, Suriye meselelerini de kapsamaktadır.
AKP aslında Suriye’de ki Kürtlerin varlığına tahammül etmemektedir. ‘’Tampon veya güvenlikli bölge’’ kurma girişimlerinin arkasındaki amaçlardan biri de budur. Bu konuda Suriye ile savaşa karşı çıktığını söyleyen CHP Muhalefetinin Kürtlere karşı bir savaşa itirazı yoktur. Batılı ülkeler ve Türkiye’nin garantörlüğü altında kurulan önce özerk Kürt bölgesi sonra devleti güneyde de Barzani ve Talabani gibi liderliklere güvenini yitirmiş birçok Kürt’ün PKK ye katılmalarının önünü kesmek ve mevcut liderliklere güveni tekrar kazandırmak amacıyla oluşturuldu. Barzani ve Talabani eleştirisi ve anti-ABD söylemin güçlenmesi istikrarsız bir ortamın var olduğu orta doğuda PKK’nin istikrarsızlık içinde varlığını devam ettirecek güçlerden biri olma durumunu öne çıkarıyor. Kapitalist ilişkilerin bölgede yaygınlaşması ile birlikte yoksul ve dışlanmış Kürt grupları arasında PKK güçlenmeye devam edecektir. Suriye politikasıyla da amaçlanan sitemin ihtiyaçları ve dengeleri doğrultusunda hedeflenen bu ‘’pürüzleri’’ ortadan kaldırıp ‘’Arap baharından’’ sonra ‘’Kürt baharının’’ önünü kesmeye çalışmaktır.
Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. Bugün Orta doğu halkları ve emekçileri için tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’ ‘dünya düzeni’ ‘değildir.  Demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvazilere karşı, bir mücadeleden yana olmalıdır. Var olanları korumanın ve yeni mevziler kazanmanın tek yolu budur. Bu aynı zamanda  mücadeleye sunulacak en geçerli ve gerekli destek olacaktır. O nedenle demokratik haklar için birleşik ve kitlesel bir seferberliğin aynı zamanda Kürt halkının barış ve özgürlük talepleriyle dayanışma tutumuyla örülmesi şarttır.
Emekçiler, ezilenler bugünün şartlarında AKP’nin silahlı silahsız saldırıları ve tehditlerinin son bulması hedefini öne çıkarmalıdır. Savaş hazırlıklarını ve silahlı tehdit ve saldırıları durdurması gerekenlerin silah tekelini elinde tutan sömürücü sınıflar olduğunu öne çıkararak, emekçilerin ve ezilenlerin ancak kendi mücadeleleriyle, kendi güç birliği ve eylemlilikleriyle kazanıp koruyacakları mevzilerin kalıcı olabileceğini göstererek hareket etmek gerekir. Bu şartlarda proleterler ve ezilenlerin bir savunma çizgisine çekilmeleri en büyük hata olacaktır. Mevcut durumu istismar ederek mevzileri korumak ve yeni mevziler kazanmak üzere mücadele ederek AKP hükümetini geriletmek için, Kürt halkıyla dayanışma ve eylem birliği içinde olarak seferber olmak gerekir.
Emperyalizmin mekanik olarak Türkiye de ve bağımlı ülkelerde ki tüm sınıfları kaynaştırdığını düşünmek yanlıştır. Emperyalizm bu ülkelerin iç ilişkilerinde hayli kuvvetli bir güçtür. Bu gücün temel kaynağı yabancı sermaye ile yerli burjuvaziler arasındaki ekonomik ve politik bağdır. Bu anlamda emperyalizme karşı devrimci mücadele, sınıfların politik farklılaşmasını zayıflatmaz tersine güçlendirir.  İşçileri ve köylüleri emperyalizme karşı harekete geçirmek ancak onların temel ve en yaşamsal çıkarlarının kapitalizme karşı ülkenin toplumsal kurtuluşu hedefiyle bağlantısını kurmakla mümkündür. Gelişmeler ezilen halkların ve emekçilerin kurtuluşunun sınıf mücadelesinin ılımlaştırılmasıyla, grevlerin ve kitle hareketlerinin frenlenmesiyle, özgürlüğün kitlelerin iyi tavırlarından dolayı emperyalist cömertlik şeklinde elde edileceğinin düşünülmesiyle sağlanamayacağını göstermektedir. Bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir.
Emperyalist-kapitalist sistemden kopuşun, gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi emperyalizmle kader birliği yapan burjuvazilerin değil emperyalist ittifaktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda burjuva devriminin görevlerinin kaderi de sosyalizme bağlanmıştır. Yaşanan deneyler göstermiştir ki Diktatörlerin ve başka sömürgeci güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin egemenliği altında kaldılar. Emperyalist boyunduruktan kurtuluş, mücadelenin proleter devrimin devlet anlamında cisimleşmesi demek olan Sovyet cumhuriyetleri federasyonuna evrilmesiyle gerçekleşecektir.

Hiç yorum yok: