23 Nisan 2014 Çarşamba

Ermeni Soykırımıyla Yüzleşmeden, Ne Demokratikleşilir, Ne de Kürt Meselesi Çözülebilir.



Ferhan Umruk
2015’e bir yıl kala bu toprakların kara günü olan 24 Nisan’la yüzyüzeyiz. “Anadolu’nun Hıristiyansızlaştırılmasında” mihenk taşı olan İttihat Terakki’nin Ermeni halkını tehcir kararı, yalnızca binlercesi katledilen Ermeni halkının değil, bu topraklarda yaşayan tüm insanların geleceğine de damgasını vurdu.
ermeni
Türkiye bugün hala demokratikleşmeyi tartışıyor. Egemen sınıfın rakip fraksiyonları kendileri için demokrasi talep ediyorsa, toplumun alt sınıfları ve farklı kimliğe sahip olanlar, en temel demokratik haklara kavuşmak için bedel ödemek zorunda kalıyorsa, bütün bunların sebebi, geçmişin yaratmış olduğu lanetli güzergahın bugünlere taşıdığı çözülememiş ağır sorunların üst üstte birikmiş olmasındandır.

Türkiye’nin Ermeni soykırımıyla yüzleşmesi, sahip çıktığı tarihsel miras bakımından da gereklidir. Zira cumhuriyetin kuruluş sürecinde ve yakın tarihlere kadar devlet Osmanlı mirasını mahkum etmiş, Osmanlı hanedanı karalanmıştır. Ancak daha sonraları devleti yönetenler ulus devletin meşrulaşmasının bir dayanağı olarak Osmanlı imparatorluğunun mirasına sahip çıkmaya başlamışlardır. Resmi tarih de bu değişime uygun olarak yeniden biçimlendi.Bu hakikat bir zamanlar telaffuz edilen: Ermeni katliamının Osmanlı döneminde gerçekleştiği dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin ilgisi olmadığı biçimindeki savunma yöntemini geçersizleştirmiştir.

Kapitalist modernleşmenin bir ürünü olan ulus ve ulus devlet düzeni kendini inşa ederken unutma ve inkar yöntemini kullanır. Türk etnik kimliğine dayalı ulus devlet inşasının ilk hamlesinin Ermeni halkının Anadolu’dan katliam ve tehcirle arındırılması olduğu aşikardır. Bu bakımdan kuruluş temellerinde bu izi taşıyan Türkiye’nin günümüzde demokratikleşme doğrultusunda ilerleme iddialarının, bu izle yüzleşmeden sonuca ulaşması mümkün değildir. Yüzleşme ve demokratikleşme arasında kurulan illiyet kimilerine göre aşılmış olanın zorlanması olarak gelebilir. O zaman, aşılmış sanılanın muktedirlerce sürdürülen inkar yönteminin temelini teşkil ettiği farkedilemiyor demektir.

Osmanlı imparatorluğunun bir bakiyesi olarak kurulan ulus devletin kuruluş paradigmasını tarihsel bir gereklilik, determinizmin bir sonucu olarak değerlendirenler, Türk etnik kimliğine dayalı uluslaşma ve üniter devlet biçimini kaçınılmaz süreç olarak meşrulaştırıyorlar. Ancak etnik kimliğe ve üniter devlet biçimine dayalı uluslaşma tarzının tek yol olduğu iddia edilemez. Bunun böyle olmadığı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreci ve öncesinde de federatif, otonomilerin olduğu, toprağa dayalı vatandaşlığın temel alındığı devletlerin varoluşundan bellidir.

Her şey bir yana, o dönemde de, çözülen Osmanlı devletinin egemenliğindeki Balkan halklarının siyasi geleceği ile ilgili tartışmalarda süregitmekte, çözüm önerileri geliştirilmektedir. Örneğin, Troçki, II. Meşrutiyetin ilanını sağlayan 1908 devriminin, Demokratik Türkiye’nin yolunu açarak Balkan milliyetlerinin, İsviçre veya Amerika modelinde, demokratik, federal bir temel üzerinde “ Türkiye ile federasyonlaşmasını çözüm olarak önermiştir. Fakat bu öneri hayat bulamamış, kısa sürede İttihatçıların amacının etnik kimlik üzerinden merkezi ulus devlet kurmak olduğu ortaya çıkmıştır.

Dahası, 1907′de yapılan II. Jöntürk Kongresine Ermeni Taşnaksatyun Partisi’de katılmış istibdat rejimine karşı İttihat ve Terakki ve diğer Jöntürk gruplarıyla birlikte rejimine karşı birlikte mücadele kararı verilmiştir. Bu karar doğrultusunda birlikte yürüyen mücadele sonucunda 1908 Devrimi başarılmış, Ermeni halkı devrimi sevinçle karşılamıştır.Bütün bu süreç boyunca Abdülhamit rejimini yıkmak üzerinde sağlanan ortaklık sürerken Hınçak örgütü bağımsızlık yönünde hareket ederken, Jöntürk hareketiyle ittifaka giren Taşnaksatyun’un özerklik doğrultusunda hareket ettiğibiliniyor.Taşnaksatyun’un, Jöntürk hareketiyle ittifaka yönelişi, meşrutiyetin kurularak demokratikleşme doğrultusunda reform ve özerkliğin gerçekleşebileceği umuduna dayanıyor. Dolayısıyla o dönemde de, özerklik, federasyon kavramları ve gerçekleşebilirliği bilinmeyen talepler ve çözüm seçenekleri değil.

Diğer yandan, İttihatçıların Türkleştirme yoluyla uluslaşma yolunu takip eden cumhuriyet kurucularının bu yönteminin determinizmle izahı başka bir tuhaflık değil midir? Rusya’da 1917 Devrimi gerçekleşmiş ve Ankara hükümetini desteklemiş olan Rus devrimcileri Sovyetler Birliği olarak Çarlık Rusyası enkazı üzerinden otonomileri de içeren federatif devlet oluşturmuşken başka yol yoktu demek mümkün müdür?

Sorun, kapitalist modernleşme sürecine sürüklenmiş Türkiye’nin, ulusu inşa eden ulusçu kadrosunun etkisi altında kaldıkları üniter devlet modeline göre uluslaşmış Fransa örnek alarak, bu topraklarda yaşayan farklı etnisitelere sahip halkları homojenleştirme, olmazsa imha, sürme yöntemine başvurmalarından kaynaklanıyor. Bütün bunlar, bu kanlı süreci tarihsel determinizme sığınarak izah etmenin hiç de samimi olmadığını gösteriyor.

Resmi tarihin savunucularının, determinist gerekçelerin kafi gelmediği durumda başvurdukları katliamı meşrulaştırma tarzı ise Ziya Gökalp’in dile getirdiği mukatele (karşılıklı katliam) açıklaması olmaktadır. Evet, 1894-1896 arasında Abdülhamid’in Kürtlerden teşekkül ettirdiği Hamidiye alayları ve Kürt aşiretleri teşvikiyle Sason, Bitlis, Van ve Muş’ta Ermeniler katledilmişlerdir. 1896′da Ermeni reform planının uygulanması için Osmanlı bankasını basan Ermeni eylemcilerin daha sonra anlaşmayla yurt dışına gitmek üzere serbest bırakılmasının ardından, Abdülhamid rejimi tarafından yönlendirilen baltacılar adı verilen Kürt hamallar Ermeni mahallerini basarak binlerce Ermeniyi katletmişlerdir.Bunun gibi bir dizi katliam sayılabilir. Aynı şekilde tehcirin gerekçesi olarak gösterilen 1915 Nisan’ında Van’da Ermeni eylemcilerin 3.000 müslümanı katletmeleri gösterilerek, yaşananın mukatele olduğu savunulmaktadır.

Tartışmalar, bu biçimdeki ölüm sayısı üzerinde değerlendirilirse elbette ki katliamı kim yaparsa yapsın kınamak gerekir. Ancak meselenin niteliksel özelliği bu değildir. Sonuçta Anadolu’nun otokton bir halkı 1915 ile birlikte Talat Paşanın evraklarında bahsedilen sayıyla yetinelim 900.000 Ermeni Der zor çöllerine sürülmüştür. Sürgün esnasında da binlercesi devlet tarafından veya devletçe teşvik edilen Kürt aşiretler tarafından ellerindekiler gasp edilmek amacıyla öldürülmüştür. Bugün Türkiye’de Talat Paşa’nın verdiği sayıyla sınırlasak da 900.000 Ermeni yaşamıyor, Anadolu’dan birkaç köy hariç tamamen silinmiş durumdalar. Şu anda Türkiye’de 50-60.000 civarında Ermeni vatandaşın yaşadığı tahmin ediliyor.Şöyle diyelim bir devlet silahlı güce karşı kendini savunur, silah kullanma yetkisi devletindir kanunlara göre. Ancak bir devlet silahsız sivil halkı imhaya yönelirse bu eylem soykırım tanımına girer.

Kırımı mukatele olarak telif etmek çabasında olanların1914-15′te Süryanilere uygulanan katliamı ve 1934′te Trakya olayları olarak tarihe geçen bölgedeki yahudilere yapılan saldırılarla göç etmeye zorunlu bırakılmalarını izah etmesi gerekiyor. Zira ne Süryanilerin ne de Yahudi halkın silahlı örgütleri ve silahlı kalkışmaları mevcuttu. Abdülhamid’le başlayan, İttihat Terakki ile sürdürülen din üzerinden Anadolu’nun müslümanlaştırılması veya “Hıristiyansızlaştırılması”cumhuriyet döneminde de sürdürüldü. Anadolu’nun müslüman halkları Türk, Kürt, Çerkez etnisitelerin önemli bir bölümü, devletin desteğinde bu arındırmada rol aldılar.Meselenin mukateleden dolayı doğan ve devletin kendini koruması nedeniyle olmadığı aşikardır. Müslüman olmayan her etnik topluluğun imhası veya sürgün edilmesi kararlaştırılmış ve gerçekleştirilmiştir. Yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalanların bütün varlıkları da devlet ve feodal ağalar, aşiretler tarafından gaspedildi.

Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Anadolu’nun Müslüman halklarıyla Hıristiyan halklara karşı ittifak sürdüren ulusçular, 1924 Anayasasıyla birlikte Türkleştirme roje3ini de hayata geçirdiler. Zira artık topraklar dini bakımdan homojenleştirilmiş sıra etnik arındırmaya gelmişti. O güne kadar devletin ittifak yaptığı Kürtler, artık ittifak değil, bir tehdit unsuru olarak görülmeye başlandı. 1925 Şeyh Sait isyanı da, devletin daha sonra gelişecek Kürtleri imha hareketlerinin işareti olacaktı.

Günümüz Türkiye’sinden baktığımızda cumhuriyet paradigması zafer kazandı ama bunun bir Pirus zaferi olduğu da aşikardır. Müslüman halkların ittifakıyla, Hıristiyan halkların bu topraklardan arındırılması gerçekleştirilmiş, ama Türkleştirme doğrultusunda Kürtlerin arındırılması mümkün olamamış, paradigma tıkanmıştır.

Tarihin hakikatleri uzun yıllar tozlu raflarda unutmaya, unutturulmaya terk edilmişti. Ancak bu tozlu raflarda duran hakikatler elbette gün ışığına çıkacaktı. Günümüz dünyası tarihin kapısını aralayarak muktedirlerin yazdığı tarihin değil, yenilenlerin dünyasından hakikatleri keşfediyor. Walter Benjamin şöyle tarif etmekteydi tarihin bir başka okunuşunu:Bu söylenenler, tarihsel maddeci için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmak­tadır. Tarihsel maddeci, bunları arada bir uzaklık bırakarak izle­yen gözlemci kimliğindedir …Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliğini taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek sü­reci de barbarlıktan uzak sayılamaz. Bundan ötürü tarihsel mad­deci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. ‘Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’, kendisi için görev sayar.”

Türkiye’de “Tarihin tüylerini tersine tarama görevi” ideolojik-politik olarak sistem muhalifi olan bütün hareketlerin sırtındadır. Bu görev yerine getirilmeye başlandığında Ermeni soykırımı üzerinden cumhuriyetin kurulduğunu görmek, tozlu raflara terk edilmiş bu hakikati gün yüzüne çıkarmak gerekiyor. Bu hakikatle Türkiye yüzleşmeden demokratikleşme doğrultusunda atıldığı zannedilen her adım tökezleyecektir. En başta bu görevi üstlenecek olanlar elbette sosyalistlerdir, elbette cumhuriyet paradigmasının neden olduğu yıkımlarla karşı karşıya kalmış olan Kürt halkıdır, onun siyasi hareketidir. Bu görev üstlenilmedikçe ne Türkiye özgürleşebilir ne de Kürt halkı özgürleşebilir. Unutulmamalıdır ki Walter Benjamin’in dediği gibi Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir.” Her şeyden önce aynı topraklarda Ermeni halkının yaşadığı felakete şahit olmuş, kiminin devletle birlikte kırımı yaptığı, kiminin Ermenileri koruduğu Kürt halkı ve onun siyasi hareketi hiçbir ikircikliliğe düşmeden bu hakikati seslendirmelidir. Eğer, demokratikleşmek, özgürleşmek amaçlanıyorsa, iktidarda olanların yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümemek, yere serilenlerle birlikte yürümek gerekiyor

Hiç yorum yok: