24 Ekim 2014 Cuma

Enternasyonalizmi Sürgünden Geri Çağırmak!

Ahmet Doğançayır
Bugün sermaye hareketlerinin liberalleşmesini savunanlar ve övenlerin anahtar kavramlarından ‘’Şeffaflık’’ piyasa işlemcilerini hiçbir şeyin tutmadığı bir dünya anlamına geliyor. Esneklik’’ ise hisse sahiplerinin gelecek yıl elde edecekleri kârla ilgili endişeler dışında hiçbir engelin piyasa işlemcilerinin kararlarını sınırlandıramayacak olması anlamına geliyor.
enter
‘’Şeffaflık’’ ve ‘’esneklik’’ uluslararası kapitalist güçler için daha fazla garanti anlamına gelirken, diğerleri için daha fazla belirsizlik demektir.
Bunun sonunda uluslararası kapitalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri ‘’mevcut koşulların dayanılmaz hafifliğini’’ yaşarken geri kalanlar koşulların dayanılmaz eziciliğine maruz kalıyorlar. Günümüzde bu koşullarda yeni olan bu kısmi hatta topyekûn güvencesizlik koşulları altında eylemde bulunma zorunluluğu değil, inşa edilmiş savunma mekanizmalarını sökme, ortaya çıkan zararları sınırlaması beklenen kurumları ortadan kaldırma ve yeni önlemler tasarlama çabalarını engelleme ve boğma yönündeki sistematik baskıdır.
Neredeyse bütün etkili kurumsallaşmış eylem kuruluşları piyasadan doğan mevcut sınıf savaşının saflarına katılmak yerine, bunun asıl kaynakları olan ‘’piyasa güçlerine’’ ve ‘’serbest ticarete’’  doğal bir durum gözüyle bakıp övgüler düzen bu koroya katılmakta; Sermayeyi ve mali hareketleri serbest bırakıp, ‘onların düzensiz hareketlerini en azından yavaşlatma ya da düzenleme yönündeki bütün girişimlerden vazgeçmenin hem aklın gereği hem de siyasi bir zorunluluk olduğu’ mesajını hep beraber vermektedirler.
Neo-Liberalizmin söylemi herkesin ekonomik seçimlerini yönlendirerek ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan güçler ilişkisine kendi gücünü ekleyerek hâkim hale gelmiştir. Bir cephe oluşturabilecek siyasi kurumları güçsüzleştirirken Neo-liberal söylemde gittikçe daha ‘’güçlü’’ olur. Bu söylemin neredeyse rakipsiz hâkimiyetine giden yolda çok önemli bir adımda, pratik adımlarla mekânlara bağımlı olmayan şirketlerin bağlarını çözen çok yönlü yatırım anlaşmalarıyla atılıyor.
Günümüzde direnişin köprübaşlarını tutmuş olan insanları ‘’istikrarsız’’ ve ‘’güçsüz’’ kılmayı amaçlayan ‘’esnekliğin’’ mutlak hâkimiyetidir. Esnekliğin en derin etkisi, kendisinden etkilenenleri istikrarsız kılmak ve tutmaktır. Sürekli ve yasalarla korunan sözleşmelerin yerine hemen işten çıkartmaya imkân veren dönemlik ve geçici taşeronluk işlerinin geçirilmesi, geçici sözleşmeler ve her bir çalışanın ödüllendirilmesini mevcut bireysel sonuçlara bağlı kılarak sürekli performans değerlendirmesi yoluyla topluca ödüllendirme ilkesini yıkan bir istihdam sistemi; aynı şirketin farklı sektörleri ve dalları arasında rekabeti özendirerek çalışanların birleşerek ortak bir tavır almalarını engellemek. Bütün bunlar hep birlikte yapıya ilişkin ve daimi bir belirsizlik durumu yaratır.
Uluslararası mücadele dünyasında şirketlerin verdiği görevlerin insanlar tarafından itaatkâr bir biçimde yerine getirilmesinin kökleri bu boğucu, felç edici belirsizlik hissinde ve belirsizlikten doğan korku, stres ve endişededir. Son vurucu güç olarak da hiyerarşinin her düzeyinde karşılaşılabilen, işten çıkarılma ve onunla birlikte kişinin geçim imkânını, sosyal haklarını, toplum içindeki yerini ve insanlık onurunu kaybetmesi gibi sürekli bir tehdit söz konusudur.
Dayanışma bugüne kadar bütün toplumlarda bir kesinlik bu yüzden de bir güven, öz güven ve cesaret sığınağı ve garantisi olarak hizmet vermiştir. İşte Neo-liberal teori ve pratiğin asıl kurbanı bu dayanışma olmuştur. Neo-liberalizm itikadını, o meşum ‘’Toplum diye bir şey yoktur’’ cümlesiyle ilan etmişti. Oysaki Neo-liberal ‘’Toplum yok, birey var’ düşüncesiyle gemi azıya almış bireyciliğin aileyi etkilememesi mümkün değildir. Bugünlerde aile, insanın kendi yaralanabilir ve geçici olduğu kabul edilen varoluşuyla demir atabileceği emniyet verici, kalıcı bir liman değildir artık. Bireyselliğin ürkütücü ve acımasız gücünü yenmek için başvurulacak stratejik alan muamelesi yapmak pek mümkün değildir.
‘İnsan toplumunun en yoksul kesimi yoksulluktan kurtulmadıkça, insanlığın geri kalanı hayatlarını kuşatan korku hissinden ve iktidarsızlıktan kurtulamaz’   
Emperyalist sistemde oluşturulan belirsizlik ve güvensizlik imalatının ardındaki mekanizmalar büyük ölçüde uluslararasıdır ve bu yüzden de mevcut siyasi kurumların ve ‘’seçilmiş devlet otoritelerinin’’ ulaşamayacağı bir yerde dururlar. Yabancılaşma ile birlikte bugün ‘’yersiz yurtsuz olmaktan’’ söz etmek mümkün. Toplumların sakinleri için ‘’ait olma’’ çok önemli bir sorun haline gelmiş durumda.
Siyasal dizginler ve yerel kısıtlamalardan kurtulmuş hızla uluslararası ve ülkeler üstü hale gelen kapitalist ekonominin dünya nüfusunun durumu iyi olan kesimleri ile kötü durumda olan kesimleri arasında giderek derinleşen servet ve gelir dengesizlikleri ürettiği biliniyor. Geniş nüfus kesimlerinin işsiz kaldıkları ve bu yüzden sadece yoksulluk sefalet ve mahrumiyet içinde yaşamakla kalmayıp toplumsal olarak kabul edilmiş her şeyden dışlandıkları bilinen bir gerçektir.
Yeni yoksulların ve aynı zamanda geri kalan herkesin hayatını kâbusa çeviren korkuların sebebi olan uluslararası düzenin yeniden üretiminde ve pekiştirilmesinde oynadıkları rol ve düzenin kendini sürdürmesi için bu yoksulluğa ve insanları kuşatan korkuya hangi ölçüde bağımlı olduğudur. Karl Marks’ın ‘’Faal ve geleceği parlak, vahşi ve henüz ehlileştirilmemiş kapitalizmin hâlâ duvardaki yazıları sökemeyecek kadar cahil olduğu zamanlarda’’ dediği gibi, işçiler toplumun geri kalanını özgürleştirmedikçe kendilerini özgürleştiremezler. Şimdi Kapitalizmin herhangi bir duvarın üzerindeki yazıyı önemsemediği(hatta duvarların kendisini bile) zamanlarda denebilir ki insan toplumunun yoksul olmayan kesimi, en yoksul kesimi aşırı yoksulluktan kurtarmadıkça kendilerini kuşatan korkulardan ve güçsüzlükten kurtulamaz. Çünkü yoksulların görünüşü yoksul olmayanları hizaya sokar. Onları dünyanın durdurulamaz ‘’esnekleştirilmesine’’ ve kendi koşullarının artan güvenilmezliğine hoşgörü göstermeye ya da boyun eğerek katlanmaya yöneltir.
Bununla birlikte azalan istihdam hacmi güvensizlik duygusunun tek sebebi değildir. Mevcut sahip olunan işler artık gelecekte ortaya çıkacak tehlikelere karşı korunmuş durumda değildir. Emek ‘’esnek’’ hale gelmiştir. Basit bir biçimde belirtmek gerekirse bu, işverenin çalışanlara istediği zaman, tazminat ödemeksizin yol vermesinin artık kolay olduğu ve haksız biçimde işten çıkarılanın savunulmasında sağlam ve etkin sendika eyleminin giderek boş bir hayal gibi göründüğü anlamına gelir. ‘’Esneklik’’ güvenliğin inkârı anlamına geliyor. Gittikçe daha fazla iş yarım gün ya da süreli hale gelmektedir. Yapılan sözleşmelerin çoğu, göreli istikrar haklarının güçlenmesini önleyecek kadar sık aralıklarla, ‘’dalgalı’’ ya da ‘’yenilenebilirdir’’. ‘’Esneklik’’ aynı zamanda sürekli bir kazanç sağlama umuduyla uzman becerilerine zaman ve çaba harcama şeklindeki eski hayat stratejisinin artık pek geçerli olmadığı dolayısıyla güvenli bir hayat arzulayan insanların en akılcı seçenekten artık yoksun oldukları anlamına gelir. Geçim tarzının esas işlevi var olma güvenliğini sağlamasıdır. Mevcut biçimiyle işler hayatta kalmanın maliyetini defalarca karşılamasına rağmen bu türden bir güvenliği sağlayamaz durumdadır. Yol bu olunca çok sayıda insanın yönlendirilmesi uygulanan siyasal iktisadın ilkeleriyle uyumlu hale gelir.
Sermayenin yurtsuzluğu ile zayıf bağımlı ‘’egemen devletlerin’’ çoğalması arasında mantıksal ve faydacı açıdan bir çelişki yoktur.
Sermayenin, finansmanın ve enflasyonun uluslararası olması her şeyden önce bunların yerel kurumların ve öncelikle de ‘’ulus devletin’’ denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Düzenin siyasal iktisadı aslında siyasal olarak oluşturulan ve güvenceye bağlanan kural ve düzenlemelerin yasaklanması ve tamamen sınır tanımaz hale gelen sermaye ile finansın yoluna dikilen savunmacı kurum ve örgütlerin silahsızlandırılması anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda ‘’cumhuriyetçi devletin’’ ‘’yurttaş’’ katılımı ve etkili siyasi eylem için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve ‘’Cumhuriyetçi kurumların’’ olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’ da yoktur. ‘’Küresel güçler’’ kavramı gelişmekte olan, esnek ve baş edilmez bir gerçekliği ifade ederken, ‘’Küresel yurttaşlık’’ kavramı içi boş bir kuruntuyu temsil etmektedir. Aniden çıkıp gelen fırtınalı rüzgârların kaldırdığı güçlü dalgaların tokadını yemek ‘’yurttaşlığın’’ tersi olan bir durumdur. Öyle ki yakınlarda olacak bir depremi ya da bir fırtınayı öngörmek, borsadaki bir çöküşü ve bugün için güvenli gibi görünen kitlesel istihdam alanlarının ortadan kalkmasını öngörmekten daha kolay hale gelmiştir. Genelde kolektif eylemin bir amacı olarak ‘’iyi toplum’’ düşüncesinin giderek sönükleşmesine, insan dayanışmasının ve ortak davalara sahip olma bilincinin olgunlaşabileceği özel/kamusal alanların tedricen yıpratılmasına karşı direncin düşmesine neden olan işte bu istikrarsızlıktır. Güvensizlik daha fazla güvensizliği besler ve kendi kendine çoğalır.
Sermayenin yurtsuzluğu ile zayıf bağımlı egemen devletlerin çoğalması arasında mantıksal ve faydacı açıdan bir çelişki yoktur. Hep daha yeni ve hep daha zayıf ve yoksul, ‘’politik olarak bağımsız’ ’yurt temelli devletler oluşturmak uluslararası ekonomik eğilimlerin doğasına aykırı değildir. Politik parçalanma, ortaya çıkan ‘’dünya toplumunun’’ ‘’tekerine sokulmuş bir çomak’ ’değildir. Tam tersine ekonominin bütün yönlerinin ‘’küreselleşmesi’ ’ile ‘’yurt ilkesine’ ’yeniden vurgu yapılması arasında karşılıklı ilişki ve pekiştirme vardır. Küresel finans, ticaret ve enformasyon endüstrisinin hareket özgürlüğü ve amaçlarının peşinden kısıtlamalar olmaksızın koşabilme özgürlüğü dünya sahnesinin politik parçalanmışlığına bağlıdır. Zayıf olan ama yine de devlet olarak kalan devletlerin varlığından hepsinin de çıkar sağladığı söylenebilir.
Bugün mesele en etkili sonuç nasıl alınır onu bulmaktır. Hayat koşullarının artan ‘’esnekliği’’ üzerinde denetim kuran ve böylece insan hayatının bütün gidişatına gittikçe daha fazla nüfuz etmekte olan güçler fiilen devletler üstü bir hal alınca buna karşı bir eylemin ön koşulu siyaseti bugünkü güçlerin temel aldıkları kadar uluslararası düzeye çıkarmaktır. Siyaset siyasi olarak denetim dışı ortamda serbestçe dolaşabilmek için kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu güçlerin içinde dolaştığı mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir.
Kapitalizmin uyum sağlama yetersizliği giderek artmaktadır. Üretici kapitalist güçlerin yıkıcı güçlere dönüşümü süreklilik arz ediyor. Savaş ile yok olma tehlikesi, insan yaşamını tehdit eden boyutlarda doğal çevrenin yıkımı, üçüncü dünyada kitleleri tehdit eden açlık tehlikesi ve emperyalist metropollerde yoksulluğun tekrar ortaya çıkması ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması veya yok edilmesi. Bazıları bu karanlık tabloyu kabulleniyor ve bu tehdidin bizleri yok edeceğine ve hiçbir şekilde engellenemeyeceğine inanıyor. Haklı değiller. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kendi kontrolüne alma, silah stoklarını yok etme, ekolojik dengeyi tekrar sağlama ve üçüncü dünyanın yoksul kitlelerine ve dünyanın diğer yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok. Bu yetenek mevcut. Uygulamaya geçmek eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.
 İş saatlerinin radikal bir biçimde kısaltılması tüm otonom projelerin başarısı için zorunludur. Üreticiler kendi özel işlerini düzenlemek için zamana sahip olmadığında toplumda idare etme ve idare edilme ayrımı sürecektir. İş saatlerinin kısaltılması iş verimliliğinin ve yavaşlamış ekonomik büyümenin hızlı artışı çerçevesinde tam istihdamı oluşturmak ve muhafaza etmek için gereklidir. Her şeye rağmen ücretliler giderek meşhur ‘’çalışma ahlakını ‘’reddediyorlar. Daha az çalışma daha yüksek yaşama standardı asıl önemli olan budur. Kapitalizm ücretlileri tüketici olarak entegre etmeyi deneyebilir. Ancak ücretlilerin ‘’üreticiler’’ olarak entegrasyonunu sağlayamayacaktır. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Bugün iş verimliliğinin oluşması üreticilerin kalitesine dikkatinin ve sorumluluk bilincinin organizasyonuna bağlıdır. Kapitalizmde işçiler ‘’vardiyalı iş’, ’’kalite güvencesi’’ gibi çözümleri ellerinin tersi ile itiyorlar. ’’Allah rızası için’’ canları burunlarından gelsin istemiyorlar. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Bu durum Marks tarafından formüle edilmiş şu tahmini doğruluyor: ’’Belirli bir teknolojik-bilimsel gelişme döneminden başlayarak servetin kaynağı ölçülü iş saatleri değil, boş zaman olacaktır.’’
Devrimci bir Enternasyonal örgütün gerekliliği
Uluslararası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir bir ölçekte uluslararası bir kurumdur gereken, daha azı yetmez. Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkışı kapitalistlerin elinde yıkıcı hale gelmiş üretici güçlerin uluslararasılaşmasının daha yüksek bir evresini daha açık bir biçimde bir kez daha gösteriyor. Bu uluslararasılaşma üretici birimler esas olarak ulusal kalırken, yalnızca dünya ticaretinin ve dünya sermaye hareketinin arasında belirmemektedir artık. Bu uluslararasılaşma bizzat sanayi üretiminin giderek daha fazla uluslararası örgütlenmesiyle ortaya çıkıyor. Çok uluslu şirketler kendi içlerinde uluslararası bir iş bölümü örgütlüyorlar. Ürünlerinin şu ya da bu çeşidinin imalatını bir ülkeden ötekine, olmazsa bir kıtadan ötekine aktarıyorlar. Bu durum yalnızca kapitalist özel mülkiyetin değil, ama ulusal devletinde üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyince geride bırakıldığına dair bundan daha iyi bir kanıt yoktur. Birçok sanayi dalı bugün öylesine bir teknoloji düzeyine ulaşmış bulunuyor ki aynı anda birçok ülkeyi kapsayan bir Pazar için çalışmadıklarında bir tek makineyi bile kârlı bir biçimde kullanamıyorlar.
Bugün ‘’Dışa kapanma eğilimine’’ karşı seslerini yükseltenler mekânla bağlarını koparmış bulunan sermaye ve finansman sözcüleri olmuşlardır. Ama onlarda belli şeylere kızarlar. Ticaret duvarlarıyla sermaye hareketinin kontrol edilmesini ve yerli halkların çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin ve verimliğinin üzerine yerleştirilmesini istemezler. Siyasi egemenliklerin parçalanması sürüyormuş, sürmüyormuş onlar için önemli değildir. Çünkü siyasi birimler ne kadar küçük dolayısıyla zayıf olursa bunların uluslararası sermayenin saldırılarına karşı etkili bir biçimde direnme ve onun karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları o kadar azalır. Hükümetlerin ve ‘’cemaatlerin’’ bireysel dertleri giderme konusunda ki çaresizliğin neden olduğu öfke ülkede ki ‘’yabancılara’’, yabancı göçmen işçilere yönelik düşmanlığa yöneldiğinde sevinmemeleri mümkün değildir.
Feodalizmin kalıntılarına ya da emperyalizmin saldırılarına karşı kullanıldığında ilerici olan ‘’ulusal egemenlik’’ düşüncesi yalnızca emperyalist devletlerde değil, bir dünya Sosyalist Cumhuriyetler federasyonuna, birleşik bir sosyalist dünyanın kuruluşuna uygulandığında da gerici olur. Kabileler de, milletler de doğaları gereği uluslararası boyutlara çekilmeye uygun değildir. Bunlar dünya ölçeğinde bölünme ve ayrılma etkenleri olmuşlardır ve öyle kalacaklardır. ‘’Milli savaş baltalarını çıkarıp ”cemaat kalelerini” güçlendirerek bu uluslararası güç kaynaklarına karşı siyasi kontrol dayatacak dünya çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış olan bir umuttur.
Zaten bugün insanlığın karşı karşıya bulunduğu bütün ekonomik anahtar sorunlar- açlığın yenilgiye uğratılması ve tam istihdamı sağlamak ve sürdürmek, bilimin ve tekniğin gelişimini insanlığın ihtiyacına bağımlı kılmak, ekolojik bunalımın çözümü- ancak uluslararası ölçekte çözülebilir. Sermaye gitgide uluslararası bir ölçekte işleyip, sınıf mücadelesini gitgide uluslararası hale getiriyor. İşçi sınıfı da, eşit olmayan bir oyunda önceden yenik düşmemek için işbirliği ve dayanışmayı uluslararası bir düzeye yayarak cevap vermeye zorluyor. Bu vurgu bütün insanlığı birleştirmek olan idealin gerçekleşmesi için, bunun dolayımı olmak üzere önce dünya ölçeğinde birleşmeleri gereken işçilerin, bu idealle yükümlü olmalarının ilk şartı olarak sorunlarını, mücadele konularını bireysel ve grupsal, bölgesel ve milli çerçevelerdeki durumlarıyla yetinmeyip, bütün dünya, tarih, kültür ve insanlık halleri içindeki görünümleriyle birlikte düşünmelerini ve kendilerini eylem ve ilişki olarak bu çerçeveye yerleştirebilmelerinin ifadesidir. Bu perspektifle davranabilme niteliği onun doğrudan bir gereği olarak kendini milletiyle bağımlı ve sınırlamış olarak beliren milliyetçi tutumu kategorik olarak dışlar, reddeder.
Proleter enternasyonalizmin siyasal temelleri
Devrimlerin ve karşı devrimlerin uluslararası olması bir devrimci Enternasyonalin gerekliliğinin siyasal temelini oluşturur. Daha önce de belirttiğimiz gibi karşı devrim uluslararası düzeyde ölçekte örgütleniyor. Devrim tarafından tehdit edilen bütün ülkelerin yönetici sınıfının iktidarda kalması için, yıkılışından sonra da iktidarı yeniden ele geçirmeleri için, silahlandırma ve finanse etmekle yetinmedi karşı devrim. Her devrime, birinden diğerine ticari ve mali şantaj ve ekonomik abluka uyguladı. Ulusal devrimin başarısı sadece ulusal unsurlara bağlı değildir. Devrimci bir yönetim sadece ulusal durumu değil, uluslararası durumu da hesaba katmak zorundadır. Çağımızda bir Enternasyonalin görevleri grev kırıcılarına karşı sadece uluslararası dayanışmaların örgütlenmesiyle sınırlı basit bir muhalefete indirgenmez.
Görevleri giderek artan siyasal bir yayılmaya sahiptir. Kendi ulusal ve toplumsal kurtuluşlarını elde etmek için ayaklanan işçi sınıfı ve ezilen halkların, dünya çapındaki emperyalist ittifakların ve onların yoğunlaşmış şiddetine, tamamen dağınık bir biçimde ve hatta yalıtılmış olarak karşı koymak zorunda kalmamaları için Enternasyonal gerekli bütün koşulları yerine getirmek zorundadır. Bu durumda Emperyalistlerin zaferi daha zor, bedeli daha yüksek ve hatta bozgunları da buradan doğacaktır.
‘’İnsanlığın bunalımı proletaryanın önderliğinin bunalımıdır’’. Gerekli olan kitlelerin bilinç düzeyleri ile nesnel gerçeklik arasındaki uçurumu aşmalarına yardımcı olacak, enternasyonalist görevleri yerine getirecek işçi hareketini enternasyonalizm ruhu ile yeniden eğitecek bir proleter önderliktir. Sonuca götürücü olan Enternasyonalizm sadece budur. Nihayet bu ancak böylesine işleyen bir gerçek Enternasyonalin inşasıyla mümkündür.
Sınıf mücadelesinin nesnel gerekleri ile uyumlu olduğu içindir ki işçi hareketinin siyasal tarihi boyunca, devrimcilerin faaliyetleri siyasal çözümlemelere uygun ‘’örgütsel sonuçlara’’ varmak yolunda gerçek bir devrimci Enternasyonal yaratma mücadelesine bağlıdır. Enternasyonal yaratmaya girişmeden önce ilkin güçlü devrimci örgütlerin inşası gerektiği düşüncesi gerçekliği yansıtmıyor. Uluslararası deney birikimlerinin bir enternasyonal örgütte birleşmesi, güçlü ulusal önderliklerin ve etkili ulusal partilerin yaratılmasını engellemez, aksine katkıda bulunur. Bu uluslararası devrimci hareketin bütün tarihi tarafından doğrulanmıştır. Söz konusu olan uluslararası devrimci hareketin gelişiminin genel bir yasasıdır. Ulusal alanda en doğru ve en devrimci akımlar, yalnızca kendi ülkelerinde en doğru, en devrimci deneyime sahip olmayıp, uluslararası olarak da en iyi örgütlenmiş olanlardır.

Hiç yorum yok: