Ahmet Doğançayır
Bugün
sermaye hareketlerinin liberalleşmesini savunanlar ve övenlerin anahtar
kavramlarından ‘’Şeffaflık’’ piyasa işlemcilerini hiçbir şeyin
tutmadığı bir dünya anlamına geliyor. Esneklik’’ ise hisse sahiplerinin
gelecek yıl elde edecekleri kârla ilgili endişeler dışında hiçbir
engelin piyasa işlemcilerinin kararlarını sınırlandıramayacak olması
anlamına geliyor.
‘’Şeffaflık’’
ve ‘’esneklik’’ uluslararası kapitalist güçler için daha fazla garanti
anlamına gelirken, diğerleri için daha fazla belirsizlik demektir.
Bunun
sonunda uluslararası kapitalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri
‘’mevcut koşulların dayanılmaz hafifliğini’’ yaşarken geri kalanlar
koşulların dayanılmaz eziciliğine maruz kalıyorlar. Günümüzde bu
koşullarda yeni olan bu kısmi hatta topyekûn güvencesizlik koşulları
altında eylemde bulunma zorunluluğu değil, inşa edilmiş savunma
mekanizmalarını sökme, ortaya çıkan zararları sınırlaması beklenen
kurumları ortadan kaldırma ve yeni önlemler tasarlama çabalarını
engelleme ve boğma yönündeki sistematik baskıdır.
Neredeyse
bütün etkili kurumsallaşmış eylem kuruluşları piyasadan doğan mevcut
sınıf savaşının saflarına katılmak yerine, bunun asıl kaynakları olan
‘’piyasa güçlerine’’ ve ‘’serbest ticarete’’ doğal bir durum gözüyle
bakıp övgüler düzen bu koroya katılmakta; Sermayeyi ve mali hareketleri
serbest bırakıp, ‘onların düzensiz hareketlerini en azından yavaşlatma
ya da düzenleme yönündeki bütün girişimlerden vazgeçmenin hem aklın
gereği hem de siyasi bir zorunluluk olduğu’ mesajını hep beraber
vermektedirler.
Neo-Liberalizmin
söylemi herkesin ekonomik seçimlerini yönlendirerek ve bunun sonucu
olarak ortaya çıkan güçler ilişkisine kendi gücünü ekleyerek hâkim hale
gelmiştir. Bir cephe oluşturabilecek siyasi kurumları güçsüzleştirirken
Neo-liberal söylemde gittikçe daha ‘’güçlü’’ olur. Bu söylemin neredeyse
rakipsiz hâkimiyetine giden yolda çok önemli bir adımda, pratik
adımlarla mekânlara bağımlı olmayan şirketlerin bağlarını çözen çok
yönlü yatırım anlaşmalarıyla atılıyor.
Günümüzde
direnişin köprübaşlarını tutmuş olan insanları ‘’istikrarsız’’ ve
‘’güçsüz’’ kılmayı amaçlayan ‘’esnekliğin’’ mutlak hâkimiyetidir.
Esnekliğin en derin etkisi, kendisinden etkilenenleri istikrarsız kılmak
ve tutmaktır. Sürekli ve yasalarla korunan sözleşmelerin yerine hemen
işten çıkartmaya imkân veren dönemlik ve geçici taşeronluk işlerinin
geçirilmesi, geçici sözleşmeler ve her bir çalışanın ödüllendirilmesini
mevcut bireysel sonuçlara bağlı kılarak sürekli performans
değerlendirmesi yoluyla topluca ödüllendirme ilkesini yıkan bir istihdam
sistemi; aynı şirketin farklı sektörleri ve dalları arasında rekabeti
özendirerek çalışanların birleşerek ortak bir tavır almalarını
engellemek. Bütün bunlar hep birlikte yapıya ilişkin ve daimi bir
belirsizlik durumu yaratır.
Uluslararası mücadele dünyasında
şirketlerin verdiği görevlerin insanlar tarafından itaatkâr bir biçimde
yerine getirilmesinin kökleri bu boğucu, felç edici belirsizlik hissinde
ve belirsizlikten doğan korku, stres ve endişededir. Son vurucu güç
olarak da hiyerarşinin her düzeyinde karşılaşılabilen, işten çıkarılma
ve onunla birlikte kişinin geçim imkânını, sosyal haklarını, toplum
içindeki yerini ve insanlık onurunu kaybetmesi gibi sürekli bir tehdit
söz konusudur.
Dayanışma
bugüne kadar bütün toplumlarda bir kesinlik bu yüzden de bir güven, öz
güven ve cesaret sığınağı ve garantisi olarak hizmet vermiştir. İşte
Neo-liberal teori ve pratiğin asıl kurbanı bu dayanışma olmuştur.
Neo-liberalizm itikadını, o meşum ‘’Toplum diye bir şey yoktur’’
cümlesiyle ilan etmişti. Oysaki Neo-liberal ‘’Toplum yok, birey var’
düşüncesiyle gemi azıya almış bireyciliğin aileyi etkilememesi mümkün
değildir. Bugünlerde aile, insanın kendi yaralanabilir ve geçici olduğu
kabul edilen varoluşuyla demir atabileceği emniyet verici, kalıcı bir
liman değildir artık. Bireyselliğin ürkütücü ve acımasız gücünü yenmek
için başvurulacak stratejik alan muamelesi yapmak pek mümkün değildir.
‘İnsan
toplumunun en yoksul kesimi yoksulluktan kurtulmadıkça, insanlığın geri
kalanı hayatlarını kuşatan korku hissinden ve iktidarsızlıktan
kurtulamaz’
Emperyalist
sistemde oluşturulan belirsizlik ve güvensizlik imalatının ardındaki
mekanizmalar büyük ölçüde uluslararasıdır ve bu yüzden de mevcut siyasi
kurumların ve ‘’seçilmiş devlet otoritelerinin’’ ulaşamayacağı bir yerde
dururlar. Yabancılaşma ile birlikte bugün ‘’yersiz yurtsuz olmaktan’’
söz etmek mümkün. Toplumların sakinleri için ‘’ait olma’’ çok önemli bir
sorun haline gelmiş durumda.
Siyasal
dizginler ve yerel kısıtlamalardan kurtulmuş hızla uluslararası ve
ülkeler üstü hale gelen kapitalist ekonominin dünya nüfusunun durumu iyi
olan kesimleri ile kötü durumda olan kesimleri arasında giderek
derinleşen servet ve gelir dengesizlikleri ürettiği biliniyor. Geniş
nüfus kesimlerinin işsiz kaldıkları ve bu yüzden sadece yoksulluk
sefalet ve mahrumiyet içinde yaşamakla kalmayıp toplumsal olarak kabul
edilmiş her şeyden dışlandıkları bilinen bir gerçektir.
Yeni
yoksulların ve aynı zamanda geri kalan herkesin hayatını kâbusa çeviren
korkuların sebebi olan uluslararası düzenin yeniden üretiminde ve
pekiştirilmesinde oynadıkları rol ve düzenin kendini sürdürmesi için bu
yoksulluğa ve insanları kuşatan korkuya hangi ölçüde bağımlı olduğudur.
Karl Marks’ın ‘’Faal ve geleceği parlak, vahşi ve henüz
ehlileştirilmemiş kapitalizmin hâlâ duvardaki yazıları sökemeyecek kadar
cahil olduğu zamanlarda’’ dediği gibi, işçiler toplumun geri kalanını
özgürleştirmedikçe kendilerini özgürleştiremezler. Şimdi Kapitalizmin
herhangi bir duvarın üzerindeki yazıyı önemsemediği(hatta duvarların
kendisini bile) zamanlarda denebilir ki insan toplumunun yoksul olmayan
kesimi, en yoksul kesimi aşırı yoksulluktan kurtarmadıkça kendilerini
kuşatan korkulardan ve güçsüzlükten kurtulamaz. Çünkü yoksulların
görünüşü yoksul olmayanları hizaya sokar. Onları dünyanın durdurulamaz
‘’esnekleştirilmesine’’ ve kendi koşullarının artan güvenilmezliğine
hoşgörü göstermeye ya da boyun eğerek katlanmaya yöneltir.
Bununla
birlikte azalan istihdam hacmi güvensizlik duygusunun tek sebebi
değildir. Mevcut sahip olunan işler artık gelecekte ortaya çıkacak
tehlikelere karşı korunmuş durumda değildir. Emek ‘’esnek’’ hale
gelmiştir. Basit bir biçimde belirtmek gerekirse bu, işverenin
çalışanlara istediği zaman, tazminat ödemeksizin yol vermesinin artık
kolay olduğu ve haksız biçimde işten çıkarılanın savunulmasında sağlam
ve etkin sendika eyleminin giderek boş bir hayal gibi göründüğü anlamına
gelir. ‘’Esneklik’’ güvenliğin inkârı anlamına geliyor. Gittikçe daha
fazla iş yarım gün ya da süreli hale gelmektedir. Yapılan sözleşmelerin
çoğu, göreli istikrar haklarının güçlenmesini önleyecek kadar sık
aralıklarla, ‘’dalgalı’’ ya da ‘’yenilenebilirdir’’. ‘’Esneklik’’ aynı
zamanda sürekli bir kazanç sağlama umuduyla uzman becerilerine zaman ve
çaba harcama şeklindeki eski hayat stratejisinin artık pek geçerli
olmadığı dolayısıyla güvenli bir hayat arzulayan insanların en akılcı
seçenekten artık yoksun oldukları anlamına gelir. Geçim tarzının esas
işlevi var olma güvenliğini sağlamasıdır. Mevcut biçimiyle işler hayatta
kalmanın maliyetini defalarca karşılamasına rağmen bu türden bir
güvenliği sağlayamaz durumdadır. Yol bu olunca çok sayıda insanın
yönlendirilmesi uygulanan siyasal iktisadın ilkeleriyle uyumlu hale
gelir.
Sermayenin yurtsuzluğu ile zayıf
bağımlı ‘’egemen devletlerin’’ çoğalması arasında mantıksal ve faydacı
açıdan bir çelişki yoktur.
Sermayenin,
finansmanın ve enflasyonun uluslararası olması her şeyden önce bunların
yerel kurumların ve öncelikle de ‘’ulus devletin’’ denetim ve
yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Düzenin siyasal iktisadı
aslında siyasal olarak oluşturulan ve güvenceye bağlanan kural ve
düzenlemelerin yasaklanması ve tamamen sınır tanımaz hale gelen sermaye
ile finansın yoluna dikilen savunmacı kurum ve örgütlerin
silahsızlandırılması anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda
‘’cumhuriyetçi devletin’’ ‘’yurttaş’’ katılımı ve etkili siyasi eylem
için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve
‘’Cumhuriyetçi kurumların’’ olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’ da yoktur.
‘’Küresel güçler’’ kavramı gelişmekte olan, esnek ve baş edilmez bir
gerçekliği ifade ederken, ‘’Küresel yurttaşlık’’ kavramı içi boş bir
kuruntuyu temsil etmektedir. Aniden çıkıp gelen fırtınalı rüzgârların
kaldırdığı güçlü dalgaların tokadını yemek ‘’yurttaşlığın’’ tersi olan
bir durumdur. Öyle ki yakınlarda olacak bir depremi ya da bir fırtınayı
öngörmek, borsadaki bir çöküşü ve bugün için güvenli gibi görünen
kitlesel istihdam alanlarının ortadan kalkmasını öngörmekten daha kolay
hale gelmiştir. Genelde kolektif eylemin bir amacı olarak ‘’iyi toplum’’
düşüncesinin giderek sönükleşmesine, insan dayanışmasının ve ortak
davalara sahip olma bilincinin olgunlaşabileceği özel/kamusal alanların
tedricen yıpratılmasına karşı direncin düşmesine neden olan işte bu
istikrarsızlıktır. Güvensizlik daha fazla güvensizliği besler ve kendi
kendine çoğalır.
Sermayenin
yurtsuzluğu ile zayıf bağımlı egemen devletlerin çoğalması arasında
mantıksal ve faydacı açıdan bir çelişki yoktur. Hep daha yeni ve hep
daha zayıf ve yoksul, ‘’politik olarak bağımsız’ ’yurt temelli devletler
oluşturmak uluslararası ekonomik eğilimlerin doğasına aykırı değildir.
Politik parçalanma, ortaya çıkan ‘’dünya toplumunun’’ ‘’tekerine
sokulmuş bir çomak’ ’değildir. Tam tersine ekonominin bütün yönlerinin
‘’küreselleşmesi’ ’ile ‘’yurt ilkesine’ ’yeniden vurgu yapılması
arasında karşılıklı ilişki ve pekiştirme vardır. Küresel finans, ticaret
ve enformasyon endüstrisinin hareket özgürlüğü ve amaçlarının peşinden
kısıtlamalar olmaksızın koşabilme özgürlüğü dünya sahnesinin politik
parçalanmışlığına bağlıdır. Zayıf olan ama yine de devlet olarak kalan
devletlerin varlığından hepsinin de çıkar sağladığı söylenebilir.
Bugün
mesele en etkili sonuç nasıl alınır onu bulmaktır. Hayat koşullarının
artan ‘’esnekliği’’ üzerinde denetim kuran ve böylece insan hayatının
bütün gidişatına gittikçe daha fazla nüfuz etmekte olan güçler fiilen
devletler üstü bir hal alınca buna karşı bir eylemin ön koşulu siyaseti
bugünkü güçlerin temel aldıkları kadar uluslararası düzeye çıkarmaktır.
Siyaset siyasi olarak denetim dışı ortamda serbestçe dolaşabilmek için
kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu
güçlerin içinde dolaştığı mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar
geliştirilmelidir.
Kapitalizmin
uyum sağlama yetersizliği giderek artmaktadır. Üretici kapitalist
güçlerin yıkıcı güçlere dönüşümü süreklilik arz ediyor. Savaş ile yok
olma tehlikesi, insan yaşamını tehdit eden boyutlarda doğal çevrenin
yıkımı, üçüncü dünyada kitleleri tehdit eden açlık tehlikesi ve
emperyalist metropollerde yoksulluğun tekrar ortaya çıkması ve
demokratik özgürlüklerin kısıtlanması veya yok edilmesi. Bazıları bu
karanlık tabloyu kabulleniyor ve bu tehdidin bizleri yok edeceğine ve
hiçbir şekilde engellenemeyeceğine inanıyor. Haklı değiller. Çalışan
insanlığın uçuruma gidişi durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kendi
kontrolüne alma, silah stoklarını yok etme, ekolojik dengeyi tekrar
sağlama ve üçüncü dünyanın yoksul kitlelerine ve dünyanın diğer
yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil
yok. Bu yetenek mevcut. Uygulamaya geçmek eylem bilincini, eylem planını
ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi
gerektiriyor.
İş
saatlerinin radikal bir biçimde kısaltılması tüm otonom projelerin
başarısı için zorunludur. Üreticiler kendi özel işlerini düzenlemek için
zamana sahip olmadığında toplumda idare etme ve idare edilme ayrımı
sürecektir. İş saatlerinin kısaltılması iş verimliliğinin ve yavaşlamış
ekonomik büyümenin hızlı artışı çerçevesinde tam istihdamı oluşturmak ve
muhafaza etmek için gereklidir. Her şeye rağmen ücretliler giderek
meşhur ‘’çalışma ahlakını ‘’reddediyorlar. Daha az çalışma daha yüksek
yaşama standardı asıl önemli olan budur. Kapitalizm ücretlileri tüketici
olarak entegre etmeyi deneyebilir. Ancak ücretlilerin ‘’üreticiler’’
olarak entegrasyonunu sağlayamayacaktır. Kapitalizmin doğası
üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma
kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne
ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda
kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin
yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü
ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Bugün
iş verimliliğinin oluşması üreticilerin kalitesine dikkatinin ve
sorumluluk bilincinin organizasyonuna bağlıdır. Kapitalizmde işçiler
‘’vardiyalı iş’, ’’kalite güvencesi’’ gibi çözümleri ellerinin tersi ile
itiyorlar. ’’Allah rızası için’’ canları burunlarından gelsin
istemiyorlar. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni
teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan
ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve
kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Bu durum Marks tarafından
formüle edilmiş şu tahmini doğruluyor: ’’Belirli bir teknolojik-bilimsel
gelişme döneminden başlayarak servetin kaynağı ölçülü iş saatleri
değil, boş zaman olacaktır.’’
Devrimci bir Enternasyonal örgütün gerekliliği
Uluslararası
güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir bir ölçekte uluslararası bir
kurumdur gereken, daha azı yetmez. Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkışı
kapitalistlerin elinde yıkıcı hale gelmiş üretici güçlerin
uluslararasılaşmasının daha yüksek bir evresini daha açık bir biçimde
bir kez daha gösteriyor. Bu uluslararasılaşma üretici birimler esas
olarak ulusal kalırken, yalnızca dünya ticaretinin ve dünya sermaye
hareketinin arasında belirmemektedir artık. Bu uluslararasılaşma bizzat
sanayi üretiminin giderek daha fazla uluslararası örgütlenmesiyle ortaya
çıkıyor. Çok uluslu şirketler kendi içlerinde uluslararası bir iş
bölümü örgütlüyorlar. Ürünlerinin şu ya da bu çeşidinin imalatını bir
ülkeden ötekine, olmazsa bir kıtadan ötekine aktarıyorlar. Bu durum
yalnızca kapitalist özel mülkiyetin değil, ama ulusal devletinde üretici
güçlerin ulaştığı gelişme düzeyince geride bırakıldığına dair bundan
daha iyi bir kanıt yoktur. Birçok sanayi dalı bugün öylesine bir
teknoloji düzeyine ulaşmış bulunuyor ki aynı anda birçok ülkeyi kapsayan
bir Pazar için çalışmadıklarında bir tek makineyi bile kârlı bir
biçimde kullanamıyorlar.
Bugün
‘’Dışa kapanma eğilimine’’ karşı seslerini yükseltenler mekânla
bağlarını koparmış bulunan sermaye ve finansman sözcüleri olmuşlardır.
Ama onlarda belli şeylere kızarlar. Ticaret duvarlarıyla sermaye
hareketinin kontrol edilmesini ve yerli halkların çıkarlarının dünya
çapında ki rekabetin, serbest ticaretin ve verimliğinin üzerine
yerleştirilmesini istemezler. Siyasi egemenliklerin parçalanması
sürüyormuş, sürmüyormuş onlar için önemli değildir. Çünkü siyasi
birimler ne kadar küçük dolayısıyla zayıf olursa bunların uluslararası
sermayenin saldırılarına karşı etkili bir biçimde direnme ve onun
karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları o kadar azalır.
Hükümetlerin ve ‘’cemaatlerin’’ bireysel dertleri giderme konusunda ki
çaresizliğin neden olduğu öfke ülkede ki ‘’yabancılara’’, yabancı göçmen
işçilere yönelik düşmanlığa yöneldiğinde sevinmemeleri mümkün değildir.
Feodalizmin
kalıntılarına ya da emperyalizmin saldırılarına karşı kullanıldığında
ilerici olan ‘’ulusal egemenlik’’ düşüncesi yalnızca emperyalist
devletlerde değil, bir dünya Sosyalist Cumhuriyetler federasyonuna,
birleşik bir sosyalist dünyanın kuruluşuna uygulandığında da gerici
olur. Kabileler de, milletler de doğaları gereği uluslararası boyutlara
çekilmeye uygun değildir. Bunlar dünya ölçeğinde bölünme ve ayrılma
etkenleri olmuşlardır ve öyle kalacaklardır. ‘’Milli savaş baltalarını
çıkarıp ”cemaat kalelerini” güçlendirerek bu uluslararası güç
kaynaklarına karşı siyasi kontrol dayatacak dünya çapında bir dayanışma
oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış olan bir umuttur.
Zaten
bugün insanlığın karşı karşıya bulunduğu bütün ekonomik anahtar
sorunlar- açlığın yenilgiye uğratılması ve tam istihdamı sağlamak ve
sürdürmek, bilimin ve tekniğin gelişimini insanlığın ihtiyacına bağımlı
kılmak, ekolojik bunalımın çözümü- ancak uluslararası ölçekte
çözülebilir. Sermaye gitgide uluslararası bir ölçekte işleyip, sınıf
mücadelesini gitgide uluslararası hale getiriyor. İşçi sınıfı da, eşit
olmayan bir oyunda önceden yenik düşmemek için işbirliği ve dayanışmayı
uluslararası bir düzeye yayarak cevap vermeye zorluyor. Bu vurgu bütün
insanlığı birleştirmek olan idealin gerçekleşmesi için, bunun dolayımı
olmak üzere önce dünya ölçeğinde birleşmeleri gereken işçilerin, bu
idealle yükümlü olmalarının ilk şartı olarak sorunlarını, mücadele
konularını bireysel ve grupsal, bölgesel ve milli çerçevelerdeki
durumlarıyla yetinmeyip, bütün dünya, tarih, kültür ve insanlık halleri
içindeki görünümleriyle birlikte düşünmelerini ve kendilerini eylem ve
ilişki olarak bu çerçeveye yerleştirebilmelerinin ifadesidir. Bu
perspektifle davranabilme niteliği onun doğrudan bir gereği olarak
kendini milletiyle bağımlı ve sınırlamış olarak beliren milliyetçi
tutumu kategorik olarak dışlar, reddeder.
Proleter enternasyonalizmin siyasal temelleri
Devrimlerin
ve karşı devrimlerin uluslararası olması bir devrimci Enternasyonalin
gerekliliğinin siyasal temelini oluşturur. Daha önce de belirttiğimiz
gibi karşı devrim uluslararası düzeyde ölçekte örgütleniyor. Devrim
tarafından tehdit edilen bütün ülkelerin yönetici sınıfının iktidarda
kalması için, yıkılışından sonra da iktidarı yeniden ele geçirmeleri
için, silahlandırma ve finanse etmekle yetinmedi karşı devrim. Her
devrime, birinden diğerine ticari ve mali şantaj ve ekonomik abluka
uyguladı. Ulusal devrimin başarısı sadece ulusal unsurlara bağlı
değildir. Devrimci bir yönetim sadece ulusal durumu değil, uluslararası
durumu da hesaba katmak zorundadır. Çağımızda bir Enternasyonalin
görevleri grev kırıcılarına karşı sadece uluslararası dayanışmaların
örgütlenmesiyle sınırlı basit bir muhalefete indirgenmez.
Görevleri
giderek artan siyasal bir yayılmaya sahiptir. Kendi ulusal ve toplumsal
kurtuluşlarını elde etmek için ayaklanan işçi sınıfı ve ezilen
halkların, dünya çapındaki emperyalist ittifakların ve onların
yoğunlaşmış şiddetine, tamamen dağınık bir biçimde ve hatta yalıtılmış
olarak karşı koymak zorunda kalmamaları için Enternasyonal gerekli bütün
koşulları yerine getirmek zorundadır. Bu durumda Emperyalistlerin
zaferi daha zor, bedeli daha yüksek ve hatta bozgunları da buradan
doğacaktır.
‘’İnsanlığın
bunalımı proletaryanın önderliğinin bunalımıdır’’. Gerekli olan
kitlelerin bilinç düzeyleri ile nesnel gerçeklik arasındaki uçurumu
aşmalarına yardımcı olacak, enternasyonalist görevleri yerine getirecek
işçi hareketini enternasyonalizm ruhu ile yeniden eğitecek bir proleter
önderliktir. Sonuca götürücü olan Enternasyonalizm sadece budur. Nihayet
bu ancak böylesine işleyen bir gerçek Enternasyonalin inşasıyla
mümkündür.
Sınıf
mücadelesinin nesnel gerekleri ile uyumlu olduğu içindir ki işçi
hareketinin siyasal tarihi boyunca, devrimcilerin faaliyetleri siyasal
çözümlemelere uygun ‘’örgütsel sonuçlara’’ varmak yolunda gerçek bir
devrimci Enternasyonal yaratma mücadelesine bağlıdır. Enternasyonal
yaratmaya girişmeden önce ilkin güçlü devrimci örgütlerin inşası
gerektiği düşüncesi gerçekliği yansıtmıyor. Uluslararası deney
birikimlerinin bir enternasyonal örgütte birleşmesi, güçlü ulusal
önderliklerin ve etkili ulusal partilerin yaratılmasını engellemez,
aksine katkıda bulunur. Bu uluslararası devrimci hareketin bütün tarihi
tarafından doğrulanmıştır. Söz konusu olan uluslararası devrimci
hareketin gelişiminin genel bir yasasıdır. Ulusal alanda en doğru ve en
devrimci akımlar, yalnızca kendi ülkelerinde en doğru, en devrimci
deneyime sahip olmayıp, uluslararası olarak da en iyi örgütlenmiş
olanlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder