24 Nisan 2014 Perşembe

24 Nisan Dosyası/ Masis Kürkçügil, Hektor Vartanyan, Ferhan Umruk, Demir Küçükaydın, HDP MYK



Masis Kürkçügil ile Soykırım ve Ermeni-Kürt İlişkileri Üzerine 
Harun Ercan & Mehmet Polatel


II. Abdülhamid dönemine gelmeden önce Ermeni toplumu içerisinde  ne gibi toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümler yaşanıyordu?
Eğer “Ermenilerin siyasallaşmasından” bahsedeceksek II. Abdülhamid döneminden çok önce Ermenilerin “modern” anlamıyla, o günlerde gelişen sınıfların, burjuvalarının bulunduğu alanlar ne ise oralardan başlamak gerekir. Ermeni entelijansiyası, –tabii Batı Ermenistan’daki çünkü Doğu Ermenistan farklıdır; buluştukları kanal var ama önemli ölçüde ayrıdırlar– büyük oranda 1840’lı yıllarda Avrupa’da yetişmiştir. Bunlardan bazıları amiraların, bazıları amira olmayan zenginlerin, sarrafların, ticaretle uğraşanların çocuklarıdır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bunlar ister istemez o ülkelerdeki siyasal hareketliklerle ilişkilenirler.
Fransa’daki 1848 İhtilali, Şubat İhtilali bu açıdan önemlidir. Burada 1860’ta yazılan ve 1863’te padişah tarafından kabul edilen Ermeni nizamnamesinin, “anayasasının”, yazarı olan ve aynı zamanda Mithat Paşa’nın yanında Osmanlı Anayasası’nı yazmış olan Kirkor Odyan gibi adını sanını bildiğimiz insanlar var. Bu insanlar ünlü Fransız tarihçisi Jules Michelet’nin öğrencisi olmuşlardır. Bu insanlar sosyal sorunlarla nasıl ilişkileneceklerini Victor Hugo’nun Sefiller’inden öğrenmişlerdir. Oradan bu etkilenmeyle demokratik siyasal haklar açısından bir takım liberal aydınlar oluşmuştur. Ve bu liberal aydınların oluşmasına paralel diyebilecğimiz bir şekilde Ermenilerin kendi toplumsal-iç mücadelesine bakarsak, proletarya ile burjuvazi arasında değil ama bir tür sınıf mücadelesi modern anlamıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler içerisinde cereyan etmiştir. Ermenilerde patrikhane önemli bir unsurdur, milleti temsil eder zaten. Burada nüfuz sahibi olan amiralar vardır. Yani padişahtan torpilli, padişahla ilişkili zengin insanlar. Bunlar hem milletin hayrına bazı işler yaparlar –işte kilise, okul yapar veyahut yoksullara yardım eder– ama bir yandan da buradan milleti bloke ederler. Buna karşın zanaatkâr dediğimiz veyahut esnaf diyebileceğimiz ama zanaatkâr emekçi diyemeyeceğimiz insanlar da millet temsilinde pay sahibi olmak istemişlerdir. Ve bu ciddi bir mücadeledir. Ermeni nizamnamesi dediğimiz hikaye Ermeniler için geçerli olan bir nizamnamedir ve işte bu hukuku açıklar. “Cemaat yönetiminin” veya “millet yönetiminin” daha demokratik işlemesi için konmuş olan bir sistemdir. Bu bir tür karşılıklı olarak kurumlarla yani cemaatin kurumlarıyla bireyleri arasındaki hukuku belirler; bu açıdan anayasal bir değeri vardır. Tabii bu da önemli bir husustur. Amiralar daha izayede Eğin, Divriği vbg. Kökenli olmasına rağmen, İstanbul’da yaşarlar ve taşradakilerle pek bir bağları yoktur.
Doğu’da yani literatürde Batı Ermenistan deniler yerde (bu sonradan uydurma bir laf olmayıp Roma’dan beri Batı ve Doğu, veya Bizans ve İran Ermenistanı –19, yüzyıl ilk çeyreğinden sonra Rus Ermenistanı– bütün haritalarda ve hatıratlarda , gezi kitaplarında zikredilir) başka bir hayat vardır. Bu kabaca çift vergiyle somutlayabileceğimiz yani hem devlete hem Kürt aşiret reislerine vergi vermek zorunda olan yoksul bir köylü kesimini işaret eder. Tabii ki zanaatkârı, tüccarı, tefecisi de var. Tabii ki Kürt aşiret reisine vergi veren Kürt yoksulu, köylüsü de var. Bütün Ermeniler, bütün Kürtler diye ayrıca belirtmeye gerek yok. Ama şöyle diyebiliriz: Ermeni meselesinin doğudaki oluşumu tamamıyla bir köylü meselesidir. Zaten 1890’da kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu, (Taşnaksutyun) programı itibarıyla popülist bir partidir. Yani köylü sosyalizmini benimser. Zaten programı Rus partisininkinin tercümesidir. Orada ilişkiler can ve mal güvenliğinin olmadığı bir ortamı gösteriyor. Bu genellikle gözden ırak tutulur. Bazılarında orada halklar iç içe yaşıyordu, Osmanlı onları eziyordu ve bu ikisi arasındaki ilişki nötr bir ilişkiydi gibisine bir kanaat var. Sonradan ya Ermeni devrimci militanları veyahut, milliyetçileri, ayrılıkçıları çıktı veya emperyalizmin bir oyunu olduğu için sorunlar çıktı sanılıyor. Tabii ki ortada bir oyun olması için bir gerçeklik olması lazım. Ortada bir gerçeklik yoksa, sizin oynayacağınız bir alan yoksa istediğiniz kadar tepinin. Yoksa muhakkak ki bütün büyük güçler tarih boyunca kendilerine göre, kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı şekillendirmeye çalıştılar. Zaten “sermayenin bir kanunu da budur” der şefimiz manifestodan beri. Dolayısıyla bunun bir kötülükle değil sermayenin kanunuyla ilgisi vardır.
Şimdi burada oluşan meseleye baktığınız zaman II. Abdülhamid’e gelmezden evvel 19. yüzyılın ortasında çok kesin bir şekilde bir güvenlik sorunu vardır. Burada yaşayan Ermenilerin önce Kürtlerden ve 1860’dan sonra, zamanla yaklaşık 20 yıl içinde sayıları iki milyonu bulan Kafkasyadan göç ettirilen Çerkeslerden kaynaklanan güvenlik sorunu vardır. Tabii o da başka bir trajedi bir açıdan. Ama o trajediyle gelen insanların nerelere yerleştirildiklerinin bir haritasını çıkarmak mümkündür. Devlet tarafından tamamıyla bu mesele (Ermeni meselesi) gözetilecek şekilde konuşlandırılıyorlar. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra dikkat ederseniz zaten hem Ayastefanos Antlaşması’nda hem Berlin Antlaşması’nda bu husus yer alır. Detaylarına girmeyelim ama Osmanlı Rusya’ya karşı savaşı kaybettikten sonra Ayastefanos Antlaşması yapıldı. Bunun üzerine Bismarck ilk defa uluslararası siyasete girdi ve antlaşmanın muhteviyatını yumuşatarak kendisi müdahil oldu. Dolayısıyla Rus emperyalizmine karşı mücadeleye yeni başlayan Alman emperyalizmi dahil oldu. Buradaki sorun neydi, taleplere baktığınız takdirde bu tamamıyla buradaki Kürt ve Çerkes yağmacılığına karşı ırz, can aklınıza gelebilecek her türlü melanete karşı güvenlik meselesini görürsünüz. Bu tarihlerde dikkat ederseniz daha sonra sözü edilecek olan veyahut da günah keçisi haline getirilecek olan herhangi bir “ayrılıkçı” veya “devrimci” vs. bir örgüt yoktur. Ve bu söylediklerimizin aksini söyleyecek kimse de yoktur. “Palu Harput 1878”1 diye üç papazın 93 Harbi’nden sonra bölgeye gidip gördüklerini bir rapor olarak yazmaları bizim için çok büyük bir zenginliktir Hem bölgeyi açıklamak açısından hem bölgedeki insanların halet-i ruhiyesini anlamak için gelenek görenek vs. gündelik yaşam açısından inanılmaz bir zenginlik. Orda da bunu görüyorsunuz. Yani hem bu baskıları görüyorsunuz hem genel olarak bölgedeki yoksulluğu görüyorsunuz ama bu tarihlerde bile az önce dediğimiz gibi daha sonra iddia edilecek herhangi bir mevzu söz konusu değildir. Bu sorun siyasal olarak özellikle Doğu Ermenistan kökenli olarak başlamış olan ve Muş (Daron) başta olmak üzere bir takım bölgelere fedai gönderen Taşnakların sorunu oldu. Köylü popülist bir örgüt olması hasebiyle bölgeye gidiyorlar. Hınçaklar Cenevre’de kurulurken, Taşnaklar Tiflis’te. Tiflis de Ermeni merkezli bir yerdir, belediye başkanlığını bir ermeniler kazanmış. İnsanlar oraya göç ettikleri için yoksa Tiflis hiçbir zaman Ermenistan’a ait değildir ama Tiflis Doğu Ermenilerin merkezi yeriydi, matbaasıyla vs. siyasi, kültürel merkeziydi. O bakımından Tiflis’te yetiştiler.
Hınçaklar, bu coğrafyada Marksist olmak iddiasıyla kurulmuş ilk örgüttür. 1887’de Cenevre’de, Georgi Plekhanov’un dizi dibinde kurulur. Hınçakları İkinci Enternasyonal’de Plekhanov temsil eder. Kurucusu Bakü asıllı bir Ermeni ama yabancı öğrenciler içinde tanınmış bir insan olduğu için, örneğin, 1 Mayıs’ta yabancı öğrenciler adına konuşacak çapta da çevresinde meşruiyeti olan birisidir. Burada daha sonra Ukrayna Halk Komiserliği Konseyliği başkanlığı veyahut Sovyet devriminin önemli simalarından biri olacak olan ve dışişlerinde çalışacak olan Balkan Marksizm’inin kurucusu Christian Rakovsky ile tanışır. Ve Rakovsky, Ermeni meselesi üzerine çok önemli bilgilere sahip olan bir insan ve sanıyorum Rosa Luxemburg’u da bu konuda yönlendiren veyahut bilgilendiren kişidir. Dolayısıyla 1900’lü yıllara geldiğimiz zaman Avrupa sosyalist hareketinde Ermeni meselesi bilinen bir meseledir. 1894-96 Abdülhamid katliamlarından sonra Jan Jaurès’in mecliste konuşması vardır. Bir anlamda siyasallaşma 1890’lara geldiğimizde şekillenmeye başlamıştır. İyi kötü Ramgavar gibi anayasacı demokrat dediğimiz örgütler de var.
1894-96 katliamlarından önce Ermeni örgütleri siyasi anlamda ne derece etkindi?
Başlı başına bir sorunla karşı karşıyayız, o da şu: diyelim ki 1908 Meclis-i Mebusan’a Ermeni mebusları da girmiştir. Hınçaklar, o zaman 1908 sonrası Hürriyet ve İtilaf diyebileceğimiz o kanatla, Taşnaklar ise İttihat Terakki ile işbirliği yapmışlardır. İttihat Terakki ve Taşnaklar zaten başkaları tarafından, yabancı-yerli gözlemciler tarafından kardeş parti olarak görülürlerdi. Bunların toplumsal ağırlığına baktığınız takdirde Ermeni toplumunun o zaman ne kadarını temsil eder diye elimizde bir veri yok çünkü seçim sistemi buna müsait değil zaten. Bir tür listeden giriyorsunuz. Sonra bu seçim sistemi bugünkünden çok farklı. Temsil kabiliyeti çok sınırlı, o nedenle pazarlıklara bağlıdır. Memleket yüz milyon, siz yirmi milyonsunuz beşte bir size ait diye bir kural yok. Bir nisbî temsil söz konusu değil. Ermeni örgütlerinin kıymet-i harbiyesine değin elimizde rakamsal bir veri yok. Lakin bir siyasi aktivite içinde olduğunuz takdirde çarpan etkisi uyandırıyor bu, ama bunun toplumsal karşılığına baktığınız zaman her zaman aynı sonuç çıkmaz.
Taşnaklar da, Hınçaklar da, –bu bir kanaattir elimde rakam olmadığı için– toplumu böylesine yönlendirme veyahut büyük bir kısmını temsil etme kabiliyetine sahip değillerdi. Zaten o günkü örgütlenme faaliyetlerini düşündüğünüz takdirde dağınık bir şekilde olan gariban köylüyü örgütlemeniz için günümüzdeki teknik olanakların olması lazımdı. Böyle bir şey zaten söz konusu değil ve bunlar da içeride fedai hareketi vs. dışında yoklar ama mesela en önemli yerleşim yeri İstanbul. İstanbul herkes için büyük payitaht. Ermeniler için de kültürel, siyasi merkez. Abdülhamid sansüründen İstanbul’da nefes alamazsınız. Taşnaklara yakın olan ama Taşnakların örgütsel yapısı içinde olmayan insanlar vardı tabii ki. Taşnakların merkezi buraya yakındır: Sakız Ağacı şimdiki Atıf Yılmaz sokakta, 50 küsur numara. Sonuç olarak, mecliste olan, legal bir örgüttür, illegal değildir. 31 Mart olduğu zaman bizim kahraman İttihatçılar kaçarken Taşnaklara sığınırlar.
Değinmemiz gereken bir husus da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi bekasını sağlamak için Tanzimat ile başladığı idari düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler bildiğiniz gibi merkezileştirme yönündeydi. İltizam meselesini bir türlü çözemediler. Bir, iki yıl iltizama verilmedi ama sonra olmadı çünkü vergi meselesi önemli. Devlet dediğin vergi toplayacak. Vergiyi toplayamıyorlardı. Mültezim sistemi yerine, yerinden bu işi halledelim yani yerel  idarecilerle bu işi yapalım dediler, yapamadılar. Burada başka bir şey daha vardı. Bir anlamda Kürt emirliklerinin de merkeze bağlanmasını gerektirecekti, tabii ki bu da emirlerin gücünü zayıflatacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük ortakları olan Kürt emirliklerinin, veyahut yerel iktidarların nisbî özerkliğini ortadan kaldıracaktı. Bu merkezileştirme politikası, Kürt emirliklerini rahatsız etmiştir. Bir de Tanzimat’ın bir özelliği de şudur: “gavura bundan sonra gavur denmeyecek”. Bu Kürt emirlikleri için sorun olur. Yani Süryani’nin, Ermeni’nin eğer malına, mülküne, kızına, karısına el koyma hakkınız varken artık bunu yapmanız hukuksuz, kanunsuz addedilirse, bu sizin iktidarınızı zayıflatır. İktidar neye yarar ki? iktidar dediğiniz gasptır! Velhasıl kelam bu bir sorun yarattı. Bu sorun imparatorluk tarafından uzun süre bir türlü çözülemedi.
Abdülhamit’le birlikte ama özellikle 93 Harbi’nden sonra, yani ama 93 Harbi’nin de etkisi var, yani Abdülhamit bir gün sabah kalktı ve başına bir taş düştü, dedi ki; ben şu Kürt meselesine şöyle bakayım demedi. Osmanlı orduları içinde Kürtler zaten ayrı bir birlik olarak Ruslara karşı savaşmışlardır. Bir iki yıl sonra isyan edecek olan Şeyh Ubeydullah, Osmanlı ordusunda komutandır. Dolayısıyla Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra II. Abdülhamit, kesinlikle önceki politikayı bırakmaya ve hem Ruslara karşı Kürtleri yanında tutmaya hem bölgedeki olası Ermeni kıpırdanmalarına karşı onları denetlemeye çalıştı. Bir taraftan da aslında bütün sistemi Kürtlerle birlikte kurmak, Kürtlerin olası bağımsızlaşmaları ve ulusal bağımsızlık fikrinin gelişmesini engellemeye yönelik bir politika oluşturdu. Böyle bir şeyi tartışmak abes bir şeydir ama Osmanlı, Kürtler olmadan Rus İmparatorluğu’na karşı mücadele edebilir miydi? Rus devletine baktığın takdirde –devlet yapılanması, gücü vesaire– Büyük Petro Petersburg kentini kurarken daha doğrusu devleti yeniden kurarken, inşa ettiği bakanlıklara, bürokrasiya baktığın takdirde bambaşka bir devlet mekanizması kurmuş. Bizim Bab-ı Ali gibi bir şey kurmamış.
Kürtlerde gerçekten yerel iktidarlarının ötesinde bir bağımsızlaşma emaresi var mıydı, gözüküyor muydu?  Elimizde bu konuda herhangi bir veri yok. Bu minvalde her zaman fikirler vardır, bazı bireyler ortaya çıkabilir. Tarih bazen sıçramalarla ilerleyebilir. Ama sıçrama da ne kadar gerilediğinize de bağlı bir şey. Hiç gerilemeden sıçramazsınız, bir sınırı vardır. Ortada bir fikir olacaktır da oradan bir sıçrama olacaktır. Dolayısıyla bütün ihtimaller elbette düşünülmüştür. Bütün bu üç şık –kabaca– düşünülmüştür. Ama sonuç olarak Hamidiye Alayları kendi bölgesinde, kendi halkı üzerinde bir baskı aracı olarak, bir yağma aracı olarak kalmıştır. Ama esas olarak da oradaki Ermeniler, Süryaniler üzerinde bir felaket olmuştur.
Bu bağlamda Sasun ve Ermeni siyasi örgütleri hakkında ne söylenebilir?
Hampartsum Boyacıyan (Dr. Murad), Kilikya milletvekilidir.  Çok uzun yıllar hapiste kalmıştır. Hapishaneden gelip milletvekili olmuştur. Bu bahsettiğimiz insanların bazıları Abdülhamit zindanlarından çıkıp gelirler. Onlar hürriyet mücahidi yani. Bu tür Sasun İsyanları hep öz savunma isyanlarıdır. Aklı başında birinin, zorda kalmadıkça kendi durumuna bakıp –sınırda olursanız sırtınızı bir yere verirsiniz– Sasun gibi Allah’ın defettiği bir yerde devlete kafa tutması için artık nefes alamaz duruma gelmiş olması lazımdır.
Bu isyanlar meselesi teker ele alındığı zaman, resmi tarih açısından garabet bir hikâyedir. Koskoca Osmanlı ordusu, Sasun’da, küçücük bir yerde isyan çıkıyor, herkes Guevara gibi olsa ne yazar yani. Dolayısıyla bu isyanları, bir öz savunmadan başka bir şey olarak telakki etmek mümkün değildir. Herkesin çoluk çocuğu var; çocuğu olan insanlar harekete en geç geçen insanlardır haklı olarak. Yaşlısı var vesaire. Fedailer öyle değildir. Taşnak Fedaileri, Sergey Neçayev’in “Devrimcinin Kateşizmi”nde olduğu gibi isimleri önemli değildir, sevdaları yoktur, ana-baba isimleri önemli değildir, her şeyiyle gider kendini vakfeder. Ama normal insanın gündelik hayatından, çoluk çocuğundan, sorumluluklarından vazgeçip de ölümü göze alıp karısının, anasının, babasının, çocuklarının yok olmasını da göze alarak silah alması için bir nedeninin olması gerektiğini her insan düşünebilir. Yerel halk direnmezse siz bir şey yapamazsınız. Dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse dışarıdan gidip de grev çıkartmamıştır. Grevi insanlar çıkarır. Siz gider katılırsınız. İhtilaller de böyledir, Fransız İhtilali, Ekim Devrimi, Paris Komünü de böyledir, kimsenin karar vermesiyle olmamıştır. Kitleler sokağa dökülmüştür, ondan sonra siyasi örgütlenmeler bu işe nasıl dâhil olabileceklerine, nasıl yönlendirebileceklerine, zamanı nasıl kısaltabileceklerine bakmışlardır.
Bir yandan, 19. yüzyıl boyunca İstanbul’daki çevrelerde yapılan tartışmalar var. Onları nereye koyabiliriz?
Şöyle diyebiliriz. 1840’lı yıllarda başlayan 1848’den etkilenen “Ermeni aydınlanması” dediğimiz dil başta olmak üzere, halkın kullandığı gündelik dili, kültür dili haline getirme mücadelesi oldu. Okulların açılması, yurtdışına gitme, teknik eğitim Ermenilerin de kullandıkları tabirle bir kültürel Rönesans yarattı. Bu dönem zarfında Ermenilerin kendi geçmişlerine bakarak 19. yüzyılın ortasında bir kültürel dönüşüm başladı. Bu kültürel dönüşüm bir nizamnameyle taçlandı. Arkasından Osmanlı Anayasası yapıldı. Osmanlı Anayasası’na Ermeniler çok önem verdiler. Ondan sonra Doğu’daki baskılar, İstanbul’daki Ermeni çevrelerini, patrikhaneyi de sıkıştırmaya başladı. Çünkü şikâyetler geliyor, bizim başımıza bu belalar geliyor, bunlar için ne yapılması gerekir deniyor. Bu baskılar karşısında birtakım siyasi arayışlara girildi. Bu siyasi arayışlar, Ayastefanos ve Berlin Antlaşması’nda da ortaya çıkan sorunlardır ve bunların gerçekleşmesi için mücadele edildi. Bu sorun 1908’e kadar artarak devam etti.
1894-96, Abdülhamit katliamı resmi dilde “pogrom” veyahut “kısmî soykırım” diye geçer. Verilen rakamlar büyük rakamlar olduğu için telaffuz etmeyeyim. En küçüğü 100 bindir; 300 bine kadar uzanan rakamlar vardır. Bahsettiğimiz tarih ortada. Buradan da kaçkınlar oldu; yani topraklarını bırakıp evlerini bırakıp gidenler oldu. Bu can-mal güvenliği meselesi dehşetli bir şekilde devam etti. Hatta İttihatçılarla Taşnaklar arasındaki ilişkinin bu kadar yakın olmasında çeşitli nedenler vardır. Bunlardan birincisi her ikisi de Abdülhamit düşmanıdır, ona karşı muhalefet etmişlerdir. O güne kadar Ermeniler için katliam dediğiniz zaman Abdülhamit katliamı akla gelirdi. Bunun tekrarı bir problem olarak gözükürdü. Bu ihtimalin yeniden zuhur etmesi onlar için hayati bir sorun oldu. Taşnaklar da Hürriyet ve İhtilaf’ı daha padişahçı ya da saltanatçı gördükleri için bu ilişki devam etti. Altı yıl boyunca süren tartışma Ermenilere vaat edilen can güvenliğinin sağlanması ve geri dönenlerin mallarına mülklerine kavuşmaları meselesidir; yani topraklarına kavuşmaları meselesi. Nihayetinde Kürtlerin gasp ettiği topraklara kavuşması meselesi. 1914’e gelindiği zaman, savaş başlayınca, İttihat-Terakki rejimi de bu işi gargara etmiştir. Kelimenin amiyane tabiriyle sallamıştır. Halledeceğiz demişlerdir. Ermeni milletinin -Osmanlı tabiriyle- bir eyleme kalkışmayla tabiri caizse hır çıkardığı yönündeki görüşlerin bir temeli yoktur. Tabii ki her yerde militan bulursunuz. Bahsettiğiniz nüfusun ne olduğuna bakın. Yüzdeyle, bindeyle ölçerseniz o oldukça düşük bir rakamdır. 1915’te İstanbul’da tevkifat başladığı, Ermeni aydınları tevkif edildiği zaman bu adamlar teröristse siz hayatınızda böyle terörist gördünüz mü? Evinde oturuyor ve akşam Talat Paşa’yla kağıt oynuyor. Sonuna kadar bekliyor bu bir hata ve düzeltilecek diye. Kaçan kaçtı zaten. Durumu gören, fark eden insanlar, vahametin farkına varan çok az insan kaçtı tabii.
Resmi tarihin Ermeni örgütlerinin şiddet eylemlerine odaklanan bir tarih okuması var. Bunun örneklerinden biri de Abdülhamid’e yönelik suikast girişimi. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına Saraybosna’da Arşidük Ferdinand’e yapılan suikast neden oldu derseniz zaten bu tür olaylar çok keyfi olur. Velev ki Taşnak Merkez Komitesi bu suikastı hazırladı. İki kişi arada gitti. Bunun milletle ne ilgisi var? Her yerde iki kişi bulabilirsiniz. Aynı şeyi diğer kurumlara da uygularsanız bunun anlamı vardır. Politik şiddet dersiniz. 1894-96 pogromu bir kenara atılacak. Birkaç kişi Abdülhamit’e suikast hazırlayınca bu politik şiddet olacak. Öteki saray teşrifatı öyle mi! Abdülhamit, Batı’nın gözünde de, Ermenilerin gözünde de katliam yapmış bir sultandır. Politik şiddetten bahsediyor, çaresiz denebilecek yaşlı bir insandan bahsetmiyorsunuz. Diyeceksin ki senin için bir çözüm müdür, tabii ki değildir. Tarihi kitleler yapar. Ama bu politik şiddet, “bana aittir, başkası kullanırsa problem çıkarır” diye tahlil yaparsak buna tarihte “zevzeklik” denir.
Buna benzer Ermeni hareketlerine ve Ermenilerin o dönemki varlığına dair ters taraftan ve yanlı tarih yazmaya çalışanların başvurduğu ikinci bir şey de emperyalizm söylemidir. Ermenilerin sermayeyle veya emperyal güçlerle bir şekilde birlikte hareket ettiğine dair tarih okuması kastı var. Buna nasıl sahih bir cevap vermek lazım?
Christian Rakovsky’ye döneceğiz, Balkan Marksizmi’nin babası dedik. Türkçe dâhil bütün Balkan dillerini konuşur. Osmanlı İnkılabı olduğu zaman Sosyalizm dergisine bu konuda bir yazı yazar. Osmanlı İnkılâbı’nın önündeki sorunları dile getirir. Bunlardan biri “milli mesele”dir. O kadın meselesini de dahil eder ve sosyal mesele diye devam eder.
Troçki, Balkan Harbi sırasında yazdığı bir makalede iki unsurun altını çizer. Birincisi, Jön Türkler-devlet Ermenileri kesecek, ikincisi; Batı Osmanlı’yı parçalamak istiyor. Tabii ki böyle bir sorun var Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli nüfuz alanlarına bölünmesi, parçalanması için daha sonra 1916’da Fransa ve İngiltere arasında kesin olarak anlaşma olduğu gibi öncesinde de görüşme var. Herkesin kendine göre çeşitli planları vardır. Osmanlıların da Orta Asya’ya gitme planları var. Herkes plan yapıyor. İttihatçılar da mazlum değil burada Sarıkamış’a giderken. Dolayısıyla bu tür sorunlar var. Bir toplumun içinde iç sorunlar varsa diğer güçler de bu iç sorunları kullanarak kendi nüfuz alanlarını genişletmeyi düşünürler. Rusya bu açıdan çok önemli çünkü Rusya 19. yüzyılın başında Kafkasya’ya inerekten klasik olarak İran Ermenistan’ının önemli bir kısmını ele geçirir. Ve ondan sonra o coğrafyada bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışır. Halklar hapishanesidir, burada yeriniz yok. Taşnaklar, Çar’ın naibine suikast hazırlamıştır. Hapishaneler Taşnak doluydu çünkü Taşnakların esas menşei, kalabalık olduğu yer İran ile birlikte orasıdır. İran Anayasal Devrimi’nin önemli savaşçılarından biri Ermeni’dir. Ermeniler için bu bahsettiğimiz süre zarfında bu gelgitler, geçişler devam etti. Öbür tarafta can, mal güvenliğiniz var. Irzınıza, namusunuza  saldırı yok. Ama bir halk olarak taleplerinize karşılık yok. Çerkesler için aynı şey değil 1860’tan başlayarak Rusların Kafkasya’ya girmesi onlar için bir kıyımdır.
93 harbinden sonra Kars vs. Rusların eline geçiyor, sonrasında aşiretlerin bir kısmı burada, bir kısmı orada diye benzer bir durum oluyor. Bu mesela bir cazibe merkezi haline geliyor, ama bunun karşılığı ne? Eğer bunun karşılığı toplu bir şekilde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Ermeni askerler toptan Rusya tarafına geçse dedikleri doğru olurdu. Öte yandan, bakalım rakamlara…
Nasıl bir durum var?
Anadolu asker kaçağı dolu. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonucunda şöyle bir şey var:  “Ermeniler kaçtı”. Türkler ne yaptı? O zaman onlar da hepten kaçtı. Dolayısıyla böyle bir mantık oldu. Böyle bir hikaye yok. Zaten Ermenilerin kaçanı kaçmıştı. Kaçmayan amele taburlarına alındı. Amele taburlarında katledildiler. Geri kalan, katliamda öldürülenlerin ağırlıklı kısmı kadın ve çocuktur. Göç yollarındaki fotoğraflara bakın 20 yaşında birini bulamazsınız. O amele taburlarında ölmüştür zaten. Kürtler çapulculuk yaptılar, öldürdüler, saldırdılar kestiler ya. Çoluk çocuğu, kadın ihtiyarı kestiler. Emperyalistlerden bahsederken birisi birisiyle görüşmüştür falan. Zaten Osmanlı da savaşa böyle girdi. Enver Paşa buradaki Alman elçisini ziyaret ediyor. Rusya’dan bir şey olmaz, bizimle savaşa girin diyor. Adam ikna oluyor. Savaş kısa sürer biz de masaya oturur malı götürürüz. Dolayısıyla doğru ama mesela diyelim ki bir Hınçak’ı İngiliz istihbarat servisiyle oturmuşlar vs. böyle şey yok. Bunu yapan Enver Paşa Almanlarla yapıyor. Kendi milletini kırdırıyor. Esas hikaye şu: Bu Taşnaklar günah keçisi oldu. Daha sonraki siyasi çizgileri bakımından daha sağcılaşmış milliyetçileşmişlerdir bu doğru.
Bu dediğiniz olayın olduğu süreç tam olarak ne zamana tekabül ediyor ?
Bu dediğimiz hikayeden sonra. Taşnaklar Sosyalist Enternasyonal üyesi, seksiyon, daha sonra olmayan Osmanlı seksiyonunun alt seksiyonu. Yani sosyalistseniz Troçki ile Luxemburg ile Lenin’le Kautsski’yle aynı masada oturan insanlar bunlar. Hiç kimse o zamana kadar, 1914 yılına kadar bu insanlara “emperyalizmin ajanı” dememiştir. İttihatçılar da demedi zaten. Taşnaklar son kongrelerini 1914’te savaşın arifesinde Erzurum’da yaparlar. İttihatçılar da gider derler ki “siz bizden yana Rusya’da isyan çıkartın, size özerklik verelim”. Vereceksen neden o güne kadar durdun, hakkı mı değil mi? Yalan, sahtekarlık yani. O zaman Taşnaklar bu teklifi kabul etselerdi şimdiki Erzurum, Kars vs. Ermeni özerk bölgesi mi olacaktı? Enver Paşa ya da  İttihatçıların teklif ettiğini biz söylesek bize “vatan haini” derler. Herkes vatan haini oldu ya neyse. Hiçbir şekilde Taşnaklar, 1914’e kadar ayrılmak istememişlerdir. Osmanlı içinde haklarını savunmak durumunda kalmışlardır.
Bu aslında isteseler de yapamayacaklarıyla alakalı.
Bu da tartışmalı bir konu ama şunu söyleyeyim şimdi Ermenistan dediğiniz coğrafya belirsizliğinin ötesinde tüm Ermenileri kapsamıyor. Tabii coğrafya değişen bir şeydir. Şimdi kalkıp kimlerden beri babamın nesiydi demek saçma sapan şeylerdir. Şimdi İstanbul genel bir merkez, kültürel merkez burası. Trabzon’da, İzmir’de ciddi nüfuslardan bahsediyoruz; matbaaları vs. var. Dolaysıyla böyle bir talepte bulunduğunuz takdirde belli bir coğrafyanın özerkliğini isteyebilirsiniz. Ama eğer geniş bir alandaysanız, toprağa ilişkin bir talebiniz olmaz. Toprak dışı talebiniz, özerklik talebiniz vs. olur. Bu bir güvenlik ve toprak meselesidir, bunun çözülmesi lazım. Olur muydu, olmaz mıydı? Ben tekrar ediyorum Taşnaklar son ana kadar böyle bir ayrılık peşinde olmadılar. Krikor Zohrab’ın adadaki evinde eski Ermeni mebusları “katliam olur mu, olmaz mı?” diye anket yapıyorlar. Olur diyorlar ama bekledikleri Abdülhamid katliamları kadar, pogrom kadar bir hikaye. Bekliyorlar.
Ne zaman oluyor bu?
1914 yazı işte ondan sonra kış geliyor.
1915’e gelindiğinde Ermeniler nasıl bu kadar hazırlıksızlar? Neden direniş yok? Nasıl yok?
1908-14 döneminde Patrikhane’de bir dönem Taşnaklar’ın, ondan sonra Bab-ı Ali baskınından önce Hınçaklar’ın etkisi artar. Siyaset geri çekilince ruhbanın etkisi öne çıkar. Bu entelijansiyanın hayat tarzı, kırsal kesimdeki insanlardan uzak, orada beraber yiyip içiyorlar. Tabii ki başka sorunlarla da ilgileniyorlar. 1908 meclis zabıtları Türkçe basılmıştır. Onlara baktığınızda mesela Zohrab’ın sadece Ermeni meselesinden bahsetmediğini görürsünüz. Onunla beraber bir işçi bloku var, sol blok var mecliste. 65’te TİP grubu kurulmadan önce tek işçi bloğu odur. Bunlar milliyetçi! Külahıma yuttur, TİP daha milliyetçi. İttihatçılardan bir farkı yoktur zaten Ermeni meselesini açıklamakta.
Taşnaklar bu meselenin çözülebileceğine inanmışlardı, benzer insanlardı, yakın ilişkileri vardı. Hınçaklar mesafeli davranmışlardı.  Selanik Sosyalist Federasyonu gibi Hınçaklar da 1912 seçimlerine Hürriyet ve İtilaf ile girerler. Bu konuda ikilem vardır. Bu meseleyi İttihat Terakki’nin çözmesi konusunda beklentileri olanlar varken diğer taraftan bunlar sorunu çözmez aksine daha beter yaparlar diyenler vardır. Bir iddiaya göre 1910 son Selanik Kongresi’nden sonra İttihatçılar milliyetçi bir proje peşindedir.
Ermeni siyasi örgütleri için halkı örgütlemek tarihsel olarak çok da kolay bir hikaye değildir. Büyük miktarda kırsal bir kesim ve bir toplumun yaklaşık %15 civarı kadarsınız. Katliam önlenemeyecekti ama hiç olmazsa bir özsavunma geliştirilmeye çalışılabilirdi. Bunu örgütleme kapasitesine sahip değillerdi, öyle bir ufukları da yoktu. Benzer bir sorun Yahudi soykırımı için de vardır. Birinci Dünya Savaşı olmasaydı bu mesele bu şekilde olmayabilirdi. Birinci Dünya Savaşı, Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık” dediği bir ikilemle karşı karşıya bıraktı insanlığı. Sosyalizm belki Ekim Devrimi’yle başkalarının ihtimal alanına girdi ama barbarlık da büyük miktarda Ermenilerin başına geldi. Dolayısıyla o güne kadar o kadar kapsamlı bir felaketle insanlık yüz yüze gelmemişti. Ne kadar tasarlarsanız tasarlayın bu kadar feci bir şeyi tahayyül etmeniz mümkün değil.
Çünkü daha öncesinde insanlık tarihinde böyle korkunç bir şey yaşanmamış, böyle bir gerçeklik de var.
Biraz önce dediğim gibi onların da düşündükleri bir tür pogrom yani 1894-96 gibi bir şey. Yani İstanbul sokaklarında sopalarla Ermenilerin kafalarının ezilmesi gibi bir şey. Tamam olabilir, 100 bin ya da 200 bin insan öldürülebilir ama soykırıma varacak bir şeyi beklemiyorlardı. Soykırım, birileri dese de demese de çıplak gerçek şu: bir halk yaşadığı topraklardan resmen kazınıyor. Yani yarattığı tüm birikimle, kanlı canlı bir halk kazınıyor. Böyle bir şey kimsenin aklından bile geçmez çünkü o zamana kadar vaki olan bir şey değil. Sonuna kadar da tabii insan fecaati yakıştırmıyor, yoksa 1914’de Ağustos ayında Erzurum’da konferans yapılırken (Taşnak) alınan  karar şu: Herkes bulunduğu ülkenin ordusuna katılacak yani Rus olan Rus ordusuna, Osmanlı olan Osmanlı ordusuna katılacak.
Bu zaten aslına belirleyen temel şeylerden bir tanesi değil midir?
Zaten bunu dediği anda, mesele İttihatçılar “bunu böyle yapın” derken “yapmazsanız” ne olacağıdır; “bizden taraf savaşa girin, öbür tarafta Ruslara karşı isyan çıkartın” dediğiniz takdirde yapmazsanız “biz bir şey yapacağız” demektir.
Bir de Meşrutiyet’in ilanı ile başlayan siyasi karmaşa ortamı ve Adana Katliamı mevzusu var. İttihat ve Terakki’nin bu konudaki tutumu hakkında neler söylenebilir?
Henüz daha 31 Mart olmuş, İttihat Terakki 1908’den sonra her şeyi kontrol etmiş durumda değil. Daha sonra kontrol edecek. Bahanesi var. Ermeni katliamının Talat Paşa’nın telgrafında planlanan bir hikaye olmadığını biliyoruz. Toplum buna meyyal, toplumun geçmişinde var bu hikaye. Dolayısıyla geçmişe dönüp baktığımız takdirde “eskiden biz halklar kardeş gibi yaşıyorduk” durumu yok. Her halk zaten kendi içinde, kardeş gibi yaşamıyorduk ki. Halklar neden kardeş gibi yaşasınlar? O ileride belli bir tasavvur etrafında verilecek mücadelenin ürünü olabilecek bir hikâye. Sanki Türkler kendi içinde eşit, adil bir şekilde yaşıyorlardı. Kendi içinde eşit, adil, özgür bir şekilde kardeş gibi yaşamadan başka bir halkla nasıl kardeşçe yaşasın.
Tam bu değinmenizde aslında 1915 ekseninde durduğumuzda Kürtlerin soykırım sürecindeki rolünü nasıl tanımlayabiliriz ?
Tabii dediğimiz süreçte şunu görüyoruz merkezden bağımsız olarak, Kürt emirliklerinden başlayarak yerel iktidarda zorba aşiretler var. Tabiî ki her ilkel toplum çok barbardır anlamında bir şey söylemiyorum. Ama bu aşiret sistemi kendi içinde çok hiyerarşik bir yapılanma barındırıyor. Dolayısıyla Osmanlı merkezinden bağımsız olan Kürt aşiret reislerinin –dini itikatları da sağlamdır bunların, sonuçta Hristiyan bir kavimle karşı karşıya kalıyorsun ve bu açıdan ideolojik tahkimatı da sağlamdır– bir oyuna geldiklerini söylemek abes bir şeydir. Ne 19. yüzyıl boyunca ne II. Abdülhamid döneminde ne de İttihat Terakki döneminde aldatıldık ve terk edildik.
O zaman Kürtlerin yaptığı işbirlikçilik midir ?
İşbirlikçilik değil daha da kötü bir şey diyorum. Merkezden bağımsız bir şekilde Ermeni meselesinden ziyade çünkü Süryani katliamında bu çok açıktır. Süryaniler için dediğim şeylerin hiçbiri baki değildir; ne ayrılıkçı örgüt vardır ne emperyalizme dair bir şey vardır. Sonradan Ermeniler için uygun görülen argümanlar Süryaniler için geçerli değil. Süryanilere ne oldu? Süryanileri “fisebilillah, pir aşkına” Kürtler temizlemiştir. Bunun aksini söyleyecek hiç kimse olmamalıdır. Dolayısıyla işbirlikçilikten daha ziyade bir şeydir. Çünkü bu kısmi egemenlik alanına sahip bir ortaktan sözediyoruz. Kendisini öyle görüyor.
Tehlikeli olan bu zihniyetin bugüne kadar devamı da olabilir çünkü biz Türk, Kürt, Ermeni derken sonunda tarihi somut insanların tarihi olmaktan çıkarıp kimliklerle ifade etmeye başlıyoruz. Bizler tarihi anlatmaya Malazgirt’ten başlıyoruz. Malazgirt’te Ermeniler de var, herkes var. Birincisi, Malazgirt Ermeni ismi. İkincisi bu binli yıllarda Anadolu’da Araplar var ondan önce haçlılar gitmiş ondan sonra kimin kimle nasıl ittifaklar kurduğunu anlatmak eğelenceli olabilir. Tarih üstü bir ittifak yok, ben size Selçukluların haçlılarla ittifakını anlatırım sonra ne yaparsınız? Herkes birbiriyle ittifak kuruyor yoksa böyle Kuran ayetiymiş gibisine şu kavimle şu kavim neden ittifak yapsın. Bir kavim kendi içinde ittifak yapmıyor zaten. Kendi içinde çatışmalar var. Köylü isyanları var, Bizans’ta da var. Vergi isyanları oluyor. Neden bir Kürt ile Türk, Türklerin kendi içindeki savaşlarında taraf tutsun? Şah İsmail Türk müydü değil miydi? Yavuz Selim, Türk müydü değil miydi? O öyleydi, bu böyleydi. Biz bunu tarihsel olarak açıklayacaksak bir egemenlik ilişkisi olarak açıklayacaksak, iki iktidar arasındaki savaşı açıklayacaksak ne ala, ama “biz Türklerle beraberdik” hikayesiyle masal bile anlıtalamaz. Türk, Türk ile beraber değildi. Böyle bir şey başka nerede var? Yakın tarihe geldiğimizde, “Çanakkale’de Kürtler de vardı” diyorlar. Çanakkale’de Ermeniler de vardı. Kürtler ve Ermeniler Çanakkale’ye Kürt ve Ermeni olarak mı gittiler? Osmanlı olarak gittiler. Bilmiyorum böyle bir Kürt var mı; “ben Çanakkale’de savaşırsam Kürt halkının geleceğini kurtarırım” diyen.
Bu günden baktığımızda Kürtler, Kürt hareketi soykırımla nasıl yüzleşmeli? Soykırımı tanımak soykırımla yüzleşmek için yeterli midir ?
Soru güzel ben de bunu bu yakınlarda yeniden düşünüyorum.  Provokatif bir soru sorabilir miyim ?
Tabii ki.
Şu anda Kürt hareketi, Ermeni soykırımını reddederekten “bana soykırım yapıldı” diyebilir mi? Kaldı ki, Kürtlere soykırım yapılmamıştır. Olmayan bir soykırımı, soykırım olarak gösterip de Ermeni soykırımını kabul etmediğiniz zaman dünyada dolaşamazsınız.
Öcalan şöyle bir şey kuruyor; Ermenilere gerçekten bir soykırım yapıldı; Kürtlere de kültürel, siyasi ve toplumsal bir soykırım yapıldı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, dünyada en cefakar halkın Kürt olduğunu söyler. Halbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler ve Çingenelerdir. Şimdi, birincisi, bu mağduriyet skalasını kurup da başına kendi milletini koyduğun taktirde bu işin içinden çıkamazsın. İkincisi, soykırım meselesini tanımak demek resmi görmek değildir. Filmi göreceksiniz. Şunu söylüyorsanız soykırımı tanımanızın hiçbir anlamı yoktur: “Ermeni katliamının baş müsebbibi, esas nedeni Ermeni milliyetçi harekettir” dediğiniz zaman sizin bir ezilen ulus olaraktan bütün halk taleplerinizi hâk ile yeksan edersiniz. Bu hakikaten demek ki “müstahaktılar”. Baş sebebi Ermeni milliyetçi hareketiyse ki söylediğim tarihte Ermeni milliyetçi hareketi diye adı anılan iki örgüt, şu andaki var olan Kürt ulusal hareketinden daha solcudur. Lafzı olarak değil yani. Olmazsa bana değil Lenin’e sorsunlar. Çok meraklılarsa orada duruyor, Lenin’in eserlerinde “Ermeni Devrimci Hareketi” diye geçen Taşnak örgütüdür. Şimdi soykırımı tanımak demek ağlamak demek değildir. Onu liberaller de yapıyor. Onu Ermeni milliyetçileri de yapıyor. Şimdi tarihe herkes kendi tasavvur ettiği gelecek ile bağlantılı olarak bakar. Eğer gerçekten biz insanlığın bu tür felaketlerden uzak, adil, eşit ve özgür bir şekilde yaşamasını tasavvur ediyorsak; bu sebepler vaka kadar önemlidir. “Ermeni milliyetçileri” diyorsanız soykırım demeseniz de olur çünkü senin gerekçen İttihatçıların gerekçesidir. Bir tutarlılık var. Abdullah Öcalan, Avrupa İnsan Mahkemesi’ne verdiği savunmasının kitaplaştırılan beşinci cildinde 1919-1922 dönemi için bir tür cennet tarifi yapar. İşte Kürtlerin varlığı kabul ediliyordu, demokratikti, bize özerklik verilecekti, antiemperyalistti  vs. ibarelere baktığınız takdirde, ben bunlardan hiçbirinin doğru olduğu kanısında değilim. Anti emperyalist değildi, demokrat değildi. Bütün bunlar ciddi şeylerdir. O toplumsal ve tarihsel zemin oradaki halkların katliamı üzerine oturmuştur. Her bakımından yanlış bir hikaye. Ama eğer bugün kalkıp Türkiye’yi büyüteceğiz –eğer özne Türkiye ise– bizim bahsettiğimiz tahayyül ile bir ilişkisi olmaz zaten. Bu hikayeyi başka bağlamlarda tartışıyoruz demektir bu. Şimdi soykırım, herhangi bir soykırım, ve hatta insanlığın soykırım ile sınırlı olmayan, başına gelen belli başlı felaketler, içlerinde irili ufaklı başka felaketleri de barındırdığı için önemlidir. Bunları anlar ve bunlara karşı nasıl mücadele edeceğimizi bilirsek o zaman dediğimiz türden bir gelecek inşa etme şansımız olabilir. Onun için çok önemlidir. Enzo Traverso’nun Marksistler ve Yahudi Meselesi kitabının alt başlığı aslında bir anlaşmazlık tarihidir, yanlış anlama tarihidir. Marksistler de Yahudi meselesini uzun süre anlamamışlardır çünkü Marksizm de sosyalizm de mücadele için kendisini geliştiren bir düşüncedir. O ilk evrede, 19’un ikinci yarısında, o sorunu kavrayamamışlardır. Kabaca bizim anlayışımızda sosyalizm bu işi çözer, önce birlikte olalım vs. Bizdekinden farklı olarak unutmayalım, Yiddiş dili Rusça’dan önce Marks’ın yazılarının çevrildiği dildir.  Yahudi işçi örgütü Bund’un kuruluş tarihi, Rus İşçi Partisi’nden öncedir. Proleter bir halktan bahsediyoruz. Benzer bir durum Ermeniler için de geçerlidir. Kafkaslardaki Ermeni Spesifistler, proleter millett diye görürler Ermenileri. Bir avucu hariç geri kalanı yoksuldur. Tarumar olmuş bir halk. Şimdi, bu tartışma Kürtler açısından tarihsiz bir tartışmadır. Ama şart da değildir. Ne istediklerine bağlı. Gerçekten Türkiye ile birlikte Kürtler ve Türkler olarak daha büyük olmak istiyorlarsa böyle bir tartışmaya ihtiyaçları yok zaten. Müzakere süreci için elzem bir tartışma da değil bu. Başka bir şey için elzem. Onun da öznesi yok zaten.
Biraz açar mısınız bunu?
Benim öznesi yok dediğim, başka bir türlü dünyayı inşa edecek güçler Türkiye’de yeterli değil. Beğendiğimiz, beğenmediğimiz bütün sosyalistleri toplasan yüzde bir civarında. Demek ki bunun öznesi yok. Eğer kültürel özerklik, muhtariyet, eski köy isimlerinin verilmesi ya da polis teşkilatının belediyelere bağlanması vs. hatta vergilerin yerelde toplanması gibi kısmen Almanya eyalet sistemi kısmen Amerika’daki eyalet sisteminde varolan maddelerse mesele…Toplum ve Kuram dergisinde Gültan Kışanak’la yapılan bir görüşmede, Demokratik Özerklik’in karşılığı olarak gösterilen Almanya’daki eyalet sistemi gibi bir şeydi. Bunlar için, hatta asgari ücreti arttırmak için veyahut Kürdistan’ın gelirini arttırmak için de soykırım meselesini tanımaya gerek yok. Fransa da hâlâ Cezayir’de yediği haltları kabul etmiyor. Ama sosyalistler hâlâ Cezayir’deki sorunlarla cebelleşiyorlar. Günah çıkarmak için değil. Çünkü her an benzer bir şey olabilir; tarih geçmişte kalan bir şey değildir. Mesela Fransa Orta Afrika’ya girdi. Dolayısıyla hâlâ sıcak bir mesele. Bunlar canlı tartışmalar. Bu sınırda bir talebiniz varsa bu pazarlık için, “birlikte olursak”, “biz zaten eskiden Malazgirt’te beraberdik” demek için soykırım meselesini tartışmak lükstür. Lobiler meselesi de buna bağlı bir şeydir. Bu lobi meselesiyle en acı bir şekilde mücadele eden Hrant Dink’tir. Hrant Dink gibi burada Ermeni olmaktan dolayı katledilen birinin bu topraklardan giden Ermenilere  yaptıklarının yanlış olduğunu söylemesi herhalde kolay bir şey değildi. Ama başka bir şey vardı.  Hrant Dink, hiçbir zaman bu lobilerinin dertlerini eleştirmedi. Yöntemlerini eleştirdi.
Mesela bir anket yaparsan, yüzdeye vursan Türk sanat müziğini Ermeniler, Türklerden daha iyi bilir.  David Barsamian diye Tarık Ali’li Chomsky’li kitapları olan, Türkçe’ye de çevrilen bir arkadaşımız var. Türkiye’ye de gelmişliği vardır. Onun bir makalesinde ilginç bir şey var. Bu lobiciler ne yapıyorlar? Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan adaylarının veya devlet başkanının yemeğine katılıyorlar, bilmem kaç bin dolar para veriyorlar. O acaba 24 Nisan’da bu kelimeyi kullanacak mı diye. Barsamian, o yazısında, “burada bu kadar Afrikalı var, Afro-Amerikan, Latin, yerli, göçmen var; gidin derdinizi onlara anlatın” diyor. Yani aslında o da bir lobi faaliyetidir. Kürtler lobi faaliyeti yapıyor mu yapmıyor mu? Tabii Kürt ulusal hareketi de lobi faaliyeti yürütüyor. Yapmalı mı? Bize uygun düşer mi?  Biz Barsamian’ın dediğinden yanayız tabii ki. Bir sorunun varsa, benzer ezilmişliklere veyahut benzer formda olan insanlara, onu hakikaten anlayabilecek olan, kendi tarihinde kendi geçmişinde de bu tür acılar yaşayanlara ve onu anlamlandırabilecek olanlara anlat. Amerikan devlet başkanına ne diye anlatıyorsun? Anlatsan ne olur, anlatmasan ne olur. Zaten anlayamaz. Her seferinde pazarlık konusu haline getirirler çünkü onun çıkarı da neyi gerektiriyorsa onu yapacak sonunda.  Ötekinin hayatıyla örtüşecek bir tarzın olmalı. Yani bir yerli ile otursan bunu  konuşsan,  derdini giderebilirsin, sözünü çoğaltabilirsin. Dolayısıyla bu lobi meselesi de ucuz, komplo teorilerini besleyen bir şey aslında. Uluslararası güç ilişkileri, kamplar vs. üzerinden düşünüyoruz. Aşağıdan tarih daha farklı bir şeydir. Bütün bu yukarıdaki olup bitenlere uluslararası pazarlıklara, güç ilişkilerine, çatışmalara da verdiği pay, aşağıdakinin hayatından çok çok daha azdır çünkü tarihi insanlar yapıyor. Kitleler yapıyor.
Buradaki literatür tartışmasına baktığın taktirde, Kürt hareketi bu konuya çok sonra girmiştir.  Elimde bir döküm yok, kronolojik bir şey yapacak halim yok ama izleyebildiğim kadarıyla büyük miktarda anlatılara dayanan bir tarih vardı. Folklorik hikaye vardı. Kürt ulusal hareketi siyasal olarak bir yere varmış durumda yani reel bir gücü var. Ama bununla kıyaslayıp baktığında bu tarih anlayışı çok çelişkili. Ondan önce Türkçe’de yazılmış olan bu meseleye dair bir dizi husus var. Yoksa tabii ki bazı belediyelerde de olsa vs. Ermenice dersler verilmesi, bazı kiliselerin restorasyonunun yapılması önemli. Daha fazla şeye ihtiyaç var ama başka bir şey daha var burada. Neden belki daha tepkisel olmak durumunda kalıyoruz? Sen ezilen konumundaysan ve hak talep ediyorsan tarihte kaybolmuş olsa da –gördüğünüz gibi hiçbir şey kaybolmuyor aslında çünkü tarih devam ediyor– başka bir hak talebinde bulunmuş olana başka bir hassasiyetle yaklaşman lazım. O hassasiyeti göstermiyorsan senin inandırıcılığın olmaz. “Ben ötekinden daha fazla şey yapıyorum”. Öyle bir hakkın yok bir defa. Daha radikal olmak durumundasın. Yoksa tabii ki birçok insan, sadece Kürt ulusal hareketinden değil, bir kısım Türk sosyalisti de artık bu sorunu yazıyor, çiziyor. Biz de Türkler derken herhalde onları kastetmiyoruz zaten. Burada her zamanki gibi parantez açmak gerekir. Muhakkak ki resmi ideolojiyi savunanları kastediyoruz.


  1. “Palu Harput 1878″ kitabını yayınlayan Arsen Yarman ile Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında yer verdiğimiz röportajı okumak için bkz: http://zanenstitu.org/roportaj-arsen-yarman-ile-19-yuzyilda-ermeniler-ve-bozulan-iliskiler-uzerine/ []
**********************************************************

Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek

Hektor Vartanyan






24 Nisan 1915, bir grup Ermeni aydının Haydar Paşa Garı'ndan ölüm yolculuğuna çıkarıldığı gün. Söz konusu tarih, bütün dünyada Ermeni Soykırımı'nın da yıl dönümü olarak anılmaktadır. Bir 24 Nisan daha geldi çattı. O tarifsiz acının yaşandığı zamandan beri devirdiğimiz 99'uncu 24 Nisan bu. İnsan yakıştıramıyor Nisan'a acıyı. Doğa uyanırken, ruhumuz şenlenirken ve bedenimize yaşıyor olmanın tarifsiz hazzı iklim değerlerince boca edilirken, birden buruluyor Nisan. Bu topraklarda sanki inadına baharı beklemişiz katliamlar için. Yeşeren bahar acıyla kızarmış, nefretimizle morarmış ve yitirdiğimiz insanların simalarıyla sararmış. Ne acı!
Bir Ermeni olarak bu yazıyı atalarımın nasıl acımasızca soykırıma maruz kaldıklarını ispatlamak için yazmıyorum. Vicdan sahibi, azıcık okuyan ve "yahu 1000 yıl birlikte yaşadığımız Hristiyanlar şimdi neredeler?" diye sormayı akıl edebilen herkes; geçmişin, uydurma resmi tarih kitaplarındaki kadar şan ve masumiyet dolu olmadığını idrak edebilecektir. Asıl yakındığım ve ruhumuzu hasta ettiğini düşündüğüm husus; milyonlarca kefensiz ölüyü gömdüğümüz ve üzerini gaddarca kapattığımız toplumsal bilinçaltımız. Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle, Afedersin Rumuyla, Çerkeziyle, Süryanisiyle, Arabıyla. Hasta bir toplumuz.
Başbakan Erdoğan dün "1915 Olayları"nın 99'uncu yıl dönümü nedeniyle yazılı bir açıklamada bulundu. Bu önemli açıklamanın bazı kısımlarını aktaracak olursak:
"Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi diliyoruz. 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Aynı dönemde benzer koşullarda hayatını kaybeden, etnik dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını rahmet ve saygıyla anıyoruz. "
Öncelikle kefensiz ve mezarsız milyonlarca ölümüze başsağlığı dileyen ve bize taziyelerini ileten herkese olduğu gibi Erdoğan'a da teşekkür ederim. Etnik aidiyetimin küfür olarak kullanıldığı memleketimde, korkunç bir şekilde katledilmiş Ermenilere Başbakan'ın ağzından taziye dilenmesi kim ne derse desin büyük bir adımdır. Muazzam bir adım olmasına rağmen ne yazık ki yeni bir şey söylememekte ve pek çok yönden eksik kalmaktadır. Erdoğan konuşmasının bir kısmında ".herkes gibi Ermeniler de acı çekti" diyor. Bu konuşmanın bir özür içermesi gerekirdi oysa. Almanlar, Yahudi Soykırımı'nı anarken hiçbir zaman "Yahudiler de hepimiz gibi acı çekti" demediler mesela. Çünkü Yahudilerin ve Romenlerin maruz kaldığı büyük katliamın yanında Alman halkının sıkıntılarından söz etmek yakışık almıyor. Ermenilerin, Asurilerin ve Rumların sistemli bir soykırıma uğrayışını, savaş şartlarında tüm tarafların çektiği acılarla mukayese etmek en hafif tabirle talihsizliktir. Erdoğan samimi bir şekilde Ermenilerin acılarına eğilmiş olsa, açıklamanın büyük bir kısmını "soykırımı Türkiye aleyhine kullanmayın" gibisinden cümlelere ayırmazdı. Bu yaranın sahibi biziz, müsebbibi ise İttihat ve Terakki'nin örgütlediği soykırımcı unsurlar. Tabi ki tüm dünya Ermenileri olarak hak arayacağımız da helalleşeceğimiz de Türklerdir.
Yüzyıl sonra bile Ermeni Soykırımı'nın hesabını soruyor oluşumuz ise geçmişte yaşanmış bir trajediye saplanmış oluşumuz değildir. Bilakis, Ermeni Soykırımı dünü değil, bugünü ilgilendiren bir meseledir. Yüzleşilmeyen, hakkı teslim edilmeyen hiçbir acı eskimez. Edirne'den Der El Zor çöllerine kadar milyonlarca insan kefensiz, toplu mezarlarda yatarken hiçbir çığlığın sesi kesilmez. Ermeni Soykırımı ile yüzleşmediğimiz, bu müthiş acıyı el ele verip közleyemediğimiz için toplum olarak hala hastayız.
Ermeni Soykırımı ile hakkıyla yüzleşebilseydik Hrant Dink, 2007 yılında kökü devlette olan ırkçı bir örgüt tarafından katledilmeyecekti. Katilleri bir bir devlet eliyle terfi ettirilip, önemli mevkilere gelmeyecekti. Polis Teşkilatı Hrant Dink anmasında utancından, 20 derecelik havada beyaz bere giyemeyecekti. Bir grup Trabzonspor taraftarı "Hepimiz Ogün Samastız" diye bağıramayacaktı.
Ermeni Soykırımı ile yüzleşmiş olabilseydik; Tasim'de "p.. mitingi" yapılmayacaktı. Ermeniler yaşadıkları şehrin meydanından geçerken, İçişleri Bakanı'nın konuşma yaptığı bu nefret mitinginden evlerine, ellerinden bir şey gelmeyişinin hıncı ve dışlanmışlık duygusuyla ağlayarak dönmeyeceklerdi.
Ermeni Soykırımı ile yüzleşebilseydik; Sevag Balıkçı "peygamber ocağı"nda vatani görevini yaptığı sırada, tertibi Kıvanç Ağaoğlu tarafından Ermeni Soykırımı'nın yıl dönümünde sırtından vurularak katledilmeyecekti. Tüm askeriye bu cinayete kaza süsü vermeye çalışmayacktı. Mahkemelerde sırtı sıvazlanan katil özgürce aramızda dolaşamayacaktı. Sevag'ın; ellerini-ayaklarını öptüğüm anacığı, oğlunun katilinin özgür oluşunun verdiği acıyla kendini yemeyecekti.
Ermeni Soykırımı'yla toplum olarak helalleşebilseydik, belki de Roboski yaşanmayacaktı. 34 insanı haince bombalayıp paramparça edemeyecekti bu gaddar devlet geleneği. Suçlular saklanıp, ödüllendirilmeyecekti. Bu ülkenin Başbakanı acılı ailelere "Öldürdük, parası neyse veririz" diyemeyecekti. Meclisin kapısını çalan Roboskili anneler kapı dışarı edilmeyecekti.
Ermeni Soykırımı ile yüzleşebilsek, Gezi'de hakkını aramak için direnen gençlerimiz devlet eliyle öldürülmeyecekti. Devlet bu kadar kolay şiddete meyledemeyecekti. İnsanların üzerine doğrudan biber gazı ateşleyemeyecekti. Soykırım ile yüzleşebilseydik belki de bu devlet bir vicdan kazanmış olacaktı. Uluslararası hukuk ülkemizde orman kanunlarının yerini alacaktı belki.
Ermeni Soykırımı dünün değil bugünün meselesidir. Bu cenazeyi kaldırmadan, bu sızıdan kurtulmadan Nisanlar içimizi oymaya devam edecek. Bahar ölü yüzler açacak çiçek yerine. Geçmişten ve gelecekten seslenmeye devam edecek ölmüş ve ölecek olanlarımızın sesleri. Nisan'ı yaşama kesmiş bir bahara çevirene kadar da kurtulamayacağız bu hasta bilinçaltından. Birbirimizin acılarına değerek iyileşebiliriz ancak, iyileşir ve yaşanılabilir yarınlara taşırız bu ülkeyi.
Acıya değebilmek için hepinizi, 19:15'te Taksim Meydanı'na, kefensiz ölülerimizi yad etmeye ve Nisan'ı ihya etmeye çağırıyorum.
***************************************

Ermeni Soykırımıyla Yüzleşmeden, Ne Demokratikleşilir, Ne de Kürt Meselesi Çözülebilir.

 Ferhan Umruk
2015’e bir yıl kala bu toprakların kara günü olan 24 Nisan’la yüzyüzeyiz. “Anadolu’nun Hıristiyansızlaştırılmasında” mihenk taşı olan İttihat Terakki’nin Ermeni halkını tehcir kararı, yalnızca binlercesi katledilen Ermeni halkının değil, bu topraklarda yaşayan tüm insanların geleceğine de damgasını vurdu.
tehcir
Türkiye bugün hala demokratikleşmeyi tartışıyor. Egemen sınıfın rakip fraksiyonları kendileri için demokrasi talep ediyorsa, toplumun alt sınıfları ve farklı kimliğe sahip olanlar, en temel demokratik haklara kavuşmak için bedel ödemek zorunda kalıyorsa, bütün bunların sebebi, geçmişin yaratmış olduğu lanetli güzergahın bugünlere taşıdığı çözülememiş ağır sorunların üst üstte birikmiş olmasındandır.
Türkiye’nin Ermeni soykırımıyla yüzleşmesi, sahip çıktığı tarihsel miras bakımından da gereklidir. Zira cumhuriyetin kuruluş sürecinde ve yakın tarihlere kadar devlet Osmanlı mirasını mahkum etmiş, Osmanlı hanedanı karalanmıştır. Ancak daha sonraları devleti yönetenler ulus devletin meşrulaşmasının bir dayanağı olarak Osmanlı imparatorluğunun mirasına sahip çıkmaya başlamışlardır. Resmi tarih de bu değişime uygun olarak yeniden biçimlendi.Bu hakikat bir zamanlar telaffuz edilen: Ermeni katliamının Osmanlı döneminde gerçekleştiği dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin ilgisi olmadığı biçimindeki savunma yöntemini geçersizleştirmiştir.

Kapitalist modernleşmenin bir ürünü olan ulus ve ulus devlet düzeni kendini inşa ederken unutma ve inkar yöntemini kullanır. Türk etnik kimliğine dayalı ulus devlet inşasının ilk hamlesinin Ermeni halkının Anadolu’dan katliam ve tehcirle arındırılması olduğu aşikardır. Bu bakımdan kuruluş temellerinde bu izi taşıyan Türkiye’nin günümüzde demokratikleşme doğrultusunda ilerleme iddialarının, bu izle yüzleşmeden sonuca ulaşması mümkün değildir. Yüzleşme ve demokratikleşme arasında kurulan illiyet kimilerine göre aşılmış olanın zorlanması olarak gelebilir. O zaman, aşılmış sanılanın muktedirlerce sürdürülen inkar yönteminin temelini teşkil ettiği farkedilemiyor demektir.

Osmanlı imparatorluğunun bir bakiyesi olarak kurulan ulus devletin kuruluş paradigmasını tarihsel bir gereklilik, determinizmin bir sonucu olarak değerlendirenler, Türk etnik kimliğine dayalı uluslaşma ve üniter devlet biçimini kaçınılmaz süreç olarak meşrulaştırıyorlar. Ancak etnik kimliğe ve üniter devlet biçimine dayalı uluslaşma tarzının tek yol olduğu iddia edilemez. Bunun böyle olmadığı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreci ve öncesinde de federatif, otonomilerin olduğu, toprağa dayalı vatandaşlığın temel alındığı devletlerin varoluşundan bellidir.

Her şey bir yana, o dönemde de, çözülen Osmanlı devletinin egemenliğindeki Balkan halklarının siyasi geleceği ile ilgili tartışmalarda süregitmekte, çözüm önerileri geliştirilmektedir. Örneğin, Troçki, II. Meşrutiyetin ilanını sağlayan 1908 devriminin, Demokratik Türkiye’nin yolunu açarak Balkan milliyetlerinin, İsviçre veya Amerika modelinde, demokratik, federal bir temel üzerinde “ Türkiye ile federasyonlaşmasını çözüm olarak önermiştir. Fakat bu öneri hayat bulamamış, kısa sürede İttihatçıların amacının etnik kimlik üzerinden merkezi ulus devlet kurmak olduğu ortaya çıkmıştır.

Dahası, 1907′de yapılan II. Jöntürk Kongresine Ermeni Taşnaksatyun Partisi’de katılmış istibdat rejimine karşı İttihat ve Terakki ve diğer Jöntürk gruplarıyla birlikte rejimine karşı birlikte mücadele kararı verilmiştir. Bu karar doğrultusunda birlikte yürüyen mücadele sonucunda 1908 Devrimi başarılmış, Ermeni halkı devrimi sevinçle karşılamıştır.Bütün bu süreç boyunca Abdülhamit rejimini yıkmak üzerinde sağlanan ortaklık sürerken Hınçak örgütü bağımsızlık yönünde hareket ederken, Jöntürk hareketiyle ittifaka giren Taşnaksatyun’un özerklik doğrultusunda hareket ettiği biliniyor.Taşnaksatyun’un, Jöntürk hareketiyle ittifaka yönelişi, meşrutiyetin kurularak demokratikleşme doğrultusunda reform ve özerkliğin gerçekleşebileceği umuduna dayanıyor. Dolayısıyla o dönemde de, özerklik, federasyon kavramları ve gerçekleşebilirliği bilinmeyen talepler ve çözüm seçenekleri değil.

Diğer yandan, İttihatçıların Türkleştirme yoluyla uluslaşma yolunu takip eden cumhuriyet kurucularının bu yönteminin determinizmle izahı başka bir tuhaflık değil midir? Rusya’da 1917 Devrimi gerçekleşmiş ve Ankara hükümetini desteklemiş olan Rus devrimcileri Sovyetler Birliği olarak Çarlık Rusyası enkazı üzerinden otonomileri de içeren federatif devlet oluşturmuşken başka yol yoktu demek mümkün müdür?

Sorun, kapitalist modernleşme sürecine sürüklenmiş Türkiye’nin, ulusu inşa eden ulusçu kadrosunun etkisi altında kaldıkları üniter devlet modeline göre uluslaşmış Fransa örnek alarak, bu topraklarda yaşayan farklı etnisitelere sahip halkları homojenleştirme, olmazsa imha, sürme yöntemine başvurmalarından kaynaklanıyor. Bütün bunlar, bu kanlı süreci tarihsel determinizme sığınarak izah etmenin hiç de samimi olmadığını gösteriyor.

Resmi tarihin savunucularının, determinist gerekçelerin kafi gelmediği durumda başvurdukları katliamı meşrulaştırma tarzı ise Ziya Gökalp’in dile getirdiği mukatele (karşılıklı katliam) açıklaması olmaktadır. Evet, 1894-1896 arasında Abdülhamid’in Kürtlerden teşekkül ettirdiği Hamidiye alayları ve Kürt aşiretleri teşvikiyle Sason, Bitlis, Van ve Muş’ta Ermeniler katledilmişlerdir. 1896′da Ermeni reform planının uygulanması için Osmanlı bankasını basan Ermeni eylemcilerin daha sonra anlaşmayla yurt dışına gitmek üzere serbest bırakılmasının ardından, Abdülhamid rejimi tarafından yönlendirilen baltacılar adı verilen Kürt hamallar Ermeni mahallerini basarak binlerce Ermeniyi katletmişlerdir.Bunun gibi bir dizi katliam sayılabilir. Aynı şekilde tehcirin gerekçesi olarak gösterilen 1915 Nisan’ında Van’da Ermeni eylemcilerin 3.000 müslümanı katletmeleri gösterilerek, yaşananın mukatele olduğu savunulmaktadır.

Tartışmalar, bu biçimdeki ölüm sayısı üzerinde değerlendirilirse elbette ki katliamı kim yaparsa yapsın kınamak gerekir. Ancak meselenin niteliksel özelliği bu değildir. Sonuçta Anadolu’nun otokton bir halkı 1915 ile birlikte Talat Paşanın evraklarında bahsedilen sayıyla yetinelim 900.000 Ermeni Der zor çöllerine sürülmüştür. Sürgün esnasında da binlercesi devlet tarafından veya devletçe teşvik edilen Kürt aşiretler tarafından ellerindekiler gasp edilmek amacıyla öldürülmüştür. Bugün Türkiye’de Talat Paşa’nın verdiği sayıyla sınırlasak da 900.000 Ermeni yaşamıyor, Anadolu’dan birkaç köy hariç tamamen silinmiş durumdalar. Şu anda Türkiye’de 50-60.000 civarında Ermeni vatandaşın yaşadığı tahmin ediliyor.Şöyle diyelim bir devlet silahlı güce karşı kendini savunur, silah kullanma yetkisi devletindir kanunlara göre. Ancak bir devlet silahsız sivil halkı imhaya yönelirse bu eylem soykırım tanımına girer.

Kırımı mukatele olarak telif etmek çabasında olanların1914-15′te Süryanilere uygulanan katliamı ve 1934′te Trakya olayları olarak tarihe geçen bölgedeki yahudilere yapılan saldırılarla göç etmeye zorunlu bırakılmalarını izah etmesi gerekiyor. Zira ne Süryanilerin ne de Yahudi halkın silahlı örgütleri ve silahlı kalkışmaları mevcuttu. Abdülhamid’le başlayan, İttihat Terakki ile sürdürülen din üzerinden Anadolu’nun müslümanlaştırılması veya “Hıristiyansızlaştırılması”cumhuriyet döneminde de sürdürüldü. Anadolu’nun müslüman halkları Türk, Kürt, Çerkez etnisitelerin önemli bir bölümü, devletin desteğinde bu arındırmada rol aldılar.Meselenin mukateleden dolayı doğan ve devletin kendini koruması nedeniyle olmadığı aşikardır. Müslüman olmayan her etnik topluluğun imhası veya sürgün edilmesi kararlaştırılmış ve gerçekleştirilmiştir. Yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalanların bütün varlıkları da devlet ve feodal ağalar, aşiretler tarafından gaspedildi.

Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Anadolu’nun Müslüman halklarıyla Hıristiyan halklara karşı ittifak sürdüren ulusçular, 1924 Anayasasıyla birlikte Türkleştirme roje3ini de hayata geçirdiler. Zira artık topraklar dini bakımdan homojenleştirilmiş sıra etnik arındırmaya gelmişti. O güne kadar devletin ittifak yaptığı Kürtler, artık ittifak değil, bir tehdit unsuru olarak görülmeye başlandı. 1925 Şeyh Sait isyanı da, devletin daha sonra gelişecek Kürtleri imha hareketlerinin işareti olacaktı.

Günümüz Türkiye’sinden baktığımızda cumhuriyet paradigması zafer kazandı ama bunun bir Pirus zaferi olduğu da aşikardır. Müslüman halkların ittifakıyla, Hıristiyan halkların bu topraklardan arındırılması gerçekleştirilmiş, ama Türkleştirme doğrultusunda Kürtlerin arındırılması mümkün olamamış, paradigma tıkanmıştır.

Tarihin hakikatleri uzun yıllar tozlu raflarda unutmaya, unutturulmaya terk edilmişti. Ancak bu tozlu raflarda duran hakikatler elbette gün ışığına çıkacaktı. Günümüz dünyası tarihin kapısını aralayarak muktedirlerin yazdığı tarihin değil, yenilenlerin dünyasından hakikatleri keşfediyor. Walter Benjamin şöyle tarif etmekteydi tarihin bir başka okunuşunu: “Bu söylenenler, tarihsel maddeci için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmak­tadır. Tarihsel maddeci, bunları arada bir uzaklık bırakarak izle­yen gözlemci kimliğindedir …Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliğini taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek sü­reci de barbarlıktan uzak sayılamaz. Bundan ötürü tarihsel mad­deci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. ‘Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’, kendisi için görev sayar.”

Türkiye’de “Tarihin tüylerini tersine tarama görevi” ideolojik-politik olarak sistem muhalifi olan bütün hareketlerin sırtındadır. Bu görev yerine getirilmeye başlandığında Ermeni soykırımı üzerinden cumhuriyetin kurulduğunu görmek, tozlu raflara terk edilmiş bu hakikati gün yüzüne çıkarmak gerekiyor. Bu hakikatle Türkiye yüzleşmeden demokratikleşme doğrultusunda atıldığı zannedilen her adım tökezleyecektir. En başta bu görevi üstlenecek olanlar elbette sosyalistlerdir, elbette cumhuriyet paradigmasının neden olduğu yıkımlarla karşı karşıya kalmış olan Kürt halkıdır, onun siyasi hareketidir. Bu görev üstlenilmedikçe ne Türkiye özgürleşebilir ne de Kürt halkı özgürleşebilir. Unutulmamalıdır ki Walter Benjamin’in dediği gibi Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir.” Her şeyden önce aynı topraklarda Ermeni halkının yaşadığı felakete şahit olmuş, kiminin devletle birlikte kırımı yaptığı, kiminin Ermenileri koruduğu Kürt halkı ve onun siyasi hareketi hiçbir ikircikliliğe düşmeden bu hakikati seslendirmelidir. Eğer, demokratikleşmek, özgürleşmek amaçlanıyorsa, iktidarda olanların yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümemek, yere serilenlerle birlikte yürümek gerekiyor
*********************************************

Ermeni Katliamı’nın 99. Yıldönümü Vesilesiyle “Soykırım” ve “Özür Dileme” Kavramlarının Sorunları Üzerine

Demir Küçükaydın
ermeni.jpgErmeni Katliamı üzerine sanırım Türkiye’deki sol içinde ilk yazanlardan ve en radikal tavır koyanlardan biriyimdir.
Ermeni Katliamı üzerine ilk yazıyı, 1980’lerin başında ASALA’nın Türk Diplomatlarını vurmaya başlaması; böylece konunun gündeme gelmesi ve unutulmaktan çıkması vesilesiyle hapiste yazmış, bunu gizlice dışarıya çıkarmıştım. Almanya’da çıkan Yol (Der Weg) dergisinde yayınlanmıştı[i].
Daha sonra bugünkü internet tarayıcılarının temelini oluşturan tekniğin Tim Berners-Lee tarafından henüz CERN’de geliştirildiği dönemlerde; internetin çok dar bir çevre dışında bilinmediği ve kullanılamadığı dönemlerde, usenet tartışma gruplarında gündemleştirmeye çalıştım. Eğer bir yerlerde arşivleri varsa oralarda bulunabilirler.
Sonra internet yaygınlaştı “forum”lar tartışmaların yapıldığı yerler oldu. Oralarda da gündemleştiren ve tartışanlardan biriydim.
Daha sonra yıllarca konu üzerine yazdım ve konunun gündeme gelmesine çalıştım. Şimdilerde artık epey yol kat edilmiş görünüyor.
Ama biz görünüşle değil, özle ilgiliyizdir. Öz ve görünüş çoğu kez birbirine zıttır.
Biraz derinden bakınca, giderek konunun sosyolojik kavramlarla tartışılmaktan çıkıp hukuki kavramlarla tartışılmaya hapsedildiği; böylece var olan güçlerin (Özellikle Türk ve Ermeni Devletleri, Milletleri ve Milliyetçilerinin) kendilerini reforme ederek sürdürmelerinin araçlarına dönüştüğü görülüyor.
Ermeni katliamının hukuki kavramlarla tartışmaya hapsedilmesi ve bunun yaygınlaşması; onun nedenleri üzerine sosyolojik kavramlarla tartışmanın gündemden düşürülmesinin bir aracına dolayısıyla gerici bir programın savunulmasına ve tartışmasız egemenliğini kurmasına dönüşmüş bulunuyor.
Bu nedenle, herkesin sustuğu; konuyu gündeme getirmenin en “demokrat” ve “sosyalist”lerce bile “şimdi bu konuyu gündeme getirmenin sırası mı” diye eleştirilip susulduğu ve görmezden gelindiği zamanlarda, yıllarca nasıl “akıntıya karşı” durup konuyu gündemleştirmeye çalıştıysak ve bu nedenle her zaman tecrit olup, görmezden gelindiysek; şimdi de aynı şekilde konunun hukuki kavramlarla tartışılmasının biricik norm olduğu bu dönemde; bunun yanlışlığını ve gerici karakterini tartışmaya açıp yine “akıntıya karşı” duralım, yine tecrit olalım ve görmezden gelinelim.
Yalnız bu arada şu küçük gözlemi de belirtmeden geçmeyelim. Dün Ermeni Katliamı’nı gündeme getirme çabalarına karşı, “şimdi sırası mı” deyip susanlar; bugün bu katliamın tartışılmasını hukuki kavramlara hapsedenlerle aynıdır ve aynı metodolojik ve programatik yanlışları sürdürürler.
Bu da özünde, aynı sınıfsal çıkarın değişen koşullarda başka biçimlerde savunulmasından başka bir şey olmamasının bir görünümüdür.
Bu kerameti kendinden menkul baylar ve bayanlar her zaman haklıdırlar. Onlar bir konuyu gündemlerine aldıklarında artık gündeme alınması doğrudur. Tarihi kendileriyle başlatırlar ve öyle yazarlar.
Zor zamanlarda ne Ermenilerin ne de Kürtlerin adını ananlar, şimdilerde “soykırım”ı veya “özür dileme”yi dillerinden düşürmüyorlar ve Kürt hareketinin çevresinden ayrılmıyorlar.
“Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridirler” diye bir söz vardır. Reformlar işte böyle devrimci mücadelenin yan ürünü olurlar. Her devrin adamları devrimcilerin mücadelelerin rantını yerken, devrimciler yeni mücadelelerin yoluna çoktan girmiş olurlar.
*
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu belirtelim ki, uluslar arası organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar birsoykırımdır.
Ancak soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular anlaşılamazlar.
Varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım olmadığına karar verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu o sürgün, katliam ve toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına gelmez.
Bunu belirtmek gerekiyor çünkü son zamanlarda soykırım denmesi veya denmemesi bu olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme olurmuş gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla veya korkunçluğuyla ilgisi yoktur.
Ama sadece bu kadar da değil, esas önemli olan şudur: Bir sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın programatik sonuçları farklıdır; sosyolojik kavramlarla tartışmanın programatik sonuçları farklıdır.
Ama bunun sonuçları burada da kalmaz. Bir sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın kendisi aynı zamanda sosyolojik kavramlarla tartışmaya karşı bir ideolojik mücadeledir.
Yani konunun hangi kavramlarla ele alınacağının kendisi bir sınıf mücadelesi konusudur.
Farklı sınıfların çıkarları ve konumları, dolayısıyla programları arasındaki mücadele; aynı zamanda sorunların hangi kavramlarla tartışılacağına ilişkin bir mücadele olarak sürer.
Ermeni Katliamı konusunun tartışılması da böyledir.
Biz de bu mücadeleyi sürdürelim.
*
Ama önce sosyolojik kavramlar ve hukuki kavramlar konusunda kısa bir açıklama.
“İnsan öldürmek cinayettir” önermesi, sosyolojik bir önerme değildir; hukuki bir önermedir. Olayın nedenlerini açıklamaz, norm koyar; cinayetanalitik bir kavram değil; normatif bir kavramdır; hukuki veya ahlakideğer yüklü bir kavramdır.
Toplumsal gerçeğin özüne ise ancak analitik kavramlarla inilebilir ve olguların nedenleri açıklanabilir.
Marksizm ise nedenlerin ne olduğunu anlamak ve açıklamakla uğraşır. Yani hukuki değil, sosyolojik kavramlarla çalışır. Nedenler ortadan kaldırılmadan sonuçlar ortadan kalkmaz. Özür dilemenin veya soykırım demenin soykırımları ortadan kaldıracağı çocuksu bile sayılamayacak bir bilinçli çarpıtmadır.
Sosyoloji insanların niye birbirini öldürdüğü ile veya belli bir öldürme olayının ardındaki toplumsal nedenlerle; insanların aynı insan öldürme olgusunu hangi koşullarda ve neden cinayet; hangi koşullarda ve neden kahramanlık olarak tanımladığı ile ilgilenir.
İnsan maddeyi aletlerle, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan olta ile kuş ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya yarayan bir sapanla balık avlamaya kalkmaz.
Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda, işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin kavramları yerine geçirilir; sanki bilimsel kavramlarmış gibi kullanılır.
*
Ermeni katliamı üzerine konuşmalar artık şu noktaya gelmiş bulunuyor: herkes pür dikkat kesilmiş bekliyor. ”soykırım” diyecek mi, demeyecek mi?
Ben bu kavramı kullanmamaya özel dikkat ediyorum artık. Çünkü konunun bu kavramı kullanmaya, soykırım olarak tanımlamaya hapsedilmesi aslında gerici bir programı dayatan ideolojik olarak son derece gerici bir saldırıdan başka bir şey değildir.
Bu kavramı kullanmak bu ideolojik saldırının bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Neden ve niçin?
Çünkü bir sorunu hukuki bir tartışmaya indirgediğinizde var olan sistemi olumlamış ve yeniden üretimine hizmet etmiş olursunuz. Zaten tartışmanın buraya sıkıştırılması tam da bu amaca hizmet etmektedir. Bu amaç, dille, dinle, tarihle tanımlanmış ulusal devletleri ve ulusları biricik toplumsal varoluş biçimi olarak dayatmadır.
Akıllı ve uzun vadeli düşünen; Türk milletinin ve devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunan; onun daha çağdaş; daha esnek olmasını isteyenler bu devletin bu soykırımı tanımasını; Türklerle Ermenilerin böylece barışmasını; Türk devletinin bir başbakanının örneğin Erivan’a gidip Willy Brantd gibi 1915’in kurbanları önünde diz kıvırmasını hayal ederler.
Bu aslında padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek çobanınki gibi, başka bir varoluşu hayal bile edemememin veya başka hayaller için mücadeleye girmekten kaçmanın veya başka hayaller için mücadeleye girenlere karşı mücadelenin ifadesidir.
Ama sadece Türk devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunanlar ve uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçileri bu hayali görmezler; Ermeni milliyetçileri de tamı tamına aynı hayali görürler. Onlar aynı hayalin peşindeki düşman kardeşler gibidirler.
Aslında her ikisi de, bu tavırlarıyla, demokratik bir ulusçuluk karşısında gerici bir milliyetçiliği savunurlar ve ona karşı mücadelede bir ideolojik egemenlik kurmak için ittifak ederler.
“Soykırım” ve “özür” kavramları Türk ve Ermeni Milletlerinin ve Devletlerinin demokrasiye ve demokratlara karşı ideolojik mücadelesinin en kritik kavramlarıdır. Çünkü var olanı korumanın, onun meşruiyetini yeniden üretmenin ve varlığını tartışma dışına düşürmenin araçlarıdırlar. Çünkü Türklük ve Ermenilikle tanımlanmış devletleri ve milletleri varsayarlar ve yeniden üretirler.
Bunu anlamak için, başka bir durumu hayal edelim.
Diyelim ki Türkiye’de radikal bir demokratik devrim oldu. Bu devrim sonucu ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik, İslam vs. ile tanımlanmasına son verildi. Devlet ulusu böyle, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamaya karşı tanımlıyor.
Yani somut olarak, örneğin ülkedeki hiçbir dili avantajlı duruma getirmemek için ortak konuşma ve haberleşme dili İngilizce seçilmiş. Ama herkesin aynı zamanda ana dilinde eğitim ve her türlü devlet işini ana dilinde görme hakkı ve devletin herkese ana dilinde hizmet verme görevivar. Okullarda ulusların tarihi olmadığı ama kendisi zaten bir karşı devrim anlamına gelen ulusçuluğun, çite kavrulmuş karşı devrimci ve gerici biçimlerinde, ulusları bir tarih aracılığıyla yarattığı, bunun için saçma şeyler bile uydurulduğu okutuluyor. Bu bağlamda örnek olarak bir zamanlar tarih kitaplarında, Türk ulusunun aslında genetik ve kültürel olarak yüzde doksan beşiyle, zaman içinde Müslümanlaşmış Ermeni, Rum ve Anadolu’nun diğer eski halklarından (Likyalılar, Manavlar vs.) oluşturulduğu; fatihlerin yüzde beşi bile bulmadığı;  ama bir zamanlar okutulan tarihin olgularla bile en küçük düzeyde bir ilişki içinde bulunmayan Orta Asya’dan gelen Türklere dayanan bir tarih okutulduğu anlatılıyor Bu dile dine etniye göre tanımlanmış ulusların ve ulusçuluğun insanlara nasıl korkunç felaketler yaşattığı ve gerici niteliğini göstermek için Ermeni Katliamı gibi olaylar inceleniyor.
Bu Demokratik Cumhuriyet’te Türk, Ermeni, Rum, Kürt veya “ulussuz” vs. olmak; tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki herhangi bir dinden veya dinsiz olmak gibi özel bir sorun olur. Devlet, Din, dil, soy, “kültür” körüdür. Tıpkı spor kulüpleri karşısında kör olması ve tarafsızlığı ve yurttaşların haklarını savunmakla görevli olması gibi.
Bu Demokratik Cumhuriyet, tarihsel bir haksızlığın sonuçlarını biraz olarak olsun giderebilmek için, diyelim ki, birkaç nesil önce Anadolu’da yaşamış insanların hepsine buraya gelip yerleşme, hayat kurma, eğer imkân varsa ve başkalarını mağdur etmeyecekse atalarının mallarını kullanma hakkı ve yeniden bir hayat kurmak için destekler veriyor vs..
Emin olun böyle bir devlete karşı mücadelede; ulusu ve devleti Türklükle tanımlayan Türk milliyetçileri ile ulusu ve devleti Ermenilikle tanımlayan Ermeni milliyetçileri (ve Kürtlükle tanımlayan Kürt milliyetçileri) ittifaka girerler. Zaten şu anda tam da böyle bir ittifak içindedirler. Bunu da tamı tamına konuyu soykırım ve özür düzeyinde tartışmaya tıkarak yapmaktadırlar.
Böyle bir durumda, buna karşılık Ermeni (veya Kürt) demokratları da böyle bir demokratik cumhuriyetle ittifak halinde olurlardı. Ve böyle bir demokratik cumhuriyet, kendini Türklük veya herhangi bir şeyle tanımlamadığı, bunların politik olarak, yeşil gözlü olmak veya 42 numara ayakkabı giymekten farkı olmadığı için, demokrat Ermeniler Ermenistan’da devrim yaptıklarında Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin birleşmemeleri için hiçbir neden kalmazdı. Aynı şey Kürtler, Araplar, Farslar, Gürcüler, Yunanlılar vs. için de geçerlidir. (Bu hikâye tersinden de anlatılabilir. Ermenistan’da bir demokratik Cumhuriyet kurulduğu varsayımından hareketle. Ancak Ermenistan çok küçük ve fakir bir durumda bulunduğundan, muhtemelen Türk devletinin yardım ettiği Ermeni milliyetçilerince ezilirdi.)
Böyle bir hayali ve amacı; yani böyle bir programı olma ile 1915 katliamının nasıl tartışılacağı arasında özsel bir ilişki vardır.
Amacınız Türklükle, Kürtlükle veya Ermenilikle tanımlanmamış; böyle tanımlamaya karşı tanımlanmış bir demokratik cumhuriyet ise; katliamın nedenleri olarak bizzat ulusların böyle tanımlanmasını katliamların baş nedenlerden biri olarak görürsünüz. Bu tür tanımlamalar olduğu sürece yeni katliamlar kaçınılmazdır, bütün tarih de bunu gösterir dersiniz.
Ama amacınız, Türklükle tanımlanmış bu devleti yaşatmak, bunun için de modernize etmek; esnetmek; böylece Türklükle tanımlanmış bir devletin daha uzun yaşamasını sağlamak ise; Türklerin ruhsal olarak daha sağlıklı insanlar olmasını sağlamak ise, konuyu bunu Osmanlı yaptı veya İttihat Terakki yaptı veya biz yaptık işte özür diliyoruz gibi bir çerçevede tutmak sizin yapacağınız biricik şeydir.
Burada bütün her şey o biz kavramında gizlidir. Siz de kendinizi o biz’den addedip o biz’i değiştirmeye çalışıyorsunuz demektir. Kendinizi başka türlü değerlendirdiğinizi düşünseniz bile.
Ama bir demokratın görevi ne Türk devletini yaşatmak ne de Türklerin ruh sağlığıdır. Demokrat Türkleri Türklüğe karşı mücadeleye; Türk olmaktan çıkıp bir demokrat olmaya çağırır. Çünkü bir Türk demokrat olamaz. Bir Türk ancak devletin ya da ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkıp onunla mücadele ettiğinde demokrat olabilir.
Bir Demokrat, Türk devletinin soykırımı tanıması gibi bir amaca sahip olamaz. O zaten devletin Türklükle veya benzeri bir şeyle tanımlanmasını bütün bu acıların temelindeki neden olarak görür. Dolayısıyla kendisini yok etmeyi amaçladığı şeyin düzelmesi için mücadele etmesi saçmadır.
Özür konusu da böyledir.
Türkler devletlerinin özür dilemesini isterler veya kendileri Ermenilerden Türk olarak özür dilerler ve dileyebilirler.
Bir demokrat ve devrimci ise, bir sosyalist ise, eğer özür dilemesi gerekiyorsa, şöyle bir özür diler. Daha doğrusu otokritik yapar.
Ulusçuluğun ama özellikle bir dil, din, vs. ile tanımlanmış ulusçuluğun böylesine egemen olmasının ve gerek dün gerekse bugün insanların büyük acılar çekmesinin en büyük suçlusu biz sosyalistleriz. Gerçek birer radikal demokrat da olması gereken biz sosyalistler, kendimiz ulusçuluğun ve Ulusçuluğun en gerici biçiminin en büyük yayıcıları olduk.
Çünkü ulusun ne olduğunu anlayamadık; çünkü Aydınlanma’nın çocuğu olduğumuzdan onun din kavramının dışına çıkamadık. Dinin ne olduğunu anlayamadığımız için ulusun ne olduğunu anlayamadık; onun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış bir biçimi olduğunu anlayamadık. Eski dünya karşısında bu modern dünyanın savunucuları ve yayıcıları olarak aslında onun karşı devrime uğramış gerici biçiminin yayıcıları oldu. Uluslar ve ulusçuluk, özellikle de onun en çok acılara yol açmış en gerici biçimi, izlerin omuzlarında zafer yürüyüşünü gerçekleştirdi.
Uluslara ve ulusçuluğa karşı savaş açacak yerde ekonomik eşitliği öne çıkararak fiilen bu eşitsizliğin savunucularına ve yeniden üreticilerine dönüştük.
Evet, biz Marksistler tüm insanlıktan ve Ermenilerden de, bizim yüzümüzden çektikleri nedeniyle özür diliyoruz.
Bu katliamların suçlusu, ulusçulukla ama onun da özel biçimi olan dile, dine göre tanımlanmış gerici ulusçulukla mücadele edememiş olan biz Marksistler ve sosyalistleriz.
İşte bir demokratın özrü budur ve böyle olmalıdır.
(Biz yıllardır yazılarımız ve kitaplarımızla bu “özrü” diliyoruz bir bakıma. Örneğin “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” kitabımız bu özrün kendisidir. Ama Türk Devletinin özür dilemesini isteyen sözde sosyalistler, bu özür karşısında, onu yok saymakta birbirleriyle yarışıyorlar ve aslında yokmuş gibi davranıp susmaları ile kendi milliyetçiliklerini ele veriyorlar.)
Emin olun bu özür sadece Türk devletini değil; Ermeni Devletini de hiç memnun etmeyecektir. Onlar bu özürde kendi varoluşlarına karşı en büyük tehdidi görürler.
Ama sadece onlar değil; bugün ortalığı kaplamış her şeyi “soykırım diyor musun demiyor musun”; “Türk devleti özür dilesin diyor musun demiyor musun”a hapseden ve çoğu kendini sosyalist ve demokrat sanan liberaller de.

Yukarıdaki gibi düşünen bir Marksist eleştiri oklarını kendine yöneltir.
Ve işte kendine yönelttiği bu eleştiri oklarıyla Ermeni Katliamı karşısında gerçek bir “yüzleşme”; yani İslam’ın deyimiyle “nefsine karşı mücadele”, yani savaşların en kutsalını başlatmış olur.
Sosyalistlik her şeyden önce devlet ve millet ve sermaye düşmanlığıdır.
Ama önce de “kendi” devletine, “kendi” milletine ve “kendi” sermayesine (burjuvazisine)  düşmanlıktır.
Ama oradaki “kendi” kendinizin olmayan; kendisine karşı savaş için özellikle size düşen anlamındadır.
Bu nedenle “kendi” devletinizin ve milletinizin özür dilemesi için mücadele etmeniz, sizin o devleti ve milleti gerçekten kendi devletiniz ve milletiniz olarak içselleştirdiğiniz anlamına gelir.
Bu, bir ateistin papanın işlediği cinayetler nedeniyle özür dilemesi veya papayı özür dilemeye davet etmesi gibidir.
O ateist kendine ne derse desin artık nesnel olarak bir Hıristiyan’dır.
********************************************

99 Yıllık Utançla Yüzleşiyor, Acıları ve Yası Paylaşıyoruz...

HDP Merkez Yürütme Kurulu
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 99 yıl önce Ermeni aydınlarının evlerinden alınarak zorla sürgüne gönderildiği ve katledildiği 24 Nisan 1915, Ermeni Soykırımı’nın da başlangıcı olarak kabul edilir.

Bu topraklarda çok acılar yaşandı. Hamidiye Alayları'nın 1894-96 katliamları, 1908 Meşrutiyeti'nin ardından 1909 Adana katliamı, 1915 Soykırımı öncesinde gerçekleştirilen katliamlardır. Ermeni, Süryani, Rum ve Aleviler bu coğrafyada katliamlara uğradı, sürgünler yaşadı. 1915 ise Ermeni ve Süryani halkları için planlı bir etnik kimlik ve inanç soykırımıdır. Büyük Felaket’in (Metz Yeğern) üzerinden 99 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye Devleti inkar politikasını halen sürdürüyor, soykırım gerekçelerini halen savunuyor.

Bu topraklarda sermayenin Türkleştirilmesi ve farklılıkların tekleştirilmesi politikaları, soykırımdan kaçarak kurtulan Ermenilerin yerlerine dönüşünün yasaklanması, 1936 Beyannamesi, Varlık Vergisi, Vakıflar Kanunu, 6-7 Eylül Pogromu ile varlığını sürdürdü. Bu topraklarda Ermeni ve Süryanilerin yaşadığını unutturmayı hedefleyen devlet; Ermeni ve Süryanilere ait mezarlıkların, okulların, kiliselerin büyük bir kısmını yok etti, yok edemediğini gasp etti, yer adlarını değiştirdi. Devletin her kademesinde yapılan fişlemeler, ders kitaplarındaki hakaret ve nefret söylemleri, Hrant Dink ve Sevag Balıkçı’nın katli davalarında hukukun işlevsizleştirilmesi, okulların, inanç merkezlerinin ve inanç önderlerinin üzerindeki tahakküm, tekçi ve baskıcı devlet anlayışının en açık göstergeleridir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin imzalamış olduğu ‘Uluslararası Soykırımı Önleme Sözleşmesi’nin de bir gereği olarak soykırımı kabul etmek, mağdur halklar ve inançlardan, bireylerden özür dilemek, sorumluları ve failleri ifşa etmek, birbirini anlamak, yaraları samimi bir yaklaşımla sarmak ve mağduriyetleri ortadan kaldırmak için atılması gereken ilk adımlardır.

Dünyadaki örneklerden de biliyoruz ki, insanlık suçu olan soykırımları lanetlemek, hakikatlerle yüzleşmek ve özür dilemek toplumsal barışın inşası, vicdan ve adalet duygularının gelişmesi için olmazsa olmaz koşuldur. Acıları paylaşmak, ortak düşünmenin, demokratik bir geleceği birlikte kurabilmenin de parçasıdır aslında. Aynı zamanda Türkiye halklarının barış ve eşit yurttaşlık ilişkisi içinde bir arada yaşayabilmesinin de yoludur.

1915 Soykırımı’nın 100. yılına girerken ilk yapılması gerekenler arasında, tek taraflı kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırının koşulsuz açılması; kökenleri bu topraklarda olan Diaspora Ermeni ve Süryanilerine yurttaşlık haklarının verilmesi; fişlemelerin son bulması, ders kitaplarındaki nefret söylemlerinin temizlenmesi; soykırım mağdurlarına tazminat verilmesi; Süryani halkının da Lozan Anlaşması kapsamındaki ‘Azınlık Hakları’ndan yararlandırılması; Ermeni ve Süryani halklarının okul, kilise gibi kamusal alanlarının iade ve restore edilmesi gelir.

Anadolu’nun kadim halklarının torunları olarak, 99 yıllık utançla yüzleşiyoruz; Ermeni ve Süryani halklarının acılarını paylaşıyor, yaşanmış olan insanlık trajedisini yüreğimizin derinliklerinde duyuyor, ve o süreçte yaşamını yitirenleri hüzün ve saygıyla anıyoruz.

23 Nisan 2014

Hiç yorum yok: