Ahmet Doğançayır
Türk
milliyetçiliğinin bütün bildik çeşitleri uzunca bir süre Kürtleri
‘’aslen Türk’türler’’ diyerek inkâr ederken, zımnen onları
‘’Türkleştirilebilir’ ’sayıyordu. Bir kaynaşma mümkün ve istenebilir
görünüyordu. Ama bu eşitleyici gibi algılanabilecek yaklaşım Kürtlerin
alt etnik köken olduğunu varsayan, kökenin unutturulması, reddi veya en
azından gizlenmesi kaydıyla geçerlidir. Bu anlayış Kürt’ün Kürtlüğünü
açıklaması ve hele bir de sahiplenmesiyle derhal ötekileştirmeye,
düşmanlaştırmaya hazır bir tutum üzerinde kuruludur.
AKP
de kurucu kadro ve omurgasının dini-muhafazakâr içeriği nedeniyle Türk
milliyetçiliğini bu süzgeçten geçirerek içselleştirdiği için buna karşı
çıkamaz.
İşte bu nedenle AKP’nin ‘’Kürt sorununa ‘’ yaklaşımı arada
farklı tonlarda konuşma denemeleri olsa da esas itibariyle yerleşik
devletçi çerçevenin içinde kaldı. Bunun en basit kanıtı Erdoğan’ın
meseleyi geri kalmışlık ve bölgesel eşitsizlik noktasına indirgemesi,
çözümü de ekonomik tedbirlerde gören beyanlarıdır. AKP’nin Kürt sorununa
yaklaşımının bir diğer ayağını Kürt siyasal hareketini etkisizleştirme
ondan sonra da istediği şekilde ‘’kontrollü açılım’’ yapma politikası
oluşturuyordu. Ancak Kürt hareketinin sergilediği dinamizm ve elde
ettiği destek bu ‘’açılımı’’ hazırlayan/zorlayan en önemli faktörlerden
biriydi.
Bu
durum Kürt sorununun devlet katında sadece önceden belirlenmiş
kelimelerle ve sınırları çizilmiş bir çerçevede konuşulmasına izin veren
resmi-gayri resmi politika duvarının çökmesi anlamına geliyordu.
Duvarın yıkılması ile Kürt sorunuyla ilgili söz söylemek birilerinin
alanı olmaktan çıkmaya başladı. O güne kadar böyle bir alanın varlığı
Kürt sorununun ‘’devlet sorunu’’ olmasının bir yansımasıydı. Bu sistemin
siyasal aktörlerine Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarını resmi alanın
hassasiyetlerine uygun bir şekilde ve bu alanın sınırları içinde kalarak
yapmalarını dayatıyordu. Önemli bir hassasiyet de toplumun bu sorunla
ilgili tartışma ve çözüm arama süreçlerine hiçbir şekilde
katılmamasıydı. Sistemin büyük siyasi tarafları çalışmalarını mevcut
hassasiyetlere uygun davranarak yürüttüler. Arada bir rapor
hazırladılar. Ama sistemin hassasiyetleri gündeme geldiğinde bu
raporları unutturma, hasır altı etme görevini büyük bir hevesle yerine
getirdiler.
Artık
şimdi durum farklıdır. Kürt sorunu gerçek anlamda siyasallaşma yoluna
girmiştir. Öyle ki artık siyasi aktörler bu konudaki görüşlerini sunmak
zorunda kalıyorlar. Çünkü aksi durum siyaset dışı bir konuma savrulmak
anlamına gelecektir. Kürt açılımının bir devlet projesi olduğu ama
ortada detaylı, uzun vadeli alternatifli bir yol haritası bulunmadığı
artık biliniyor. Böyle bir süreç stratejik hedefler yerine gelişmelere
bağlı taktik adımlarla ilerleyeceğe benziyor. Kürt açılımı bir fikir
olmanın ötesine geçmiş olmasına rağmen bu süreçte devlet, devlet
bürokrasisi, AKP hükümeti, Abdullah Öcalan, PKK, DBP farklı
yaklaşımlarla karşısındakinin atacağı adımlara göre refleks geliştirmek
istediği de netleşmiş durumda.
Sonuç
olarak başlangıçtan itibaren “AKP’nin Kürt açılımı” olarak hayli
şatafatlı bir biçimde siyaset alanını dolduran başlığın, diyalog ve
şiddet yöntemlerini birlikte kapsadığından söz etmek mümkündür. Diğer
bir deyişle, AKP’nin bir yandan masada kalarak bir yandan da Kürt
hareketine karşı saldırganlık göstermesi, bir çelişkiyi değil, AKP
çözümünün ne olduğunu gösteriyor. Çünkü diyalog sözlerinin ve
çabalarının en fazla olduğu dönemlerde bile, Kürt hareketine baskı ve
sertlik yanlısı sözlerle saldırmak, esasında AKP’nin Kürt açılımının
gerçek hedeflerini de işaret ediyor. AKP, Kürt hareketini masada tutmak
ve diyalogu sürdürmek istese de, bununla beraber muhatabını masaya
olabildiğince güçsüz bir halde oturmaya zorluyor. Yani çatışmalar,
diyalogun sona erdiğini göstermiyor, aksine diyalogun sürdürüleceği
koşulları oluşturmayı hedefliyor.
Son
günlerde yükselen çatışma ortamı da, “AKP’nin Kürt açılımının’’ bu
çerçevesinde değerlendirilecek özellikler gösteriyor. AKP başta anayasa,
başkanlık sistemi ve Suriye konusu olmak üzere, birçok ‘’hassas’’
başlıkta Kürt hareketiyle teması sürdürmek, yani masadaki pazarlığın
bitmemesini sağlamak istiyor. Fakat Kürt hareketinin güçsüzleşmiş,
silahsızlandırılmış bir biçimde masada kalması için de çaba harcıyor. Bu
anlamda, AKP’nin Kürt açılımı, Kürtlere yönelik artan baskılarla bir
bütünlük ve uyum gösteriyor.
Türkiye
hükümetinin, İŞİD çetelerine doğrudan ve dolaylı desteği, Kürt halkının
ve önderliğinin varlığını yok etmeye veya silahsız teslim almaya
yönelik politikanın bir sonucudur. Bölgede Sünni-İslam hâkimiyeti
sağlanmak isteniyor. Ankara’nın bakışı, ‘önce Kürt sorunu
halledelim, IŞİD’in işine sonra bakarız’ biçiminin ötesinde de amaçlar
barındırıyor. IŞİD Suriye den silinse bile Irak da ve bazı İslam
ülkelerinin bazılarında varlığını sürdürecektir. AKP hükümetinin Sünni
egemenliğinde bir Orta Doğu politikası için IŞİD’e ihtiyacı var. IŞİD’in
Türkiye de de varlığını sürdüreceği görülüyor İstanbul Üniversitesi’nde
IŞİD’i protesto eden sol gruplara polisin gözü önünde eli sopalı, yüzü
maskeli grupların saldırması hükümetin açık izni olmadan
gerçekleştirilemez. Üniversitede yaşananlar, aslında Ankara’nın dış
politikasının açığa çıkmasından başka bir anlam taşımıyor.
AKP
yönetimi, bu şekilde çok kısa bir süre içinde ülke içi çatışmalı
yılların zeminine rahatlıkla dönebileceğini, iç savaş dinamiklerini
harekete geçirebileceğini göstermiş oluyor. Bu açından, AKP’nin masadaki
muhatabını zayıflatmaya çalışması kadar, ele geçirdiği devlet aygıtını
baskıcı ve yasakçı uygulamaları için kullandığı da ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla, “AKP’nin Kürt açılımının’’, Kürt halkına yönelik saldırı ve
baskılarla bir arada yürümesini, yani açılımın şiddetle beslenmesini de
bu zeminde değerlendirmek gerekli. AKP’nin siyasetin sivilleştirilmesi
konusundaki iddialarının çöktüğü ve ülkenin 90’lı yıllardan çok daha
fazla çatışmalı bir ortama sürüklendiği ortaya çıkıyor.
Ortak devlet aklı
Türkiye’nin
iç ve dış siyasetinde Kürt sorunu merkezi bir yere oturmaktadır.
Sömürge karakterli bir şoven hegemonya peşinde koşan, bu arayışı
stratejik amaç olarak yürüten bir anlayışın zaten egemenliği altında
tuttuğuna özgürlük tanıması düşünülemez bile. Bu anlayışa göre, Türk
olmayanlara düşen “Osmanlı-Türk hoşgörüsü ”nün verdiği “kısmi
özgürlüklerdir’’. Bu çarpık “özgürlük anlayışı” bile aslında “idare
edilemeyeceği düşünülenlere kerhen bahşedilmiş bir “ayrıcalık ”tır ve
biat ettirmeye dayalıdır. Bu anlayış bugün pratikte, “Diyarbakır’ı
kaybetmemek’’ için Musul ve Erbil’i de egemenlik alanları içine katmak”
biçiminde işliyor. Davutoğlu dış politikayı doğrudan yürüttüğü süre
içinde hep Kürtlerin mevcut konumlarının dışında ve ötesinde bir statü
elde edememeleri için çalıştı. Güney Kürdistan’da ABD’nin
“kırmızıçizgileri ”ne çarpınca geri adım atmak zorunda kaldı ve güçle,
şantajla, havuç ve sopa politikalarıyla, ABD desteğiyle her türlü imkânı
kullanarak Güney Kürdistan üzerinde baskı kurma mekanizmaları örmeye,
bunları kurumsallaştırmaya çalıştı. Rojava’daysa, Kürtlerin haklarının
ellerinden alınması için en saldırgan güçleri desteklemeye kadar gitti
ve yolu IŞİD ve benzerleriyle buluştu.
Bu
yaklaşımı Davutoğlu Tunus’ta yapılan “Suriye’nin Dostları Gurubu’nun
toplantısında şöyle ifade etmişti: “Irak’ta yoktuk, Suriye’de varız.”
Türkiye’nin Davutoğlu’nun yönetiminde Suriye’de ne aradığını ve
bulduğunu görmek için IŞİD’e bakmak yeter. Unutulmaması
gereken bir diğer noktaysa halen değerler üzerine siyaset yapılıyor
olması yani Türk-İslam sentezinin bölgede sürdürülmesidir. Zaten
‘’Yeni-Osmanlıcılık’’ bunun bir devamıdır. Bu bağlamda bu politika
bölgede sürecektir. Yani; her ne kadar BOP ’un iflas ettiği söylense de
emperyalizm hedefine her geçen gün daha da yaklaşmaktadır. Suriye’de
“eski” devlet aklı ile “yenisi”, Davutoğlu’nun stratejik derinlik
‘’mühendisliğinde’’ buluştu. Devletin, eskisiyle yenisiyle “ortak
aklı”, “Irak’ta askeri güçle beslenen bir Türk varlığı olsaydı, bir
generalin dediği gibi, orada, yani Güney Kürdistan’da, bırakın bir ‘Kürt
Oluşumu’nu, ‘ot dahi bitmez’ olurdu” diye düşünmekteydi. Dolayısıyla
eski yanlış tekrarlanmayacak, Kürtler için “ot bitmez” olsun diye
Rojava’ya yüklenilecekti. Irak dersi buydu. ”Kürt
sorunu gündeme geldiğinde ‘’bu sorunu kökten çözmek için ele geçirilen
fırsatın 2003 Martında geçtiği ama meclisin verdiği yanlış bir kararla
bu fırsatın heba edildiğinin’’ aradan geçen on yıla yakın sürede her
defasında Erdoğan tarafından ifade edilmesi AKP-Erdoğan iktidarının
kimliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Sözünü ettikleri fırsat AKP
yönetimi ve hükümetinin ABD’ye Irak işgalinde yer alacakları sözünün
verilmesiyle doğmuş olmasıydı.”(Erdoğan/AKP Egemenliğinde savaş
politkaları yazımdan)
Türkiye’deki
Kürt sorununun merkezine alan otoriter düzeni sürdürme siyaseti,
sonunda, kaçınılmaz olarak, bölge çapında gözü dönmüş militarizm ile
ittifakı getirdi. İçine sürüklendiğimiz yeni dönemde Başbakanın
icraatlarını, görüntünün ardındaki bu özü kavrayarak izlemek gerekir.
Gizli-açık hesapları ancak bu yolla gerçekçi biçimde değerlendirmek
mümkün olabilecektir.
Kürt
sorunu gündeme geldiğinde ‘’bu sorunu kökten çözmek için ele geçirilen
fırsatın 2003 Martında geçtiği ama meclisin verdiği yanlış bir kararla
bu fırsatın heba edildiğinin’’ aradan geçen on yıla yakın sürede her
defasında Erdoğan tarafından ifade edilmesi AKP-Erdoğan iktidarının
kimliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Sözünü ettikleri fırsat AKP
yönetimi ve hükümetinin ABD’ye Irak işgalinde yer alacakları sözünün
verilmesiyle doğmuş olmasıydı. Benzer bir ‘’fırsatın bugün yeniden
doğduğunu tespit eden AKP verilen bu şansı iyi kullanmak istemektedir.
İşte Davutoğlu, eski ile yeninin ortak devlet aklı çerçevesinde,
Suriye’de klasik siyaseti, tezkereye gerek kalmaksızın taşeron güçlerle
yürüttü. Davutoğlu’nun ideolojik söyleminin parçalarından İslam, ümmet
ve kardeşlik onun sınıfsal pozisyonunda, devlet pratiğinde bir de böyle
ortaya konuldu.
AKP
döneminde de Türk dış politikası geleneksel olarak, kendi özel amaç ve
stratejilerine göre bir politika izleyemeyeceği, emperyalist devletler
ve onların içinde oluşacak kamplardan birinin yanında onun çizdiği
politikaya uymak olarak belirlenmiştir. Erdoğan’ın bir kez daha ifade
ettiği gibi ‘’NATO’ya rağmen iktidar olunamaz’ ’sözü bu gerçekliğin
kabulü anlamına gelmektedir. ABD’nin koltuğu altından ayrılmamak kalıcı
ve uzun vadeli bir karardır. İran’a yönelik ambargo girişimlerine
çekince koymak, İsrail’e tavır almak, Birleşmiş milletlerin politikasını
eleştirmek gibi davranışlar aslında ABD karşısında önemini arttırmaya
yöneliktir. Sovyet devrimi
sonrası dönemin 1990larda sona ermesi Türkiye gibi devletlerin ABD’nin
belirlediği sınırlar dâhilinde kısmen ‘’bağımsız’ ’dış politika
izleyebildiği bir dönem artık geride kalmıştır.
‘Kore’ye
asker gönderilme kararı alındığı DP yönetimindeki o dönem nasıl TC
devletinin ABD/NATO yörüngesine resmen girişinin ve kabulünün başlangıcı
olmuşsa, bugünde Suriye’ye karşı AKP hükümetinin çaldığı savaş
davulları Türkiye’nin asli yerine, ikinci sınıf rolüne döndüğünün
ilanıdır. Yeni uyarlama ile TC devletinin klasikleşmiş bulaşmama, özen
gösterme politikası terk edilmiş oluyor. AKP’nin ‘’ustalık dönemi’
’olarak adlandırılan döneminin başlaması ile birlikte Irak’ta Şii
ağırlıklı hükümetle ilişkilerin değişmesi, eleştirilerini onun Şiiliğine
oturtması, sınırları kaldırmaya varan dostane ilişkilerle başlayan
Suriye ilişkilerinin rejimin diktatörlük olduğunun yanı sıra Alevi
olduğunun yeni keşfedilmişçesine ilanı bu yeni dönemin ifadeleridir.
AKP-Erdoğan
yönetimindeki TC devletinin politikası ABD-NATO’nun tanımladığı yeni
rolün çerçevesine sokulmuştur. Bu çerçeve Türkiye’nin Suudi Krallığı ve
Körfez Emirliklerinin bölgeye uyarlamak için uğraştıkları Suni-Alevi
kutuplaşmasında taraf olmasını öngörmektedir. Bu ABD’nin lojistik
desteği ile Suudi sermayesinin milyarlarca dolar akıtarak İran’a
saldırttığı Irak suni Baas rejimine oynatılan rolün bir benzerinin
Türkiye’nin oynaması istenmiş ve başarılmıştır. Bu başarıyı
kolaylaştıran AKP ve Tayyip Erdoğan’ın suni tarafından olmasından çok,
yaşanan ekonomik krize karşı taze kan sağlayacak Suudi ve Emirliklerin
kasalarındaki dolarlardır.
Başbakan
Erdoğan ve hükümet üyeleri, AKP kurmayları ve geniş bir medya ordusu
tarafından Türkiye’nin artık bir bölge gücü değil, dünya gücü olduğunu
dile getiriliyor. Bu sadece kendilerini inandırmak, ‘gaza getirmek’ için
değil, aynı zamanda dayandığı ”orta sınıflar” ittifakını canlı tutmak
amacıyla yapılıyor. ‘’Haklı olma’’ konumunu güçlendirerek politikasına
meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor.’ (Erdoğan/AKP Egemenliğinde savaş politkaları yazımdan
Irak
işgaliyle beraber ‘’İnsani müdahale’ ’kavramına dayanarak giderek
yaygınlaşan bir yeni ‘’Savaş’ın haklılığı’’ stratejisi oluşturulmuş
durumda. Bu propaganda merkezine ‘’Suriye de sivil halkın korunması’
’ilkesini koyuyor. ‘’İnsani
müdahale’’ gibi kavramların aslında gizlenmeye çalışılan yeni bir
sömürgeleştirme politikasının örtüsü haline geldiği görülüyor. Bu
yaklaşımı önce Irak sonrada Libya konusunda ileri sürenler bugün
Suriye’ye askeri müdahale gereğini desteklemek için yeniden
kullanıyorlar. Meclisten
çıkartılan tezkere ile içerde muhalefete karşı elini güçlendirip
başkanlık-yarı başkanlık yolunun açılacağı hesapları yapılırken,
ABD/NATO’ya ‘’Sulhu salâh için cenge hazırım’’ mesajı veriliyor.
Çıkışın
yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist gücün
hegemonyası altında olursa, olsun bir’ ’dünya düzeni’ ’değildir.
Erdoğan
ve AKP kurmayları 2003 Mart’ında tezkere reddini kaçan bir fırsat
olarak görüp bari şimdikini değerlendirelim deyip, buna bir de tarihin
derinliklerini ve ecdat meselelerini kattıklarında şunu da dikkate almak
zorundadırlar. Suriye de olası bir yabancı müdahaleyi ‘’kurtarıcı’
’olarak kabul edecekler kadar ‘’işgalci’ ’olarak göreceklerin sayısının
yakın olacağı kuvvetle muhtemeldir. 2003te ki Irak harekâtında işgal
güçleri resmi Irak ordusundan çok Irak halkı tarafından nedense hiç
düşünmedikleri şiddet ve yoğunlukta direnişle karşılaştı. Bugüne kadar on binlerce Iraklının, binlerce işgal devlet askerinin öldüğü etnik ve mezhepsel topluluklar arası iç savaşın alanı haline getirilen manzara
ve sonuçları ortadayken savaşın haklılığından, ‘’insani müdahaleden’’
bahsedenlerin dertlerinin aslında daha büyük stratejik derinliğe sahip,
daha derin ve tarihi hedeflerinin olduğu anlaşılıyor.
Mücadele
edilmesi gereken asıl mesele bu hedeflerin içeriğidir. Yaşanan
gelişmeler emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği
konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki
Amerikan stratejisi doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç
karışımıyla yer almayı hedefliyor.
AKP’nin
Emperyalizmin desteğinde uyguladığı stratejinin sadece Kürdistanlarla
sınırlı olmayıp tüm bölge halklarına yönelik bir strateji olduğu
görülmelidir. Bu strateji sadece silahla değil, ekonomik ve sınıfsal
dinamiklerle de işlemektedir. Yaşanan gelişmeler emperyalist
hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu
gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisi
doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç karışımıyla yer almayı
hedefliyor. Bu etkinliğin en önemli aracı olmakla birlikte en riskli
alanı olan petrol ve su havzalarını birleştiren Kuzey ve Güney
Mezopotamya politikaları aynı zamanda bu yeni stratejik konumda öne
çıkarılması muhtemel olan Kürt ve Irak, Suriye meselelerini de
kapsamaktadır.
AKP
aslında Suriye’de ki Kürtlerin varlığına tahammül etmemektedir.
‘’Tampon veya güvenlikli bölge’’ kurma girişimlerinin arkasındaki
amaçlardan biri de budur. Bu konuda Suriye ile savaşa karşı çıktığını
söyleyen CHP Muhalefetinin Kürtlere karşı bir savaşa itirazı yoktur.
Batılı ülkeler ve Türkiye’nin garantörlüğü altında kurulan önce özerk
Kürt bölgesi sonra devleti güneyde de Barzani ve Talabani gibi
liderliklere güvenini yitirmiş birçok Kürt’ün PKK ye katılmalarının
önünü kesmek ve mevcut liderliklere güveni tekrar kazandırmak amacıyla
oluşturuldu. Barzani ve Talabani eleştirisi ve anti-ABD söylemin
güçlenmesi istikrarsız bir ortamın var olduğu orta doğuda PKK’nin
istikrarsızlık içinde varlığını devam ettirecek güçlerden biri olma
durumunu öne çıkarıyor. Kapitalist ilişkilerin bölgede yaygınlaşması ile
birlikte yoksul ve dışlanmış Kürt grupları arasında PKK güçlenmeye
devam edecektir. Suriye politikasıyla da amaçlanan sitemin ihtiyaçları
ve dengeleri doğrultusunda hedeflenen bu ‘’pürüzleri’’ ortadan kaldırıp
‘’Arap baharından’’ sonra ‘’Kürt baharının’’ önünü kesmeye çalışmaktır.
Kürt,
Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere
izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında
yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde
gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip
olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. Bugün Orta doğu halkları ve
emekçileri için tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist
‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında
olursa olsun bir’ ‘dünya düzeni’ ‘değildir. Demokratik barış isteyen
herkes, hükümetler ile burjuvazilere karşı, bir mücadeleden yana
olmalıdır. Var olanları korumanın ve yeni mevziler kazanmanın tek yolu
budur. Bu aynı zamanda mücadeleye sunulacak en geçerli ve gerekli
destek olacaktır. O nedenle demokratik haklar için birleşik ve kitlesel
bir seferberliğin aynı zamanda Kürt halkının barış ve özgürlük
talepleriyle dayanışma tutumuyla örülmesi şarttır.
Emekçiler,
ezilenler bugünün şartlarında AKP’nin silahlı silahsız saldırıları ve
tehditlerinin son bulması hedefini öne çıkarmalıdır. Savaş
hazırlıklarını ve silahlı tehdit ve saldırıları durdurması gerekenlerin
silah tekelini elinde tutan sömürücü sınıflar olduğunu öne çıkararak,
emekçilerin ve ezilenlerin ancak kendi mücadeleleriyle, kendi güç
birliği ve eylemlilikleriyle kazanıp koruyacakları mevzilerin kalıcı
olabileceğini göstererek hareket etmek gerekir. Bu şartlarda proleterler
ve ezilenlerin bir savunma çizgisine çekilmeleri en büyük hata
olacaktır. Mevcut durumu istismar ederek mevzileri korumak ve yeni
mevziler kazanmak üzere mücadele ederek AKP hükümetini geriletmek için,
Kürt halkıyla dayanışma ve eylem birliği içinde olarak seferber olmak
gerekir.
Emperyalizmin
mekanik olarak Türkiye de ve bağımlı ülkelerde ki tüm sınıfları
kaynaştırdığını düşünmek yanlıştır. Emperyalizm bu ülkelerin iç
ilişkilerinde hayli kuvvetli bir güçtür. Bu gücün temel kaynağı yabancı
sermaye ile yerli burjuvaziler arasındaki ekonomik ve politik bağdır. Bu
anlamda emperyalizme karşı devrimci mücadele, sınıfların politik
farklılaşmasını zayıflatmaz tersine güçlendirir. İşçileri ve köylüleri
emperyalizme karşı harekete geçirmek ancak onların temel ve en yaşamsal
çıkarlarının kapitalizme karşı ülkenin toplumsal kurtuluşu hedefiyle
bağlantısını kurmakla mümkündür. Gelişmeler ezilen halkların ve
emekçilerin kurtuluşunun sınıf mücadelesinin ılımlaştırılmasıyla,
grevlerin ve kitle hareketlerinin frenlenmesiyle, özgürlüğün kitlelerin
iyi tavırlarından dolayı emperyalist cömertlik şeklinde elde
edileceğinin düşünülmesiyle sağlanamayacağını göstermektedir. Bir
emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki
çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin
aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir.
Emperyalist-kapitalist
sistemden kopuşun, gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi emperyalizmle
kader birliği yapan burjuvazilerin değil emperyalist ittifaktan hiçbir
çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda
burjuva devriminin görevlerinin kaderi de sosyalizme bağlanmıştır.
Yaşanan deneyler göstermiştir ki Diktatörlerin ve başka sömürgeci
güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin
egemenliği altında kaldılar. Emperyalist boyunduruktan kurtuluş,
mücadelenin proleter devrimin devlet anlamında cisimleşmesi demek olan
Sovyet cumhuriyetleri federasyonuna evrilmesiyle gerçekleşecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder