Hakkı Yükselen
“Bir Nevi İç Savaşa Doğru” adlı yazıda Gezi’nin Cumhurbaşkanı’nın (o
zaman başbakandı) talihinin dönüm noktası olduğunu; “artık her şeyi
denetlediğini, belki de sonsuz ve sorunsuz iktidarını müjdeleyen ilahi
mesajın geldiğini bile düşündüğü bir noktada yaşadığı büyük hayal
kırıklığı ve manevi yıkım nedeniyle siyasi aklını kaybettiğini ve
içgüdüleriyle davranmaya başladığını” belirtmiştim.
Bu durum sadece karşısına çıkan muhalefetin çapının ve mücadele
potansiyelinin kendisinde yarattığı şaşkınlık ve yıkımla ilgili değildi.
Gezi, o yazıda da belirtildiği gibi aynı zamanda ve belki de esas
olarak, “sağın hegemonik, ebedi ve otoriter iktidarı” anlamına gelecek
bir başkanlık rejiminin Türkiye’de nelere yol açabileceğini ortaya
çıkararak, Başbakan’ın ‘Türkiye usulü başkanlık’ planlarını altüst eden”
bir tarihsel dönemeçti. Olayların Erdoğan’ın ruhunda yol açtığı yıkım
ve öfkenin zannedildiğinden daha büyük olmasının nedeni de buydu.
Yazıda, “Başbakan’ın ‘başkanlığının’ ve hatta sürmesi halinde
başbakanlığının bir nevi “iç savaş rejimi” olacağı” ifade edilmişti.
Seçimden Sonra…
Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye yeni ve daha tehlikeli bir döneme
girdi. Bu tehlike AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın eskisinden daha güçlü
olmasından değil, aksine önemli ölçüde maddi manevi güç kaybından, iç ve
dış politikalarının giderek daha fazla çıkmaza ve adeta dönüşü olmayan
bir yola girmesinden kaynaklanmaktadır. Üstelik bu güç kaybı, Ortadoğu
krizinin Türkiye içindeki “fay kırıkları” yoluyla yaratacağı
toplumsal-siyasi sarsıntılar; kapitalizmin büyük krizinin bugüne kadar
sınırlandırılabilmiş, ancak ne zaman ve nasıl patlayacağı tam olarak
bilinmeyen iç ve dış etkileri; eskisinin devamı veya yeni siyasi ve
ekonomik skandallar; hükümetin bölgesel ve uluslararası politikalarının
“dost-düşman” dış güçlerle yaratacağı sorunlar bağlamında daha da büyük
tehlikelere yol açacaktır.
Bütün bunlar hesaba katıldığında, Türkiye şartlarında “normal ve makul”
bir liderin, şimdilik de olsa ufaktan sipere girip profil düşürmesi,
hedef küçültmesi gerekirken, aynı şeyleri bizim yeni Cumhurbaşkanı’ndan
veya kendi deyişiyle “cumhurun başkanından” beklemek abestir.
Cumhurbaşkanlığı, mesela bir Süleyman Demirel için devletin Kürt
politikasının çok kanlı bir döneme girmesi üzerine (90’lar) “tarafsız
cumhurbaşkanı” kisvesiyle çekildiği bir siperken, Tayyip Erdoğan için
yeni bir savaş alanıdır. Abdullah Gül gibi Kemalist devlet geleneğinden
olmayan bir kişi için bile, başlangıçta onca gürültüye rağmen, sakin bir
limana dönüşen cumhurbaşkanlığı makamı, yeni dönemde bütün dikkatlerin,
öfkelerin, çatışmaların odağı olacaktır. Üstelik yeni cumhurbaşkanı,
yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ve kendi kişiliğinden dolayı
yeterince riskli hale gelmiş olan makamı ile de yetinmeyerek
“başkanlığı” hedeflemektedir. Var olan yetkilerini “kanırta kanırta”
kullanacak “sorumsuz” ve partili bir cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın
gerçek amacı, Türkiye’de neoliberal-dindar-muhafazakâr sağın,
“milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin anayasal ve “ebedi” iktidarını
kurmaktır.
Bir İç Savaş Rejimi veya Aslanlara Yem Olmak!
Elbette “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar!” Ancak tanıdığımız
kadarıyla Erdoğan, gönlündeki “aslanı” kafesinde besleyecek bir kişi
değildir. O giderek sinirlerini bozacak ve öfkesini zıvanadan çıkartacak
kaçınılmaz gelişmeler karşısında gözünü kırpmadan kafesin kapısını
açacak ve aslanları üzerimize salacak fıtratta bir şahsiyettir; çünkü
iktidar, kendisi için gerçek bir varlık-yokluk sorununa dönüşmüştür!
Unutulmaması gereken, AKP ve devlet yönetiminin temel, kritik iç ve dış
meselelerde aşırı hırslı ancak yarı cahil ve beceriksiz kadrolardan,
“acemi büyücü çıraklarından” oluştuğudur. AKP ve esas olarak da iç
kabinesiyle birlikte Tayyip Erdoğan, şimdilik mecazi, ancak giderek
gerçek bir iç savaşa bile dönüşebilecek yolun taşlarını döşemektedir.
Zaten başkanlık rejimi hedefi de dahil, bu iktidarın ve şefinin ayakta
kalma çabaları, bu bağlamda uyguladıkları ve uygulayacakları
politikalar, her adımlarında “meşruiyet” sınırlarının dışına çıkma
çabaları ve elbette Kürt politikası ve bunların öngörülebilir sonuçları
bir “iç savaş rejimine” gidişi işaret etmektedir.
Yukarıda da dediğimiz gibi (ve son gelişmelerle kanıtlandığı üzere) bu
“iç savaş” sadece bir mecaz veya soyutlama olarak düşünülmemelidir.
Bunun pek çok kanıtı vardır. “İçerden” başlayacak olursak, eski
dışişleri bakanı ve yeni başbakan ve de parti ideologlarından
Davutoğlu’nun daha ilk konuşmasında kendi “dokuz ışık” doktrini
bağlamında “kültür” adını verdiği eski gericiliğin “restorasyonu”ndan ve
o gericiliğin politik ve ideolojik simgesi olan “köklü devlet
geleneğinin ihya ve inşasından” söz etmesi, o “kültürün” ve “ihya-inşa”
sürecinin, hemen her alandaki kriz dinamikleri ile birlikte bu
memlekette hangi çelişki, çatışma ve düşmanlıkları harekete geçireceğini
düşündürmektedir.
Hükümetin dışarıdaki politikaları da bu iç politika ile uyum halindedir.
Türkiye’yi yönetenlerin neoliberal-emperyal mezhepçilik temelinde bölge
gücü olma heveslerinin maddi ve manevi alt yapısının yetersizliği
ortaya çıkmıştır. Üstelik yeterli bir güce sahip olması halinde bile
burjuvazinin Türkiyesi, bölgenin bütün tarihsel-güncel çelişki ve
çatışmalarını kendi bünyesine taşımak zorunda kalacaktır. (Taşımıştır
da!) Siyasi sınırları aşan tarihsel fay kırıkları üzerinden birleşen
bütün iç ve dış çelişkiler Türkiye için patlayıcı bir hal almaktadır.
Türkiye kendi doğusu ve güneyinde var olan dini, mezhebi, etnik, (başta
Kürt sorunu) siyasi vb. bütün sorunların aktif ve uygulamalı alanı ve
doğal laboratuvarıdır!
Şiddetini ve etkisini artıran bu tarihsel ve bölgesel sorunların,
ülkenin kronik toplumsal krizi ve gerçekte çok hassas dengelere ve bazı
açılardan pamuk ipliğine bağlı ekonomik “saadet zincirinin” parçalandığı
ekonomik bir krizle birleştiğinde nelere yol açabileceğini,
ipuçlarından yola çıkarak hayal edebiliriz.
Kürt Sorunu…
İçinde gerçek manada iç savaş dinamiklerini taşıdığı defalarca
kanıtlanmış Kürt ulusal sorununa gelirsek: Ortada yaklaşık iki yıldır
süren bir ateşkes ve duruma göre hızlandırılan veya yavaşlatılan son
derece “samimiyetsiz” bir “çözüm süreci” var. Sorun o kadar önemli ki,
Kürt hareketi, Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti” haline
gelmesinin bu sorunun çözümüne bağlı olduğunu söylüyor. Bu daha çok,
“Kürt meselesini barış yoluyla çözmek zorunda kalan devlet ve hükümet,
diğer ezilenlerin de hak ve özgürlüklerini tanımak zorunda kalacaktır;
Kürt meselesi çözülürse memlekette demokrasi kurulur!” anlamına geliyor.
Ancak ortada bir sorun var. Devlet ve hükümet ve elbette “cumhurun yeni
başkanı” Türkiye için öyle bir demokrasi perspektifine sahip
olmadıkları gibi, Kürt meselesinin asıl çözümünün de, Kürt ulusal
hareketinin çözülmesinden geçtiğini düşünüyorlar! Amaç, sorunun, her
şeyi denetleyen despotik bir “başkanlık” altında kendi Kürtleri
vasıtasıyla burjuva çözümüdür. Yani hedef, Kürt ulusal hareketinin
tasfiye edilmesi, olmazsa diz çöktürülmesi yoluyla hallidir. Aynı
hedefin Rojava’yı ve oradaki önderliği de kapsadığı açıkça ortadadır.
Erdoğan’ın, “çözüm süreci” boyunca şimdilik zorunlu muhataplarını
teröristlik, barbarlık ve hainlikle suçlamasının ve Kürdistanı
kendilerine yar etmeyeceğini söylemesinin ve Kobani’yi IŞİD ve silah
ambargosu vasıtasıyla düşürme politikasının nedeni budur. Devlet
oyalayacak, tehdit edecek ancak Kürt hareketinin tek çözüm yolu olarak
kabul ettiği “demokratik özerkliği” asla kabul etmeyecektir; ne Kuzey’de
ne de Batı’da. Zorlanması halinde bir fiili duruma, bir “ikili iktidar”
durumuna dönüşecek bu özerklik, sonunda iktidarı teke düşürecek bir
hesaplaşmayı kaçınılmaz kılacaktır.
“Ne İlgisi Var?”
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın son olaylar üzerine konuşurken ettikleri
“Rojava’nın Türkiye ile ne ilgisi var!” sözlerine herkesten önce
kendilerinin inanmadıklarını bilmek için fazla bir kanıta ihtiyaç yok.
Cumhurbaşkanının hazdan titreyerek ettiği “Kobani düştü düşecek!” sözü
Kobani’yi ve elbette Rojava’yı nasıl bir “iç mesele” olarak gördüğünün
kanıtı. Kürtler ve aslında bütün Ortadoğu halkları için felâkete
dönüşebilecek bir durum kimi hükümet üyeleri ve medyadaki maymunlarının
dilinde alaycı bir üslupla Kürt halkına hakaret vasıtası halini almış
durumda. O ağlak suratında, Kobani’den gelen kötü haberler nedeniyle bu
defa güller açan Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç neşe içinde şöyle diyor:
“Askerlerimiz çocukları kucaklarında taşıyorlar, yaşlılara yardım
ediyor, insanlara su veriyorlar, mama veriyoruz, barındırıyoruz. Bir
Allah razı olsun, demez mi be adam!”, “Neden PKK yardımınıza gelmedi,
neden öteki kantonlara geçmediniz? Yaa, işte sizi ancak Türkiye korur.
Allah bin kere razı olsun diyeceğine, taş atıyor. Hayatı taş atmakla
geçmiş bunların, eşkiyalıkla geçmiş… Finlandiya’dan geldi, şimdi
Ankara’da… Bunlar kantonlar kurmuşlar. Aman Allahım! Nerede kantonlar,
nerede silahlı güçler şimdi!” Belli ki Kobani, Arınç için de doğrudan
bir iç mesele!
Hükümetin Kobani’yi düşürme (tabii ki diğer kantonları da) politikasının
yanı sıra bu hakarete varan alaycı dilin nasıl bir öfkeye ve kanlı
sonuçlara yol açtığını hep beraber görmüş bulunuyoruz. Bu öfkenin sadece
artık Kürt ulusal varlığının sembolüne dönüşmüş olan Kobani ile sınırlı
olmadığı, hatta esas olarak sonuçları giderek daha fazla kestirilmeye
başlanan “çözüm süreci”ne ve hükümetin kötü niyetlerine ilişkin olduğunu
söyleyebiliriz.
İç Savaş Rejimleri
“İç savaş rejimine doğru” tespitine dönecek olursak. Bir iç savaş
rejimi, doğrudan ve somut iç savaş örnekleri dışında (İspanya,
Yunanistan, Kolombiya, Suriye vb.) iki biçimde ortaya çıkar. Bunlardan
biri faşist rejimlerdir. Bunlar birer iç savaş rejimidir. Rejim,
sınıfsal ve politik muhalefeti iyice ezip atomize etmiş olsa da hem
yeniden toparlanıp ortaya çıkmasını engellemek, hem rejimin
“istikrarının” devamını sağlamak, hem de sınıfsal karakterinin gerekleri
açısından tek yönlü bir sınıf savaşını sürekli hale getirmek
zorundadır. Rejime karşı çıkan veya çıkabilecek olan bütün güçler
“düşmandır”! Bu iş resmi devlet güçlerinin yanı sıra yarı resmi kitle
örgütleri ve paramiliter güçler eliyle yürütülür. Toplumun bütün birim
ve hücreleri bir terör rejimiyle denetim altına alınmıştır.
Aynı durum farklı dozlarda ve kısmen farklı araçlarla da olsa
burjuvazinin çeşitli baskı rejimlerinde de görülür. (Askeri diktatörlük,
Bonapartist rejimler vb…)
Bir diğer “iç savaş rejimi” örneği ise henüz yok edilememiş veya hâlâ
yeterli savaşma kudretine sahip muhalif güçlerin olduğu, toplumsal,
siyasal mücadelenin sürdüğü, muhalefetin artık “iç düşman” (elbette “dış
düşmanlarla” ittifak halinde!) kategorisine alındığı yerlerde görülür.
Bunlar silahlı kuvvetlerin iç operasyonlarda ve muhalif kitlesel
hareketlere karşı sıklıkla kullanıldığı polis devletleridir. Uygun baskı
yasalarının yanı sıra pek çok zaman bu yasaları bile aşan polis
uygulamaları ile toplum baskı altında tutulur.
Türkiye bu ikinci örneğin inşası yoluna hızla girmiştir. “Önceki
Türkiye’nin” yarı-Bonapartist “asker-polis” devleti yeni Türkiye’nin
“polis-asker” devletine dönüşmektedir. Bu bağlamda, gözaltı ve
tutuklamaya ilişkin ağır yasal tedbirlerin yanı sıra zaten yetki ve
dokunulmazlığı epeyce geniş tutulan polisin bu kez doğrudan ateş açma,
tedbir amacıyla gözaltına alma vb. yetkilerle donatılması gündemdedir.
Cumhurbaşkanı’nın “Bakın görün neler yapacağız…” veya İçişleri
Bakanı’nın “Misliyle karşılık verilecektir!” türü konuşmaları boşa
değildir. Bu arada “misliyle karşılık”ın Suriye’ye karşı “angajman
kuralları” kapsamında genelkurmayca kullanılan bir dil olduğunu
unutmayalım. Bu söylem, iç güvenlikten sorumlu bakanın karşısındakilere
aynı zamanda “terörist”, “dış düşman” ve “beşinci kol” gözüyle baktığını
da göstermektedir!
Ancak Kobani’ye ilişkin son Kürt serhıldanı, tehlikenin yalnızca “polis
vazife ve salahiyetleriyle” sınırlı olmadığını, “iç savaş rejimini”
gerçek bir iç savaşa dönüştürebilecek çatışma potansiyelinin olduğunu
bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu kez Kobani için harekete geçen
kitlelerin karşısına devlet kuvvetlerinin yanı sıra Türkçü-İslamcı
faşistler (Türk-İslam Ülkücüleri!) ve IŞİD ile şu veya bu derecede
maddi-manevi bağı olan İslamcılar çıkartılmıştır. Saldırılar esnasında
yüzlerini ve ellerindeki silahları gizleme ihtiyacını bile duymayan çoğu
lümpenlerden oluşan, devletine ve polisine sahip çıkma hissiyatı
içindeki kitlelerin devlet güvencesinde oldukları görülmektedir.
(Ruanda’daki Hutu milisleri misali!) Bu güçlerin varlığı her ne kadar
sürpriz olmasa da, Kürt ulusal hareketine karşı bir tehdit, tedip
(terbiye etme, ceza verme) unsuru olarak devlet tarafından
kullanılmaları bu kez çok daha ciddi bir tehlikeyi ortaya koymaktadır.
Muhtemel Sonuçlar-Askeri ihtimaller!
Bu tehlikenin bizim tarafa ilişkin yönünden önce hükümete ve elbette,
hatta esas olarak Cumhurbaşkanı’na ve hayallerine ilişkin yönüne kısaca
değinelim. Kurnaz ancak yarı cahil, bazen de zır cahil “acemi büyücü
çıraklarının” en büyük sorunu, şişeden çıkardıkları cinleri gerektiğinde
tekrar şişeye sokamamalarıdır. Denetleyebileceklerini zannederek
harekete geçirdikleri güçler bir süre sonra denetimden çıkarak kendi
dinamikleriyle hareket etmeye başlayabilecekleri gibi, bazen onları da
denetlemeye başlar. Üstelik bu güçlerin bir süre sonra başka birtakım
siyasi odakların, resmi-yarı resmi “yeraltı birimlerinin” farklı
amaçlarına hizmet eder hale gelmeleri de mümkündür. İşin çığırından
çıktığı durumlarda durumu “kurtarma” ve toparlama işi genellikle
memleketin ve devletin en geleneksel, güçlü ve silahlı kurumuna düşer!
(İsteyen Demirel’e sorabilir; kendisi halen hayatta!) Abdullah Öcalan’ın
sözünü ettiği “darbe süreci” budur! TSK, çok yakın bir zamana kadar
yarı-Bonapartist bir rejim altında sürdürdüğü, ancak birkaç yıldır
kaybettiği siyasi denetimi, olayların iç savaş dinamiklerini harekete
geçirdiği oranda bu kez bir Bonapartizm veya doğrudan askeri diktatörlük
olarak yeniden ele geçirebilir; hem de başta “orta sınıflar” olmak
üzere geniş kitlelerin destek ve alkışları arasında. Kısacası bir “iç
savaş rejimini” yaratacağı kaotik ortam nedeniyle bir “askeri dönemin”
izlemesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun nasıl bir dönem olacağını genel
kestirimlerin dışında bütün detay ve sonuçları açısından bilemeyecek
olsak da en azından Recep Tayyip Erdoğansız ve AKP’siz bir dönem
olacağını söyleyebiliriz…
İşin bir diğer yönü de Kürt siyasi hareketi ve elbette bu ülkenin Türk
ve Kürt sol, sosyalist hareketi ve emekçileri ile ilgili boyutudur. Çok
büyük bir ihtimalle “ülkedeki kardeş kavgasını önlemek amacıyla” gelecek
askeri bir rejimin “bizim bu tarafta” yol açacağı sonuçların neler
olacağı bir yana, içinde “faşizmin” de yer aldığı bunca ağır ve iç
karatıcı tahliller yapıp da sonra hiçbir şey yokmuş gibi veya “olağan”
halimizle yaşamak mümkün değildir. Tabii, daha sonra “yenilginin nedeni
olarak düşmanı göstermek” gibi her türlü özeleştiriden azade bir tavır
takınılmayacaksa! (Sahi, 12 Eylül yenilgisinin sol tarafından yapılmış
dişe dokunur bir özeleştirisini hatırlayan var mı?) Siyasi olarak
“sorumlu davranmak” her daim “pasifizm” anlamına gelmez. “Aman
kıpraşmayın faşizm gelir!” türü zırvalarla işimiz olmasa da (Çünkü
faşizmin “bizim” dışımızda çok önemli başka nedenleri de vardır; sınıf
savaşları gibi!) devrimcilerin, mücadelenin gereklerini yerine getirme,
bütün hazırlıklarını yapma, güç dengelerini ve dinamikleri doğru
değerlendirme, her türlü sonucu hesaba katma, sonraki adımları
hesaplama, doğru zamanlama ve gerçekleri bütün açıklığıyla kitlelere
anlatma gibi siyasi sorumlulukları olduğunu da unutmamak gerekir.
Son olaylara dönecek olursak; bir çağrı yapılmasaydı da hükümet
tarafından aşağılandığını ve aldatıldığını haklı olarak düşünen Kürt
halkının ve gençliğinin kendiliğinden öfke patlaması kaçınılmazdı.
Kitlelerin kendiliğinden eylemi, büyük tarihsel dönüşümlerin zorunlu
“hammaddesi” olduğu gibi aynı zamanda öyle istenildiği zaman ve
durumlarda kolaylıkla zapturapt altına alınamaz. Ancak her siyasi
önderliğin, kendiliğinden veya yarı kendiliğinden hareketi, devrimci
dinamiklerini yok etmeden (Ki, ihanet böyle bir şeydir.) eğitip
örgütleyerek hedefe yönlendirmesi sadece siyasi değil, aynı zamanda
tarihsel bir zarurettir. Bu zaruret kendiliğinden kitle hareketlerinin
büyüklüğü ve yıkıcılığı oranında daha da önem kazanır. Bir önderlik
açısından eylem çağrısının sonuçlarının ve muhtemel sonuçlara göre bir
sonraki adımın hesap edilmiş olması (elbette hesabın doğru yapılmış
olması şartıyla) zorunludur. Bu aynı zamanda eylemin kendisinin,
bazıları kaçınılmaz çeşitli hatalar, doğrudan polis-asker şiddeti,
devlet kaynaklı provokasyonlar, psikolojik savaş tekniklerinin de
devreye girmesiyle asıl hedefinin önüne geçmesini önlemek veya “asıl
amacın aslında o olmadığı” yalanını boşa çıkarmak açısından önemlidir.
(Kobani’nin neredeyse unutulması veya unutturulmak istenmesi) Eylemin
kendiliğinden değil de bilinçli bir eylem, hatta bazı durumlarda
kesinlikle gerekli olan bir “bilek güreşi” olması durumunda ise bu
sorumluluk kat be kat artar. Eylem çağrısını yapan bir siyasi önderliğin
(HDP), eylemin sona erdirilmesini aynı bütünlük içindeki, ancak başka
bir önderlikten istemesi (KCK) politik olarak yanlıştır. Bu, partinin
Türkiye çapında oynamak istediği role ve elde etmeye çalıştığı
güvenilirliğine aykırı olduğu gibi, çözüm konusunda en ufak bir
samimiyet belirtisi göstermeyen devlet yönetimine de Kürt ulusal
hareketinin çeşitli kesim ve önderliklerini “birbirinden ayırma” ve
çelişkiye düşürme veya öyle gösterme taktiğine avantaj sağlar. Devrimci
sorumluluk talebinin öncelikli muhatabı sokaktaki öfkeli insan değil,
siyasi önderliklerdir. Unutulmaması gereken, hareket içindeki tek
değişkenin ve tek dinamiğin “biz” olmadığıdır. Aksi halde hiçbir sorun
yaşanmazdı. Ancak sorun, güçlerden birinin hareketinin ister
kendiliğinden, isterse provokasyon sonucu olsun diğer güçleri de
harekete geçirmesidir. Üstelik karşıda yüzlerce yıllık “hinlik ve
kötülük” tecrübesine sahip, bütün karşı devrimci güçlerle şu veya bu
şekilde ilişkili organize bir güç, devlet vardır. Örgütlü ve gerçekten
planlı bir önderliğin zorunluluğunun asıl nedeni budur.
Bizim Cenah…
Sosyalist harekete gelince. Bu ülkenin devrimci sosyalist güçleri, uzun
zamandır sürmekte olan “kötü” durumlarının bilincinde olarak, ezilen
ulusla, o ulusun asıl devrimci gücü Kürt emekçileriyle enternasyonalist
dayanışma ve ittifak tavrından asla vaz geçmeden kendi varlıklarını
bağımsız bir biçimde inşa etmek zorundadır. Bu elbette işçi sınıfından
değil, burjuvaziden ve küçük burjuva önderlikler altındaki ulusal
hareketlerden bağımsızlık anlamına gelir. Devrimci sosyalizmin ulusal
hareketlerle ilişkisi gerçek manada “eleştirel” bir ilişki olmak
zorundadır. Bu hem sosyalistler hem de ulusal hareketler açısından en
yararlı ve dostane ilişki biçimidir.
Bir ittifakın müttefiklere yarar sağlaması onların bağımsızlıklarını
korumalarının yanı sıra karşılıklı güçlerine de bağlıdır. Ulusal
hareketin sosyalist harekete nazaran “orantısız” bir güce sahip olduğu,
üstelik “Marksizmi aştığı” ve bütün ülke için nihai hedef olarak
“demokratik cumhuriyeti” koyduğu bir durumda, devrimci sosyalistlerin
ideolojik, politik ve örgütsel “bağımsızlığı” hayati bir önem kazanır.
Bu aynı zamanda işçi ve emekçilerin burjuvazi ve küçük burjuvazi
karşısındaki bağımsızlığının da teminatıdır.
Bir ulusal hareketin kendi önceliklerinin, strateji ve taktiklerinin,
ulusal ve uluslararası politika ve ittifaklarının kaçınılmaz
farklılığının yaratacağı hayal kırıklıklarından kurtulmanın tek yolu
devrimci sosyalizmin kendi sınıfsal önceliklerini esas alarak varlığını
inşa etmesidir. İttifaklar gerçek toplumsal ve siyasal güçler arasında
kurulur; aksi halde sosyalistler için bir “proje aracına” dönüşmek
kaçınılmazdır.
Her cephenin birinci kuralı, “Bayrakları karıştırmadan, ayrı ayrı
yürüyüp birlikte vurmaktır!” Eğer yaklaşan tehlikenin, bir kez daha
“yaklaşan felâkete” dönüşmesini istemiyorsak, devrimci bir önderlik
inşası ile birlikte ortak bir mücadelenin temellerini de hızla
atmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder