24 Ekim 2014 Cuma

NEREYE..?

Hakkı Yükselen
“Bir Nevi İç Savaşa Doğru” adlı yazıda Gezi’nin Cumhurbaşkanı’nın (o zaman başbakandı) talihinin dönüm noktası olduğunu; “artık her şeyi denetlediğini, belki de sonsuz ve sorunsuz iktidarını müjdeleyen ilahi mesajın geldiğini bile düşündüğü bir noktada yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve manevi yıkım nedeniyle siyasi aklını kaybettiğini ve içgüdüleriyle davranmaya başladığını” belirtmiştim.
işid taraf
Bu durum sadece karşısına çıkan muhalefetin çapının ve mücadele potansiyelinin kendisinde yarattığı şaşkınlık ve yıkımla ilgili değildi.
Gezi, o yazıda da belirtildiği gibi aynı zamanda ve belki de esas olarak, “sağın hegemonik, ebedi ve otoriter iktidarı” anlamına gelecek bir başkanlık rejiminin Türkiye’de nelere yol açabileceğini ortaya çıkararak, Başbakan’ın ‘Türkiye usulü başkanlık’ planlarını altüst eden” bir tarihsel dönemeçti. Olayların Erdoğan’ın ruhunda yol açtığı yıkım ve öfkenin zannedildiğinden daha büyük olmasının nedeni de buydu.
Yazıda, “Başbakan’ın ‘başkanlığının’ ve hatta sürmesi halinde başbakanlığının bir nevi “iç savaş rejimi” olacağı” ifade edilmişti.

Seçimden Sonra…
Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye yeni ve daha tehlikeli bir döneme girdi. Bu tehlike AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın eskisinden daha güçlü olmasından değil, aksine önemli ölçüde maddi manevi güç kaybından, iç ve dış politikalarının giderek daha fazla çıkmaza ve adeta dönüşü olmayan bir yola girmesinden kaynaklanmaktadır. Üstelik bu güç kaybı, Ortadoğu krizinin Türkiye içindeki “fay kırıkları” yoluyla yaratacağı toplumsal-siyasi sarsıntılar; kapitalizmin büyük krizinin bugüne kadar sınırlandırılabilmiş, ancak ne zaman ve nasıl patlayacağı tam olarak bilinmeyen iç ve dış etkileri; eskisinin devamı veya yeni siyasi ve ekonomik skandallar; hükümetin bölgesel ve uluslararası politikalarının “dost-düşman” dış güçlerle yaratacağı sorunlar bağlamında daha da büyük tehlikelere yol açacaktır.
Bütün bunlar hesaba katıldığında, Türkiye şartlarında “normal ve makul” bir liderin, şimdilik de olsa ufaktan sipere girip profil düşürmesi, hedef küçültmesi gerekirken, aynı şeyleri bizim yeni Cumhurbaşkanı’ndan veya kendi deyişiyle “cumhurun başkanından” beklemek abestir. Cumhurbaşkanlığı, mesela bir Süleyman Demirel için devletin Kürt politikasının çok kanlı bir döneme girmesi üzerine (90’lar) “tarafsız cumhurbaşkanı” kisvesiyle çekildiği bir siperken, Tayyip Erdoğan için yeni bir savaş alanıdır. Abdullah Gül gibi Kemalist devlet geleneğinden olmayan bir kişi için bile, başlangıçta onca gürültüye rağmen, sakin bir limana dönüşen cumhurbaşkanlığı makamı, yeni dönemde bütün dikkatlerin, öfkelerin, çatışmaların odağı olacaktır. Üstelik yeni cumhurbaşkanı, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ve kendi kişiliğinden dolayı yeterince riskli hale gelmiş olan makamı ile de yetinmeyerek “başkanlığı” hedeflemektedir. Var olan yetkilerini “kanırta kanırta” kullanacak “sorumsuz” ve partili bir cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın gerçek amacı, Türkiye’de neoliberal-dindar-muhafazakâr sağın, “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin anayasal ve “ebedi” iktidarını kurmaktır.
Bir İç Savaş Rejimi veya Aslanlara Yem Olmak!
Elbette “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar!” Ancak tanıdığımız kadarıyla Erdoğan, gönlündeki “aslanı” kafesinde besleyecek bir kişi değildir. O giderek sinirlerini bozacak ve öfkesini zıvanadan çıkartacak kaçınılmaz gelişmeler karşısında gözünü kırpmadan kafesin kapısını açacak ve aslanları üzerimize salacak fıtratta bir şahsiyettir; çünkü iktidar, kendisi için gerçek bir varlık-yokluk sorununa dönüşmüştür!
Unutulmaması gereken, AKP ve devlet yönetiminin temel, kritik iç ve dış meselelerde aşırı hırslı ancak yarı cahil ve beceriksiz kadrolardan, “acemi büyücü çıraklarından” oluştuğudur. AKP ve esas olarak da iç kabinesiyle birlikte Tayyip Erdoğan, şimdilik mecazi, ancak giderek gerçek bir iç savaşa bile dönüşebilecek yolun taşlarını döşemektedir. Zaten başkanlık rejimi hedefi de dahil, bu iktidarın ve şefinin ayakta kalma çabaları, bu bağlamda uyguladıkları ve uygulayacakları politikalar, her adımlarında “meşruiyet” sınırlarının dışına çıkma çabaları ve elbette Kürt politikası ve bunların öngörülebilir sonuçları bir “iç savaş rejimine” gidişi işaret etmektedir.
Yukarıda da dediğimiz gibi (ve son gelişmelerle kanıtlandığı üzere) bu “iç savaş” sadece bir mecaz veya soyutlama olarak düşünülmemelidir. Bunun pek çok kanıtı vardır. “İçerden” başlayacak olursak, eski dışişleri bakanı ve yeni başbakan ve de parti ideologlarından Davutoğlu’nun daha ilk konuşmasında kendi “dokuz ışık” doktrini bağlamında “kültür” adını verdiği eski gericiliğin “restorasyonu”ndan ve o gericiliğin politik ve ideolojik simgesi olan “köklü devlet geleneğinin ihya ve inşasından” söz etmesi, o “kültürün” ve “ihya-inşa” sürecinin, hemen her alandaki kriz dinamikleri ile birlikte bu memlekette hangi çelişki, çatışma ve düşmanlıkları harekete geçireceğini düşündürmektedir.
Hükümetin dışarıdaki politikaları da bu iç politika ile uyum halindedir. Türkiye’yi yönetenlerin neoliberal-emperyal mezhepçilik temelinde bölge gücü olma heveslerinin maddi ve manevi alt yapısının yetersizliği ortaya çıkmıştır. Üstelik yeterli bir güce sahip olması halinde bile burjuvazinin Türkiyesi, bölgenin bütün tarihsel-güncel çelişki ve çatışmalarını kendi bünyesine taşımak zorunda kalacaktır. (Taşımıştır da!) Siyasi sınırları aşan tarihsel fay kırıkları üzerinden birleşen bütün iç ve dış çelişkiler Türkiye için patlayıcı bir hal almaktadır. Türkiye kendi doğusu ve güneyinde var olan dini, mezhebi, etnik, (başta Kürt sorunu) siyasi vb. bütün sorunların aktif ve uygulamalı alanı ve doğal laboratuvarıdır!
Şiddetini ve etkisini artıran bu tarihsel ve bölgesel sorunların, ülkenin kronik toplumsal krizi ve gerçekte çok hassas dengelere ve bazı açılardan pamuk ipliğine bağlı ekonomik “saadet zincirinin” parçalandığı ekonomik bir krizle birleştiğinde nelere yol açabileceğini, ipuçlarından yola çıkarak hayal edebiliriz.
Kürt Sorunu…
İçinde gerçek manada iç savaş dinamiklerini taşıdığı defalarca kanıtlanmış Kürt ulusal sorununa gelirsek: Ortada yaklaşık iki yıldır süren bir ateşkes ve duruma göre hızlandırılan veya yavaşlatılan son derece “samimiyetsiz” bir “çözüm süreci” var. Sorun o kadar önemli ki, Kürt hareketi, Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti” haline gelmesinin bu sorunun çözümüne bağlı olduğunu söylüyor. Bu daha çok, “Kürt meselesini barış yoluyla çözmek zorunda kalan devlet ve hükümet, diğer ezilenlerin de hak ve özgürlüklerini tanımak zorunda kalacaktır; Kürt meselesi çözülürse memlekette demokrasi kurulur!” anlamına geliyor. Ancak ortada bir sorun var. Devlet ve hükümet ve elbette “cumhurun yeni başkanı” Türkiye için öyle bir demokrasi perspektifine sahip olmadıkları gibi, Kürt meselesinin asıl çözümünün de, Kürt ulusal hareketinin çözülmesinden geçtiğini düşünüyorlar! Amaç, sorunun, her şeyi denetleyen despotik bir “başkanlık” altında kendi Kürtleri vasıtasıyla burjuva çözümüdür. Yani hedef, Kürt ulusal hareketinin tasfiye edilmesi, olmazsa diz çöktürülmesi yoluyla hallidir. Aynı hedefin Rojava’yı ve oradaki önderliği de kapsadığı açıkça ortadadır. Erdoğan’ın, “çözüm süreci” boyunca şimdilik zorunlu muhataplarını teröristlik, barbarlık ve hainlikle suçlamasının ve Kürdistanı kendilerine yar etmeyeceğini söylemesinin ve Kobani’yi IŞİD ve silah ambargosu vasıtasıyla düşürme politikasının nedeni budur. Devlet oyalayacak, tehdit edecek ancak Kürt hareketinin tek çözüm yolu olarak kabul ettiği “demokratik özerkliği” asla kabul etmeyecektir; ne Kuzey’de ne de Batı’da. Zorlanması halinde bir fiili duruma, bir “ikili iktidar” durumuna dönüşecek bu özerklik, sonunda iktidarı teke düşürecek bir hesaplaşmayı kaçınılmaz kılacaktır.
“Ne İlgisi Var?”
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın son olaylar üzerine konuşurken ettikleri “Rojava’nın Türkiye ile ne ilgisi var!” sözlerine herkesten önce kendilerinin inanmadıklarını bilmek için fazla bir kanıta ihtiyaç yok. Cumhurbaşkanının hazdan titreyerek ettiği “Kobani düştü düşecek!” sözü Kobani’yi ve elbette Rojava’yı nasıl bir “iç mesele” olarak gördüğünün kanıtı. Kürtler ve aslında bütün Ortadoğu halkları için felâkete dönüşebilecek bir durum kimi hükümet üyeleri ve medyadaki maymunlarının dilinde alaycı bir üslupla Kürt halkına hakaret vasıtası halini almış durumda. O ağlak suratında, Kobani’den gelen kötü haberler nedeniyle bu defa güller açan Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç neşe içinde şöyle diyor:
“Askerlerimiz çocukları kucaklarında taşıyorlar, yaşlılara yardım ediyor, insanlara su veriyorlar, mama veriyoruz, barındırıyoruz. Bir Allah razı olsun, demez mi be adam!”, “Neden PKK yardımınıza gelmedi, neden öteki kantonlara geçmediniz? Yaa, işte sizi ancak Türkiye korur. Allah bin kere razı olsun diyeceğine, taş atıyor. Hayatı taş atmakla geçmiş bunların, eşkiyalıkla geçmiş… Finlandiya’dan geldi, şimdi Ankara’da… Bunlar kantonlar kurmuşlar. Aman Allahım! Nerede kantonlar, nerede silahlı güçler şimdi!” Belli ki Kobani, Arınç için de doğrudan bir iç mesele!
Hükümetin Kobani’yi düşürme (tabii ki diğer kantonları da) politikasının yanı sıra bu hakarete varan alaycı dilin nasıl bir öfkeye ve kanlı sonuçlara yol açtığını hep beraber görmüş bulunuyoruz. Bu öfkenin sadece artık Kürt ulusal varlığının sembolüne dönüşmüş olan Kobani ile sınırlı olmadığı, hatta esas olarak sonuçları giderek daha fazla kestirilmeye başlanan “çözüm süreci”ne ve hükümetin kötü niyetlerine ilişkin olduğunu söyleyebiliriz.
İç Savaş Rejimleri
“İç savaş rejimine doğru” tespitine dönecek olursak. Bir iç savaş rejimi, doğrudan ve somut iç savaş örnekleri dışında (İspanya, Yunanistan, Kolombiya, Suriye vb.) iki biçimde ortaya çıkar. Bunlardan biri faşist rejimlerdir. Bunlar birer iç savaş rejimidir. Rejim, sınıfsal ve politik muhalefeti iyice ezip atomize etmiş olsa da hem yeniden toparlanıp ortaya çıkmasını engellemek, hem rejimin “istikrarının” devamını sağlamak, hem de sınıfsal karakterinin gerekleri açısından tek yönlü bir sınıf savaşını sürekli hale getirmek zorundadır. Rejime karşı çıkan veya çıkabilecek olan bütün güçler “düşmandır”! Bu iş resmi devlet güçlerinin yanı sıra yarı resmi kitle örgütleri ve paramiliter güçler eliyle yürütülür. Toplumun bütün birim ve hücreleri bir terör rejimiyle denetim altına alınmıştır.
Aynı durum farklı dozlarda ve kısmen farklı araçlarla da olsa burjuvazinin çeşitli baskı rejimlerinde de görülür. (Askeri diktatörlük, Bonapartist rejimler vb…)
Bir diğer “iç savaş rejimi” örneği ise henüz yok edilememiş veya hâlâ yeterli savaşma kudretine sahip muhalif güçlerin olduğu, toplumsal, siyasal mücadelenin sürdüğü, muhalefetin artık “iç düşman” (elbette “dış düşmanlarla” ittifak halinde!) kategorisine alındığı yerlerde görülür. Bunlar silahlı kuvvetlerin iç operasyonlarda ve muhalif kitlesel hareketlere karşı sıklıkla kullanıldığı polis devletleridir. Uygun baskı yasalarının yanı sıra pek çok zaman bu yasaları bile aşan polis uygulamaları ile toplum baskı altında tutulur.
Türkiye bu ikinci örneğin inşası yoluna hızla girmiştir. “Önceki Türkiye’nin” yarı-Bonapartist “asker-polis” devleti yeni Türkiye’nin “polis-asker” devletine dönüşmektedir. Bu bağlamda, gözaltı ve tutuklamaya ilişkin ağır yasal tedbirlerin yanı sıra zaten yetki ve dokunulmazlığı epeyce geniş tutulan polisin bu kez doğrudan ateş açma, tedbir amacıyla gözaltına alma vb. yetkilerle donatılması gündemdedir. Cumhurbaşkanı’nın “Bakın görün neler yapacağız…” veya İçişleri Bakanı’nın “Misliyle karşılık verilecektir!” türü konuşmaları boşa değildir. Bu arada “misliyle karşılık”ın Suriye’ye karşı “angajman kuralları” kapsamında genelkurmayca kullanılan bir dil olduğunu unutmayalım. Bu söylem, iç güvenlikten sorumlu bakanın karşısındakilere aynı zamanda “terörist”, “dış düşman” ve “beşinci kol” gözüyle baktığını da göstermektedir!
Ancak Kobani’ye ilişkin son Kürt serhıldanı, tehlikenin yalnızca “polis vazife ve salahiyetleriyle” sınırlı olmadığını, “iç savaş rejimini” gerçek bir iç savaşa dönüştürebilecek çatışma potansiyelinin olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu kez Kobani için harekete geçen kitlelerin karşısına devlet kuvvetlerinin yanı sıra Türkçü-İslamcı faşistler (Türk-İslam Ülkücüleri!) ve IŞİD ile şu veya bu derecede maddi-manevi bağı olan İslamcılar çıkartılmıştır. Saldırılar esnasında yüzlerini ve ellerindeki silahları gizleme ihtiyacını bile duymayan çoğu lümpenlerden oluşan, devletine ve polisine sahip çıkma hissiyatı içindeki kitlelerin devlet güvencesinde oldukları görülmektedir. (Ruanda’daki Hutu milisleri misali!) Bu güçlerin varlığı her ne kadar sürpriz olmasa da, Kürt ulusal hareketine karşı bir tehdit, tedip (terbiye etme, ceza verme) unsuru olarak devlet tarafından kullanılmaları bu kez çok daha ciddi bir tehlikeyi ortaya koymaktadır.
Muhtemel Sonuçlar-Askeri ihtimaller!
Bu tehlikenin bizim tarafa ilişkin yönünden önce hükümete ve elbette, hatta esas olarak Cumhurbaşkanı’na ve hayallerine ilişkin yönüne kısaca değinelim. Kurnaz ancak yarı cahil, bazen de zır cahil “acemi büyücü çıraklarının” en büyük sorunu, şişeden çıkardıkları cinleri gerektiğinde tekrar şişeye sokamamalarıdır. Denetleyebileceklerini zannederek harekete geçirdikleri güçler bir süre sonra denetimden çıkarak kendi dinamikleriyle hareket etmeye başlayabilecekleri gibi, bazen onları da denetlemeye başlar. Üstelik bu güçlerin bir süre sonra başka birtakım siyasi odakların, resmi-yarı resmi “yeraltı birimlerinin” farklı amaçlarına hizmet eder hale gelmeleri de mümkündür. İşin çığırından çıktığı durumlarda durumu “kurtarma” ve toparlama işi genellikle memleketin ve devletin en geleneksel, güçlü ve silahlı kurumuna düşer! (İsteyen Demirel’e sorabilir; kendisi halen hayatta!) Abdullah Öcalan’ın sözünü ettiği “darbe süreci” budur! TSK, çok yakın bir zamana kadar yarı-Bonapartist bir rejim altında sürdürdüğü, ancak birkaç yıldır kaybettiği siyasi denetimi, olayların iç savaş dinamiklerini harekete geçirdiği oranda bu kez bir Bonapartizm veya doğrudan askeri diktatörlük olarak yeniden ele geçirebilir; hem de başta “orta sınıflar” olmak üzere geniş kitlelerin destek ve alkışları arasında. Kısacası bir “iç savaş rejimini” yaratacağı kaotik ortam nedeniyle bir “askeri dönemin” izlemesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun nasıl bir dönem olacağını genel kestirimlerin dışında bütün detay ve sonuçları açısından bilemeyecek olsak da en azından Recep Tayyip Erdoğansız ve AKP’siz bir dönem olacağını söyleyebiliriz…
İşin bir diğer yönü de Kürt siyasi hareketi ve elbette bu ülkenin Türk ve Kürt sol, sosyalist hareketi ve emekçileri ile ilgili boyutudur. Çok büyük bir ihtimalle “ülkedeki kardeş kavgasını önlemek amacıyla” gelecek askeri bir rejimin “bizim bu tarafta” yol açacağı sonuçların neler olacağı bir yana, içinde “faşizmin” de yer aldığı bunca ağır ve iç karatıcı tahliller yapıp da sonra hiçbir şey yokmuş gibi veya “olağan” halimizle yaşamak mümkün değildir. Tabii, daha sonra “yenilginin nedeni olarak düşmanı göstermek” gibi her türlü özeleştiriden azade bir tavır takınılmayacaksa! (Sahi, 12 Eylül yenilgisinin sol tarafından yapılmış dişe dokunur bir özeleştirisini hatırlayan var mı?) Siyasi olarak “sorumlu davranmak” her daim “pasifizm” anlamına gelmez. “Aman kıpraşmayın faşizm gelir!” türü zırvalarla işimiz olmasa da (Çünkü faşizmin “bizim” dışımızda çok önemli başka nedenleri de vardır; sınıf savaşları gibi!) devrimcilerin, mücadelenin gereklerini yerine getirme, bütün hazırlıklarını yapma, güç dengelerini ve dinamikleri doğru değerlendirme, her türlü sonucu hesaba katma, sonraki adımları hesaplama, doğru zamanlama ve gerçekleri bütün açıklığıyla kitlelere anlatma gibi siyasi sorumlulukları olduğunu da unutmamak gerekir.
Son olaylara dönecek olursak; bir çağrı yapılmasaydı da hükümet tarafından aşağılandığını ve aldatıldığını haklı olarak düşünen Kürt halkının ve gençliğinin kendiliğinden öfke patlaması kaçınılmazdı. Kitlelerin kendiliğinden eylemi, büyük tarihsel dönüşümlerin zorunlu “hammaddesi” olduğu gibi aynı zamanda öyle istenildiği zaman ve durumlarda kolaylıkla zapturapt altına alınamaz. Ancak her siyasi önderliğin, kendiliğinden veya yarı kendiliğinden hareketi, devrimci dinamiklerini yok etmeden (Ki, ihanet böyle bir şeydir.) eğitip örgütleyerek hedefe yönlendirmesi sadece siyasi değil, aynı zamanda tarihsel bir zarurettir. Bu zaruret kendiliğinden kitle hareketlerinin büyüklüğü ve yıkıcılığı oranında daha da önem kazanır. Bir önderlik açısından eylem çağrısının sonuçlarının ve muhtemel sonuçlara göre bir sonraki adımın hesap edilmiş olması (elbette hesabın doğru yapılmış olması şartıyla) zorunludur. Bu aynı zamanda eylemin kendisinin, bazıları kaçınılmaz çeşitli hatalar, doğrudan polis-asker şiddeti, devlet kaynaklı provokasyonlar, psikolojik savaş tekniklerinin de devreye girmesiyle asıl hedefinin önüne geçmesini önlemek veya “asıl amacın aslında o olmadığı” yalanını boşa çıkarmak açısından önemlidir. (Kobani’nin neredeyse unutulması veya unutturulmak istenmesi) Eylemin kendiliğinden değil de bilinçli bir eylem, hatta bazı durumlarda kesinlikle gerekli olan bir “bilek güreşi” olması durumunda ise bu sorumluluk kat be kat artar. Eylem çağrısını yapan bir siyasi önderliğin (HDP), eylemin sona erdirilmesini aynı bütünlük içindeki, ancak başka bir önderlikten istemesi (KCK) politik olarak yanlıştır. Bu, partinin Türkiye çapında oynamak istediği role ve elde etmeye çalıştığı güvenilirliğine aykırı olduğu gibi, çözüm konusunda en ufak bir samimiyet belirtisi göstermeyen devlet yönetimine de Kürt ulusal hareketinin çeşitli kesim ve önderliklerini “birbirinden ayırma” ve çelişkiye düşürme veya öyle gösterme taktiğine avantaj sağlar. Devrimci sorumluluk talebinin öncelikli muhatabı sokaktaki öfkeli insan değil, siyasi önderliklerdir. Unutulmaması gereken, hareket içindeki tek değişkenin ve tek dinamiğin “biz” olmadığıdır. Aksi halde hiçbir sorun yaşanmazdı. Ancak sorun, güçlerden birinin hareketinin ister kendiliğinden, isterse provokasyon sonucu olsun diğer güçleri de harekete geçirmesidir. Üstelik karşıda yüzlerce yıllık “hinlik ve kötülük” tecrübesine sahip, bütün karşı devrimci güçlerle şu veya bu şekilde ilişkili organize bir güç, devlet vardır. Örgütlü ve gerçekten planlı bir önderliğin zorunluluğunun asıl nedeni budur.
Bizim Cenah…
Sosyalist harekete gelince. Bu ülkenin devrimci sosyalist güçleri, uzun zamandır sürmekte olan “kötü” durumlarının bilincinde olarak, ezilen ulusla, o ulusun asıl devrimci gücü Kürt emekçileriyle enternasyonalist dayanışma ve ittifak tavrından asla vaz geçmeden kendi varlıklarını bağımsız bir biçimde inşa etmek zorundadır. Bu elbette işçi sınıfından değil, burjuvaziden ve küçük burjuva önderlikler altındaki ulusal hareketlerden bağımsızlık anlamına gelir. Devrimci sosyalizmin ulusal hareketlerle ilişkisi gerçek manada “eleştirel” bir ilişki olmak zorundadır. Bu hem sosyalistler hem de ulusal hareketler açısından en yararlı ve dostane ilişki biçimidir.
Bir ittifakın müttefiklere yarar sağlaması onların bağımsızlıklarını korumalarının yanı sıra karşılıklı güçlerine de bağlıdır. Ulusal hareketin sosyalist harekete nazaran “orantısız” bir güce sahip olduğu, üstelik “Marksizmi aştığı” ve bütün ülke için nihai hedef olarak “demokratik cumhuriyeti” koyduğu bir durumda, devrimci sosyalistlerin ideolojik, politik ve örgütsel “bağımsızlığı” hayati bir önem kazanır. Bu aynı zamanda işçi ve emekçilerin burjuvazi ve küçük burjuvazi karşısındaki bağımsızlığının da teminatıdır.
Bir ulusal hareketin kendi önceliklerinin, strateji ve taktiklerinin, ulusal ve uluslararası politika ve ittifaklarının kaçınılmaz farklılığının yaratacağı hayal kırıklıklarından kurtulmanın tek yolu devrimci sosyalizmin kendi sınıfsal önceliklerini esas alarak varlığını inşa etmesidir. İttifaklar gerçek toplumsal ve siyasal güçler arasında kurulur; aksi halde sosyalistler için bir “proje aracına” dönüşmek kaçınılmazdır.
Her cephenin birinci kuralı, “Bayrakları karıştırmadan, ayrı ayrı yürüyüp birlikte vurmaktır!” Eğer yaklaşan tehlikenin, bir kez daha “yaklaşan felâkete” dönüşmesini istemiyorsak, devrimci bir önderlik inşası ile birlikte ortak bir mücadelenin temellerini de hızla atmalıyız.

Hiç yorum yok: