13 Nisan 2014 Pazar

Seçim Sonuçları Üzerine Dosya: HDP-MYK, Tayfun İşçi, Sungur Savran, Demir Küçükaydın, Oğuzhan Müftüoğlu


Yalansız’ın notu: 30 mart yerel seçimleri sonuçlanıp, AKP’nin beklentiye dönüşen keskin düşüşü gerçekleşmeyince, solun geniş kesimleri moral bozukluğu yaşıyor. Elbette sosyalist hareketin derlenip toparlanmasını ve güç kazanmasını sağlayacak kesin bir reçetenin kimsenin elinde varolmadğı besbelli. Ancak, moral bozukluğunu aşmanın yolu eğer zamana veya moral hocalığı yapanlara bırakılarak çözüm beklenecekse işimizin pek de kolay olmadığı aşikar.
seçim
Eleştiri ve tartışmanın pratiğin yolunu açıcı bir işleve sahip olduğunu, yaratıcılığın önünü açtığını düşünerek, ilgilenenler için, HDP-MYK, Tayfun İşçi, Sungur Savran, Demir Küçükaydın, Oğuzhan Müftüoğlu’nun görüşlerini içeren bir dosya hazırladık.



****************************

HDP MYK Seçim Sonuçları Değerlendirmesi
Halkların Demokratik Partisi Merkez Yürütme Kurulu, 1 Nisan 2014 günü yaptığı toplantıda seçim sonuçlarını değerlendirerek şu tespitleri ortaya çıkan durum göstermiştir ki, Türkiye’de toplumsal sorunların çözümü ancak köklü bir demokratikleşme ile sağlanabilir ve bu çok acil bir ihtiyaçtır. Demokrasi, sosyal haklar, eşitlik ve ekoloji mücadelesi, Kürt sorununda çözüm ve barış, ne AKP’nin insafına bırakılabilir ne de geleneksel inkarcı ve ulusalcı zihniyetten vazgeçmeyen CHP’nin iktidar hesaplarına malzeme yapılabilir.
2. Yerel seçim olmasına rağmen doğrudan genel seçim niteliğinde, çok zorlu ve hileli bir seçim süreci geçmiştir. Türkiye’deki toplumsal kutuplaşma sandıklara da yansımıştır. Aradan günler geçmiş olmasına rağmen Türkiye’nin birçok yerinde sayımda ve tutanaklarda hile yapıldığı, yakılmış oyların çöplüklerde bulunduğu gerekçeleriyle sonuçlara itiraz edilmiş olması ve yeniden sayımların yapılması; itirazların gösterilerle sürmesi, demokratik gösteri hakkını kullananlara yönelik kabul edilemez polis saldırıları bu kutuplaşmanın devam edeceğinin de bir göstergesidir.
3. Seçim çalışmaları eşit olmayan koşullarda gerçekleşmiştir. Ana akım medya desteğinin asla bizden yana olmamasına, bariz bir ayrımcılık yaşanmasına; tüm imkanların AKP’ye sunulmuş olmasına; Fethiye, Aksaray, Giresun, Urla ve pek çok ildeki yoğun baskı, engelleme ve ırkçı saldırılara rağmen seçim çalışmalarımızı sürdürdük. Özellikle seçim sürecinde partimize karşı geliştirilen linç kampanyasına, CHP-Cemaat cephesinin oluşturduğu psikolojik baskıya rağmen, HDP’nin sandıkta aldığı sonuçlar önemlidir. Bu ortam arzu ettiğimiz sonuçları almamızı engellese de, elde ettiğimiz destek bundan sonraki çalışmalarımız için önemli bir başlangıç zeminini yaratmıştır.
Batıda HDP, Kürt illerinde BDP ile seçime girmek riskli bir karardı. Ama ona rağmen alınan sonuçlar hepimizi sevindirdi. BDP, 103 il, ilçe ve beldede seçimi kazandı. Kürt halkı kendini yönetmek istediğini, diline, kimliğine, kültürüne sahip çıktığını seçim sonuçları ile bir kez daha söylemiş oldu.
HDP ise batıda, ilk kez girdiği ve henüz örgütlenmesini tamamlayamadan 5 ay gibi çok kısa bir sürede hazırlandığı seçimlerde, 2009 ve 2011’de alınan oyları çoğu yerde korudu, kimi yerde artırdı, bazı yerellerde ise kayba uğradı. Ancak hemen hemen Türkiye’nin her yerinden oy aldı, İstanbul’da üçüncü kuvvet merkezi olduğunu gösterdi. Toplamda 3 milyona varan oy ve yüzde 7’ye ulaşan oran, HDP-BDP ortaklığının, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, genel seçimler ve bu iki seçim arasında ortaya çıkabilecek tüm siyasi denklemlerde var olma iddiasının; demokrasi, eşitlik, barış ve özgürlük yolundaki siyasetin yeni bir seviye kazanmış olduğunun göstergesidir.
Bu seçimin çok önemli bir sonucu kadınların kazanmış olmasıdır. HDP-BDP ortaklığının eşbaşkanlık uygulaması ile artık kazanılmış olan her yerelde bir kadın belediye başkanı da vardır. Kadınların çok büyük eşitsizlikle karşı karşıya bulunduğu Türkiye’de bu sonuç, seçimin bütün sonuçlarından çok daha kıymetlidir.
4. HDP olarak kısa bir örgütlenme ve yeterli olmayan bir hazırlık sonunda 54 ilde girdiğimiz yerel seçimlerde, hem çalışmalar esnasında hem de aldığımız sonuçlardan Türkiye’nin her tarafında bizi destekleyen, izleyen ve gözleyen insanların olduğunu sevinerek gördük. Bu bize, başlattığımız çalışmaların doğru bir yolda ilerlediğini gösterdi ve bizleri cesaretlendirdi.
Öte yandan kampanya dönemindeki çalışmalar eksiklerimizi ve hatalarımızı da görmemize yol açtı. Herhangi bir mazeret üretmeden bunların giderilmesi için adım atmamıza imkan sağladı. Bu kararlılıkla, elde ettiğimiz sonuçları, yaptığımız çalışmaları bütün yetkili kurullarımızla, üyelerimizle, bileşenlerimizle ve bu çalışmada bizi destekleyen, oy verenlerle birlikte tartışıp, eksik ve hatalarımızı cesaretle tespit edip, mücadeleyi ve örgütlenmemizi geliştirme, seçim dönemindeki çalışmalarımızı kolektif bir tecrübeye çevirme kararlılığındayız.
5. Seçim sürecindeki çalışmalar da gösterdi ki, HDP-BDP ortaklığı yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesi, özerk ve demokratik bir yerel yönetim anlayışının gerçekleşmesi, toplumcu bir belediyecilik ve hizmet anlayışının yerleşmesi açısından yeni ve köklü önerileri olan tek politik odaktır. Bu sonuçlarla birlikte, yerel yönetimlerde geliştirdiği politikalarla ve uygulamaya başlayacağı modelle HDP-BDP ortaklığı yerel yönetimlerde ana muhalefet odağıdır.
6. Sonuçlara göre, Türkiye’deki iktidar-muhalefet tablosu yerel seçimlerden sonra da önceki durumunu korudu. ‘CHP yaptığı yanlış muhalefet ile AKP’nin elini güçlendiriyor’ tespitimiz sandıkta bir kez daha görüldü. AKP’nin oylarını korumasının nedeni, AKP karşıtlığından başka bir vasfı olmayan, AKP’nin kurduğu siyaset zemininin dışına çıkamayan cenahtır.
Ancak şu çok açık ki, sandıktan AKP’nin çıkmış olması, yolsuzluk ve usulsüzlükleri, dönen rüşvet çarkını, totaliter ve yasakçı zihniyeti aklamaz. AKP’nin bu politikalarına karşı dün olduğu gibi bugün de politik ve hukuki mücadelemiz sürecektir.
Türkiye’deki bu politik gerilim hattı devam edecek, hesaplaşma derinleşecektir. Bu hesaplaşmanın gerçekten bir demokratikleşmeyle, demokrasinin ve özgürlüklerin kazanılmasıyla sonuçlanması mücadelemize bağlıdır. Bizler Türkiye’deki muhalefet zafiyetini aşmaya aday olduğumuzu bu mücadelemizle göstereceğiz.
7. Bu sonuçlarla, HDP’nin Türkiye’de daha güçlü bir seçenek olması ve daha etkin bir rol alması açısından, görev ve sorumlulukların çok büyük olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye’deki mevcut siyasi krizden ve siyasi tıkanmışlıktan HDP-BDP’nin de içinde olduğu demokrasi güçlerinin birlikteliğiyle ve mücadelesiyle çıkılabilir. Bu mücadeleyi büyütmek için Türkiye’deki tüm demokrasi, emek ve barış güçlerine, sosyal hareketlere birlikte mücadele ve örgütlenme çağrımızı yineliyoruz.
HDP Merkez Yürütme Kurulu
2 Nisan 2014

***********************************

SEÇİMLERDE HDP NEDEN HEDEFİNE ULAŞAMADI

2 Nisan 2014, 11:47

Tayfun İşçi


Seçim sonrası HDP’den yapılan bazı açıklamalara bakarak bu uyarılarımızın da boşa gideceğini ve yine bürokratik duvarlara çarparak gerisin geriye döneceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama birileri söylemeli ve yazmalı. Bu partimiz HDP’nin başarması için üzerimize düşen bir görev.

Seçimlerde alınan oylar başarı ve başarısızlığın tek ölçütü olmasa da her seçim, toplumun kendisi ve karşıtlarının gücünü ölçme olanakları sunar.  2014 yerel seçimleri yapıldı. Kesinleşmemiş sonuçlara göre HDP % 2 oranında oy aldı. Gerçekler, “ HDP hedefine ulaştı” deyip ondan kaçmakla gizlenemez.  Gerçek şu ki; partimiz HDP seçimlerde beklenen başarıyı gösteremedi. Yine başaramadık.

HDP, farklılıkların bir birine düşman edilip etkisizleştirildiği bir coğrafya da, farklılıkların barışı, buluşması, söz ve karar sahibi olması için kuruldu. Partimiz HDP “Umuda Yolculuğu”na  “Bu Daha Başlangıç” anlayışı ile başlar başlamaz kendisini bir seçimde buldu.  Kuşkusuz daha önceki seçimlerde önemli bir deneyime sahip olan BDP bileşeni vardı. Ancak HDP ortaklığı üzerinden iş yapma henüz gelişmemişti. Partimiz seçime girmeye hazır değildi.

Başta gezi olayları ardından 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile seçime giden süreç, Türkiye’de AKP ve karşıtı ulusalcı blok saflaşmasını getirdi. HDP, bu süreç boyunca her ne kadar üçüncü bir yol olduğunu açıklasa da,  AKP karşıtlığı cephesinde kendisini kaybetti. Hatta kendisini öylesine kaybetti ki,   her iki kampa da karşı olduğunu unutup “CHP’nin oylarını bölmediğini” açıklayarak, HDP’nin  amacı dışına çıktı.

HDP Bu seçimlere bağımsız bir parti olma iddiasına rağmen resmen bağımsız bir parti olarak seçimlere katılmış olsa da, maalesef bağımsız bir parti olarak katılamadı. Gezi ve yolsuzluk üzerinden CHP, MHP, Cemaat ve ulusal sol kampının peşinden sürüklendi. Bu durum HDP seçmenlerini derinden etkiledi.  Türkiye’nin şehirlerinde birçok seçmenimiz CHP’ saflarına katıldı. Birçoğu da Belediye Meclis üyeliklerinde HDP’ ye, Belediye Başkanlıklarında CHP’ye oy verdi.

HDP, Gezide oluşan “birlik ruhunu” seçimlerde de sürdürdü.  Bu birlik ruhu özü itibariyle  “Bozkurt CHP” ruhuydu.  Bu birlik ruhunu savunup seçimlere CHP’den ayrı katılmak gerçektende bu birlik ruhunu bölmekti. Bu yüzden kitlelerimiz gezinin ruhuna uygun davrandı. Gezi birlik ruhunun gereğini yaptı. CHP’ye güç kattı. Gezi eylemlerini devrim sananlar, seçim sonuçlarıyla birlikte “gezi ruhunun buharlaşıp kaybolduğunu” iddi ediyorlar. Bu dostlar yine yanılıyorlar. Seçimlerden sonrada gezi ruhu Türkiye’nin kamplaşmasında önemli oranda devam ediyor ve tehlikeli bir biçimde devam edecek.

HDP gezinin olumsuzluğundan kendisini kurtaramazken, gezinin yeterli olmasa da olumluluklarını görmezden geldi. Gezinin hiyerarşi ve iktidar karşıtı yanını ve yine sol şabloncu söylem ve pratiğe karşı özgürlükçü Komünalist yaklaşımını geliştiremedi. .  Halk iradesini kararlara yansıtamadı. Kararları HDP bileşeni sol hareketler üzerinden alırken, farklılıkları sadece aday göstererek farklılıkları ikna edebileceğini düşündü.  HDP seçimlerde farklılıklardan oluşan halkın iradesinden çok, bileşen gurup liderlerinin iradesini esas aldı.

Seçimlerde HDK’nin HDP’yi öne çıkarılması elbette ki doğruydu. Ancak HDP, bütün eksikliklerine rağmen meclislerden oluşan kendi asli kara organı olan HDK’ yi yok saydı. Seçim dışına öteledi. Böylece yerelin gücü ve desteğini zayıflattı. Yerel seçimlerde, seçimleri yerel meclisler üzerinden değil, bürokratik merkeziyetçi parti işleyişi üzerinden götürdü.

HDP seçim süresince yeterince halkçı bir üslup ve halkçı bir yöntem geliştiremedi. Propaganda ve çalışma yöntemi klasik sol jargon ve eylem tarzı biçimindeydi.

Seçimler, HDP kadro yapısının HDP’yi taşıyabilecek güçte ve yeterlilikte olmadığını gösterdi. Parti ve kongre organlarında yetkili birçok HDP’li seçim çalışmalarında yoktu.  Bazı kadrolar ise HDP ‘yerine CHP’ye çalıştı. Bazıları CHP’yi destekleyen açıklamalar yaptı.

Ön önemli kararlar parti merkezinin kulislerinden öğrenildi. CHP’ye veya başka bir partiye ittifak elbette ki önerilebilir. Ancak ittifak girişimleri bile kapalı kapılar ardında gerçekleşti. Maalesef bu ittifak çalışması, üyelerimizde partimizin üçüncü yol olduğuna olan inancı sarstı.

HDP seçimlerde kendisine güvenen bir parti olarak davranamadı. Kararlaşma da ve uygulamada çekimser ve ikircikli davrandı. Seçim politikası CHP’yi küstürmeme veya gönlünü alma biçiminde sürdürüldü.

CHP’de dâhil bütün partiler, İslamiyet üzerinden seçim kazanmaya çalışırken, HDP,  Bütün dinlerin toplumsal sorunları çözme anlayışı ile ortaya çıktığını, ama bu dinlerin iktidarlar tarafından yozlaştırıldığını açıklayamadı. AKP ve CHP’nin seçimlerde dini nasıl yozlaştırdıklarını halka gösteremedi. HDP diğer partilerden farklı olarak demokratik laik bir parti olduğunu izah edemedi. AKP iktidarının toplumda yarattığı zorlukları halka anlatamadı cemaat’in yolsuzluk kasetlerinin peşine takıldı.

HDP Türkiye partisi olduğunu ve Türkiye ‘de seçimlere girdiğini adeta unuttu. Kendisini BDP ile aynılaştırdı. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal sorunlarına gereken önemi göstermedi.  Türkiye’deki Kürtler hakkındaki olumsuz yaklaşımın nedeni olan Türklerin Türk halk gerçekliğinden uzaklaştırılmış olduğunu doğru açıklayamadı. Tarihsel Kürt ve Türk dayanışmasının nasıl iktidarlar tarafından halkların aleyhine çevrildiğini bir birine düşman edildiğini açıklayamadı. Kürtleri küstürmeme adına Türkiye gerçeğinden uzaklaştı.

Partimiz HDP,  Metropol Kürtlerine kendisini iyi ifade edemedi. Birlikte mücadele ve birlikte kurtuluş iyi anlatılamadı. Partimiz, duruşuyla Kürt sorunun çözümünde samimi olduğunu yeterince gösteremedi.  Bu durum metropol Kürtlerinin güç ve desteğinin azalmasına neden oldu.

HDP’nin seçimlere yetersiz yaklaşımı Kürdistan’da da etkili oldu.  Türk sosyalistleri ile buluşmaya veya Türkiyelileşmeye karşı olan bazı Kürt gurupları,  Türklere olan güvensizliği geliştirme fırsatı bulup  BDP’li bir kısım çevreleri etkiliye bildiler.

Kuşkusuz burada sayamayacağımız daha birçok eksiklik ve yanlışımız vardır. Yeni bir parti olarak bu yanlışlar bir ölçüye kadarda olağan kabul edilebilir. Bizler başarıyı sadece oylardan ve Belediye başkanlıklarını kazanmaktan ibaret görmüyoruz. Ancak seçimlerin gösterdiği başarısızlığı da küçümsememeliyiz.  Kendimizi abartmamalı ve yanlışlarımızı görebilmeliyiz. Halka karşı sorumluluğumuz gereği, yanlışlarımızla yüzleşmeli,  kendimize eleştirel yaklaşabilmeliyiz.02.04.2014

*********************************

 Zor Yoldan Öğrenmek
Sungur Savran
April 3, 2014
Yerel seçimlerin sonuçları özellikle Gezi ile başlayan halk isyanından sonra gönlü solda olan birçok insan için ağır bir düş kırıklığı yarattı. Bu çevrelerde yoksul ve emekçi halka karşı saldırganlık, hatta aşağılama yaygın bir sendrom. Bu insanların bu hale gelmesinde sosyalist solun partilerinin büyük suçu var. Devrimci İşçi Partisi olarak biz neredeyse 17 Aralık’tan beri ısrarla seçimin bu krize bir çözüm olamayacağını söylüyoruz. Bunun en az dört nedeni var ve bu dört nedeni bütün bu üç buçuk ay boyunca döne döne anlatmaya çalıştık. Şimdi bunlara kısa kısa bakalım.
1) Zamanlama sorunu: Politikada zamanlama işin esasındandır. Tayyip Erdoğan 17 Aralık’tan itibaren görülmemiş bir kriz içine girdi. İki an çok büyük önem taşıyordu:17 Aralık’ı izleyen haftalar ve Bilal ile paraları saklama konusunda yaptığı telefon konuşmalarının sızması. Bu ikincisinde AKP dışında neredeyse bütün öteki siyasi partilerin hükümeti istifaya çağırmış olması krizin ne kadar derin olduğunun nesnel bir göstergesi olarak düşünülebilir. Bütün bu anlarda sol seçimler için hazırlık yapıyor ve olayları bir cemaatin, bir AKP’nin yönüne bakarak bir tenis maçı gibi izliyordu.
Devrimci İşçi Partisi, Ocak başında sosyalist solda yer alan partilere ve Kürt hareketine bir “Açık Mektup” yollayarak bu durum hakkında şöyle diyordu:
Kısacası, Türkiye yolunu arıyor. Bugün arıyor. 30 Mart’ta değil. Bugün dikkatimizi seçime değil, Türkiye’nin içinden geçtiği büyük sarsıntıya bir çıkış yolu aramaya vermemiz gerekiyor. Oysa sosyalist hareket de, Kürt hareketi de gözlerini 30 Mart’a dikmiş, bugün olan bitenle ilgilenmiyor. Sosyalist hareket ve Kürt hareketi olan biteni tenis maçı seyreder gibi izlemekten vazgeçmelidir. Olayların seyircisi değil aktörü haline gelebilmek için bir an evvel harekete geçmemiz gerekiyor. (Vurgular aslında)
Gerçekgazetesi Ocak sayısında şöyle yazıyordu:
Politikada zamanlama belirleyicidir. Tayyip Erdoğan şimdi zayıftır. Rakibiniz zayıfken ona kredi açar gibi 30 Mart’a randevu vermek politikanın abecesine aykırıdır. “Git gücünü konsolide et, öyle gel” demektir!
Yaklaşık bir ay sonra Şubat başında ise Gerçek gazetesinde aynı konuda şöyle deniyordu:
DİP krizin evrimi içinde zamanlamaya belirleyici bir rol atfediyor. 17 Aralık krizinin en derin anlarından geçtiği bir evrede solun 30 Mart seçimlerine hazırlıkla oyalanarak Erdoğan’ı halk güçlerinin devirmesi için mücadele etmemesini büyük bir hata olarak görüyor. Asıl önemli mesele, solun sadece seçim düşünüyor olmasından da çok, bugünkü krize 17 Aralık’tan üç buçuk, bugünden iki ay sonraki bir seçimle çözüm aramasıdır.
2) Savaş alanının seçimi: Savaşta ve politikada karşı tarafın güçlü olduğu alanda çatışmaya girmek yerine onun zayıf olduğu alanları seçmek esastır. Seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın en güçlü olduğu alan olduğu son 20 yılda tescil edilmiştir. Gerçek gazetesi Ocak başında şöyle yazıyordu:
Ayrıca, ortada çok açık bir şey var: Tayyip Erdoğan’ın zor tuttuğunu söylediği yüzde 50 siyasi bakımdan pasif, ideolojik bakımdan uyuşturulmuş bir kitledir. Durgun bir ortamda seçime gidildiği takdirde, bu kitlenin önemli bir bölümünün Erdoğan’a oy vermeye devam etmesi mümkündür. Yani sandık strateji düzeyine yükseltildiğinde başarısızlık bir olasılıktır. (…) halk kitlelerinin bir bölümü nezdinde hâlâ popüler olan bir liderin isyan ve yolsuzluk dolayısıyla yaşadığı güç kaybını değerlendirmek yerine, mücadeleyi burjuvazinin sandık alanında vermeye yönelmek, onun zayıf olduğu yerde değil güçlü olduğu alanda savaş vermektir, yani politika sanatının abecesinden kopmaktır.
Mesele Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde güçlü olması ile de sınırlı değildir. Seçim sandığı paranın gücüne dayanan, eşitsiz, aldatıcı bir propagandanın bombardımanı sonucunda kitlelerin yalıtılmış biçimde karşı karşıya kaldığı bir siyasi durum olduğu için böyle dönemlerde en hayırlı sonucu vermez. GerçekŞubat sayısında bir tarihi deneyimi hatırlatıyordu:
DİP Erdoğan’ın, içinden geçtiği çok zorlu krizi atlatabilirse seçimlerden göreli olarak başarılı çıkması olasılığının küçümsenmemesi gerektiğini de vurguluyor. Fransa’da sadece öğrenci ayaklanmalarının değil, o aşamaya kadar tarihin gördüğü en büyük genel grevin ve yaygın fabrika işgallerinin de damgasını taşıyan 1968 Mayıs-Haziran döneminde Almanya’ya bir NATO üssüne kaçmak zorunda kalan cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün olaylar yatıştıktan sonra yapılan seçimleri açık bir farkla kazanmasını tarihi örnek olarak hatırlatıyor.
Ayrıca Türkiye’nin yakın döneminde yaşanan bir başka deneyime de değiniyordu Gerçek aynı sayıda başyazısında. Daha dokuz ay önce Gezi olayları devam ederken Erdoğan’ın referandum önerdiği hatırlatılıyordu:
Yıkılmanın eşiğine gelen AKP hükümeti ne dedi? Sandık! Yolsuzluğa, rüşvete batmış iktidarını aklamak. Bunun için de halkın isyanını, itinayla siyasetin dışına atılmış, borç batağına sokulmuş, hayat gailesinden kafasını kaldıramaz hale getirilerek iradesizleştirilmiş yığınların ölümcül ataletinde boğmak için!
3) Krizin karakteri ile seçimin orantısızlığı: DİP aynı zamanda devletin bütün organlarıyla krize girdiğini vurguluyordu. Bu tespit, seçimden hemen önce sızan ve Süleyman Şah Türbesi’nin Suriye’ye savaş açılması amacıyla kullanılmasının tartışıldığı ses kasetinde devlet yetkililerinin birbirlerine söyledikleriyle bütünüyle doğrulanmıştır. İşte bu devlet krizi dolayısıyla Gerçek, Ocak sayısında bir yazısının başlığını şöyle atıyordu: “Devlet krizine seçim çözüm olmaz!” Bu yazıda devlet krizinin unsurları sayıldıktan sonra şöyle deniyordu:
Bu gerçekleri yadsımak biraz zor. Solun en azından bazı bileşenleri zaten krizin derinliğini vurgulamaktan kaçınmıyor. Hatta “sistem krizde” diyenler, halk demokrasisi programlarını ileri sürenler var. Ama ne tuhaftır, bu kriz tahlilleri ve halk demokrasisi önerilerinden solunpratikte çıkarabildiği tek sonuç, 30 Mart yerel seçimlerinde AKP’yi yenilgiye uğratmak gerektiği! Eskiden sol devrimi hiç olmazsa söylem düzeyinde ciddiye alırdı. Şimdi söylem de geride bırakılmış! Kimse devrim ve sokakla ilgilenmiyor. Varsa yoksa seçim sandığı!
4) Seçimde gerçek bir alternatifin yokluğu: Nihayet DİP bütün bu dönem boyunca Erdoğan’a karşı önerilen alternatifin ABD büyükelçisinin koçluğunda oluşturulmuş bir “Amerikan muhalefeti” olduğunu, bu muhalaefetin koşullar uygun olduğu takdirde AKP’ye bile karşı olmadığını döne döne vurguladı. “Açık Mektup”ta şöyle deniyordu:
Sosyalist arkadaşlar, yurtsever hevaller, bize CHP’den hayır gelmez! Sadece CHP’nin ittifakı kabul etmediği koşullarda ya da sadece CHP’nin sağ adaylar gösterdiği yerlerde aday göstererek hiçbir yere gidemeyiz. CHP bugün ABD-TÜSİAD-TUSKON-cemaat-Sarıgül bileşimi temelinde, yüzünü geleneksel merkez sağa, hatta faşizme dönerek, Abdullah Gül’e ve AKP içinde Erdoğan ile anlaşamayabilecek öteki unsurlara göz dikerek yürüyor. CHP’den ne Türkiye’nin işçi sınıfına, ne de ezilen Kürt halkına hayır gelir!
DİP’in alternatifi
DİP seçimlerin karşısında soyut bir şey söylemiyordu. Bütün argümanını (Gerçek’in Ocak sayısından alınan aşağıdaki pasajda söylendiği gibi) şu somut noktaya dayandırıyordu:
Bu ülke daha altı ay önce bir halk isyanı yaşamasa idi, bu ruh durumunu anlamak biraz daha kolay olurdu. Ama bugün yaşanan büyük krizin arka planında zaten Gezi ile başlayan halk isyanı var. İktidar blokunun dağılması doğrudan doğruya bunun ürünü. Öyleyse, yapılacak şey açıktır. Sosyalist sol güçlerini birleştirmeli, forumlara yeniden hayat üflemeli, kitleleri bağımsız bir platform zemininde harekete geçirmeli, forum hareketini işçi sınıfına doğru seferber etmeli, iki tarafı ortak bir mücadelede buluşturmalı, Kürt hareketi ile diyaloga girişerek Erdoğan’la yürümenin Kürt hareketi için ne mümkün ne de hayırlı olduğunun artık ortaya çıkmış olduğuna hevallerimizi ikna etmeli, kısacası ülkenin kaderini halk isyanını oluşturan güçlerin ele almasının yolunu döşemeli ve cepheyi genişletmelidir.
Şubat sayısı ise durumu şöyle anlatıyordu:
Bir bütün olarak bu analiz temelinde DİP 17 Aralık operasyonu öncesinde seçimler için bir “İsyan Cephesi” önermiştir. Bu cephenin anlamı halk isyanının güçlerini yine halk isyanının talepleri etrafında canlı tutmak ve konsolide etmek, böylece Erdoğan’ın karşısında işçi sınıfı ve Kürt halkı ekseninde toplumun bütün diri unsurları üzerinde yükselen bir siyasi odak oluşturmaktır. Yani bu formülde seçim, isyanın ve yarının olası devrimci durumunun bir sıçrama tahtası olarak ele alınmıştır.
Ama 17 Aralık’tan itibaren başlayan derin kriz bu yaklaşımı da geçersiz kılmıştır. Gezi ile başlayan halk isyanı Erdoğan’ın düşüşünü bir olasılık haline getirmişti. İçinden geçmekte olduğumuz, doğrudan doğruya Gezi’nin kışkırttığı devlet krizi, bunu somut bir ihtimal yapmıştır. Öyleyse, mücadelenin bu evresinde seçimlere boğulmak işçi sınıfının ve ezilenlerin düşmanı bir siyasi odağı tarihin çöplüğüne havale etme görevini yerine getirmekten kaçınmaktır. Bu durumda DİP halk isyanının bağrında yer almış bütün siyasi güçlere bir ortak mücadele cephesi öneriyor. Bu amaçla sosyalist hareketlere ve Kürt hareketine bir “Açık Mektup” yazmıştır. (Vurgu aslında)
Parlamentarizm illetini sosyalizmin saflarından kovalım!
Yukarıda ortaya konulan berrak akıl yürütme sosyalist solun saflarında kabul görseydi, üç buçuk ay boyunca yüreği solda olan insanlara başka bir mesaj taşınmış, başka cepheler kurulmuş, başka işler yapılmış olurdu. Erdoğan düşürülemese bile, şimdi yaşanan halk düşmanlığı ve demoralizasyon yaşanmazdı.
Biliyoruz, onun için ısrarla yazacağız. Şimdi bu seçimin düş kırıklığı hafifleyince solda cumhurbaşkanlığı seçimi saplantısı başlayacak. Bari zor yoldan olsa da şimdi hayatın deneyiminden öğrenelim! Ve başka işler yapalım.
Gerçekgazetesi
************************************

Seçim Sonuçları ve Somut Öneriler

Demir Küçükaydın

Seçim sonuçları demokratik özlemlere dayanan ama demokratik bir programdan yoksun demokratik olmayan bir muhalefet ve sosyal kazanımlara dayanan ama sosyal olmayan bir iktidar tablosu çizmiş bulunuyor.
Bu tablo aynen Gezi’de de görülüyordu.
Demokrasi her şeyden önce Ulusun ya daDevletin ya da Politik olanın sınırları ve tanımıyla ilgilidir.
Demokrasi her şeyden önce eşit yurttaşları ve onların haklarını varsayar.
Ama yurttaşlık, yani ulus, yani politik olan, yani devlet, Türklükle ve Sünni Müslümanlık ile tanımlanmışsa, orada demokrasiden söz edilemez; çünkü artık eşit yurttaşlardan süz edilemez.
Türk olmayan veya kendini öyle görmeyenlerden alınan vergilerle Türkçe eğitim zorunlu olarak sürdürülüyorsa. Hele bu dille sınırlı kalmayıp, ırkçı bir tarih anlayışıyla da destekleniyor ve her alanda fiili olarak uygulanıyorsa, orada demokrasiden söz edilemez.

Müslüman olmayan veya kendini öyle hissetmeyenlerden alınan vergiler ile her yerde zorunlu olarak Sünni Müslümanlık el üstünde tutuluyor ve destekleniyorsa, hatta onun normları ile diğer yurttaşların davranışları belirleniyorsa orada demokrasiden söz edilemez.
Demokratik bir parti veya hareket, her şeyden önce politik olanın Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasına karşı çıkmak; devletin dil ve din konusunda mutlak bir tarafsızlığını ve karışmazlığını; sadece eşitliği sağlamakla görevli olmasını savunmak zorundadır.
Bu da teoride ve fiiliyatta, her şeyden önce, Türkçenin resmi dil olmaktan çıkarılması; herkesin ana dilinde eğitim hakkı; bu hakkın yan sıra, sosyal, ekonomik ve politik hayatı kolaylaştırmak için ortak bir dile gerek olup olmadığına ve gerekiyorsa bunun ne olacağına tüm yurttaşların özgürce tartışarak demokratik bir şekilde karar vermesi şeklinde olabilir.
İkinci olarak Türk tarihi değil, bütün dillerden, dinlerden seçilmiş insanların ortaklaşa yazacağı; hiçbir dile, dine, soya, ırka hiçbir anlam ve imtiyaz tanımayan bir tarihin yazılması ve herkesin ana dilinde bu tarihi okumasıdır.
Bu fiilen dilin ya da Türklüğün (keza Kürtlüğün, Süryaniliğin, Çerkezliğin, Lazlığın vs.) kişilerin özel sorunu olması; politik bir anlamı olmaması; ulusun tanımıyla ilgisiz olması anlamına gelir.
Benzer şekilde bir demokratik hareket, Diyanetin kapatılması; Din derslerinin kaldırılması; Camilerdeki ezan seslerinin Müslüman olmayanların dikkatini çekmeyecek veya onları rahatsız etmeyecek dereceye düşürülmesi veya ateistlere, Hıristiyanlara aynı sıklık, süre ve güçle kendi inançlarına uygun olarak yayın hakkının olması, yani günde beş vakit ve aynı şiddetle Tanrı yoktur, diye yayın yapabilmesi veya kilise çanlarının aynı şiddetle çalınması gibi radikal değişiklikler anlamına gelir.
Demokratlık asgari olarak bu hedefleri ve bunlar için mücadeleyi gerektirir.
Hemen görüleceği gibi bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da veya Ortadoğu’da, Rojava dâhil bunları açıkça ve net olarak savunan böyle bir hareket veya parti bulunmamaktadır.
Kürtlüğün veya Aleviliğin tanınmasını veya Türklük veya Sünni Müslümanlıkla aynı haklara sahip olmasını istemek demokratlık değildir. Aynı gerici milliyetçiliğin ve anti demokratik ulus anlayışının aynadaki aksidir.
Gezi’nin de, Seçimlerin de gösterdiği gibi, Muhalefeti oluşturan üç temel damar, aslında ulusun Türklük ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasına birer direniş özelliği göstermektedir.
Kürt Hareketi (Yani BDP ve HDP) Türklükle tanımlanmış olmaya; “Laik Hayat Tarzındakiler” ve Aleviler, (yani CHP’ye oy verenler) Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış olmaya karşı bir direnişi ifade etmektedirler.
Ancak bu direnişler yukarıda özetle ifade edilen, radikal demokratik hedef ve partilerden yoksun oldukları için birbirlerine karşı saflarda bulunurlar ve bir ortak demokrasi programı etrafında birleşemezler.
Yani dağınıklığın ve bölünmüşlüğün nedeni radikal olmamaktır.
Bu yönde tek deneme ve girişim Gezi’nin en hızlı günlerinde Gezi’nin demokratik karakterinin ortaya çıktığı günlerde görüldü (Lice Yürüyüşleri ve Yeryüzü İftarları).
Ama bu mesaj ve hareket, teori ve entelektüel bir hazırlıktan ve politik bir programdan yoksun olduğu için, fiilen buharlaşmış bulunmaktadır.
Seçim sonuçlarının gösterdiği şudur: Türkiye’de muhalefet demokratik bir programdan yoksun; demokratik özlem ve tepkilere dayanan bir muhalefettir.
Kürtler, Aleviler ve “Laik Şehirliler”in toplamı yüzde kırk civarındadır.
Ancak bunlar demokratik bir programdan yoksun oldukları için; sadece bölünmüş değildir; aynı zamanda birbirlerine karşı konumlardadırlar. Bu bölünüklük hem kültürel kotların farklılığından hem de iktisadi konumların farklılığından da beslenmektedir. (Alevilerin Kürt hareketine kuşkusu; Kürtlerin şehirlilerden tamamen farklı kültürel kotları, örneğin Gezi’de en basit oylamayla seçilecek delegeler bile kuşkuyla karşılanırken; Kürt hareketinin dokunulmaz ve tartışılmaz önderliği. Bunlar uyuşmaz kültürel özelliklerdir.)
Ancak bu demokratik özlemlerden kaynaklanan hareketler radikal bir demokratik program etrafında birleşmiş olsaydılar bile, yurttaşların yüzde kırkını aşamayan bir azınlığıdırlar ve Türkiye gibi devletin çok güçlü olduğu bir ülkede bırakalım iktidar olmayı; devletin yapısını değiştirme onu yıkıp; seçilmiş organlara dayanan ve bunların gerçek iktidarı elinde bulundurduğu gerçekten demokratik bir cumhuriyeti kurma şansları yoktur.
Bunun için Müslüman ve Türk Çoğunluğun yüzde doksanını oluşturan ama Türk ve Müslüman olduğu veya kendini öyle hissettiği için imtiyazlı olan ve dilinden, dininden dolayı kendini baskıya uğramış görmeyen emekçileri kendi yanlarına çekmeleri gerekir.
Peki, bu nasıl olabilir?
Elbette bir iktisadi kriz ortaya çıkmadığı; bu kesimin gelir ve yaşam düzeyinde bir gerileme olmadığı sürece bu kesimin bir arayışa girmesi; memnuniyetsizleşmesi beklenemez.
Zaten son seçimlerde AKP’nin aldığı % 45 oy (hatta MHP’nin % 15’lik oyları) bunu göstermektedir.
Ancak ürettiğinden çoğunu tüketen; büyüyen dış ticaret açıkları ile ekonomisini döndüren; son on yıldaki elverişli koşullarda bulduğu ucuz ve bol dövizleri üretici olmayan tüketimle harcayan Türkiye gibi bir ülkede bu krizler kaçınılmazdır.
İşte o zaman geniş Sünni ve Müslüman kesimler arayışa girerler. Bu arayış ille de demokratik özlemler ve harekeler biçiminde ortaya çıkmayabilir. Tarihin gösterdiği gibi, güçlü bir demokratik program ve hareket yoksa faşist veya faşizme benzeyen hareketlere de yol açabilirler.
Bu kesimi demokratik bir programa kazanmanın bir tek yolu vardır. Devletin pahalı, baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi yapısına karşı demokratik pahalı, baskıcı, bürokratik ve merkezi olmayan ucuz bir devleti programlaştırmak ve bunun için mücadele etmek.
Bu devlet, keyfi, merkezi ve pahalı yapısıyla geniş Türk ve Sünni veya kendini öyle gören kesimleri de ezmektedir.
Bu kesimler AKP’yi veya Özal’ı tam da devletin merkezi ve keyfi yapısına karşı oldukları için desteklemişler ve iktidara taşımışlardı. Onlar da bunu yapmamışlar sadece birtakım yüzeysel düzenlemelerle yetinmişler ama dönemlerindeki ekonomik canlanma ve büyümelerle bu desteği stabilize edebilmişlerdi.
İşte bu keyfi, merkezi, pahalı, bürokratik, militer cihaza karşı; bunu yıkıp parçalamayı apaçık ve net olarak koyan bir program gelecek krizlerde ve arayışlara yönelmelerde bu geniş Türk ve Sünni Müslüman kesimlerin desteğini alabilir.
Ayrıca Ucuz, bürokratik, merkezi, militer olmayan bir devlet cihazı; çok geniş kaynakların, üretici olmayan tüketimden; yani askeri ve bürokratik harcamalardan alınıp üretici tüketime (tarım ve sanayi yatırımları) ve halkın refahına (hastaneler, okullar vs.) aktarılma olanağı yaratır.
Yani ekonomik büyüme ve zenginleşme dış kredi ve borçlarla değil; askeri ve bürokratik harcamalardan tasarruf edilebilecek muazzam fonlarla gerçekleştirilebilir. Unutmamalı ki, Kuzey ülkelerinin refahı veya savaş sonrasının Almanya ve Japonya mucizeleri her şeyden önce askeri ve bürokratik harcamaların küçüklüğü hatta olmayışı ile gerçekleşmişti.
Bu baskıcı, pahalı, bürokratik, merkezi, militer yapıyı parçalamayı acil görev olarak ve somut tedbirlerle öne koyan, böyle programı olan bir parti ya da hareket de yoktur.
Önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da sorun şudur:
Ulusun Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmasına son verecek; pahalı ve baskıcı, militarist ve merkezi bürokratik devlet cihazını parçalamayı ve tüm iktidarın seçilmiş organların elinde olduğu; isterse bir köyün bile ayrılabileceği demokratik bir cumhuriyeti kurmayı açıkça savunan bir hareket; bir parti nasıl oluşturulabilir?
Kürt hareketi buna yatkın ama Kürtlüğün tanınması sınırını aşamıyor; hareketin “demokratik özerklik” sloganı bile merkezi bürokratik cihazların parçalanmasından ziyade, Kürtlüğün kendi kaderini tayin hakkı anlamına geliyor. Ve somut olmaktan çok uzak herkesin ne niyetine yerse onun tadını alabileceği soyut bir slogan.
Dolayısıyla Kürt hareketinin kendi gücü ve birikimiyle yukarıda söylenenler gibi bir programı ortaya koyabilme olasılığı görülmüyor. Hata hem burjuvazinin etkisi giderek artıyor; hem de küçümsenmeyecek bir bürokratikleşme de yaşıyor.
HDP ise Kürt hareketinin bu sınırlılıklarına küçük Türk sol örgütlerin bürokratik ve dogmatik ruhunu ekleyip var olanı bile iğdiş etmekten öteye gidebilmiş değil. Tüm seçim ve seçim öncesi davranışları bunun kanıtı.
Gezi, bu programın, bu özlemlerin ifadesi olduğunu gösterdi ama teorik ve entelektüel bir hazırlık ve örgütlenmeden yoksun olduğu için örgütlü biçimlere kavuşamadan buharlaştı.
Bu durumda ne yapılabilir?
Kimin ne önerisi var?
Bizim böyle bir programı tartışmaya sokmak; bunun için bir yayın çıkarmak ve/veya var olan örgüt ve yapılarda bir dönüşüm veya tartışmayı gündeme taşımak yönündeki tüm girişimlerimiz (Açılım, Köxüz, Radikal Demokrat ve diğer dergi girişimleri; Çatı Partisi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi, halkların Demokratik kongresi, Sosyalist Yeniden Kuruluş örgütlenmelerindeki girişimler) tam bir başarısızlıklar ve yenilgiler serisidir.
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış diye de yorumlanabilir ama yine de Seçimlerden sonra bu vesileyle BDP ve HDP’ye yine somut bir öneride bulunalım:
Bu yukarıda sıralanan sorunları tüm düzeylerde, tüm kamuoyuna açık, herkesin katılacağı tüm yayınlarda ve organlarda acık olarak sürdürülecek bir tartışma açmak ilk adım olabilir?
Bizim önerimiz bu?
Tabii sonucu şimdiden söyleyelim.
Duyulmayacak, görülmeyecek ve yapılmayacak.
Başka önerisi olan var mı?
Hatta sorunu yukarıda koyulduğu gibi koyan var mı?
Demir Küçükaydın

01 Nisan 2014 Salı
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/
************************************************


 Oğuzhan Müftüoğlu, “Erdoğan uzatmaları oynuyor. AKP değilse bile Erdoğan’ın miadı doldu. Kullanacağı insanları kullanacak, iktidar gücünü kullanacaktır. Ama tarihsel olarak ortaya çıkan bu durumun sonucu değiştireceğini zannetmiyorum” dedi
Rabia Yılmaz’ın söyleşisi:
Yerel seçim sonuçlarını gazetemize yorumlayan solun önemli isimlerinden, BirGün yazarı Oğuzhan Müftüoğlu, “Eğer halkı ikna edecek bir seçenek gösteremezseniz, inandırıcı bir şey ortaya çıkaramazsanız, ne kadar gerilerse gerilesin bu iktidar geriler ama, onun içinden, dışından, yanından bir takım yeni iktidar blokları geliştirilir, bu da egemen sınıflara hizmet eder” dedi.
Seçim sonuçlarını AKP’nin zaferi olarak yorumlamak doğru mu?
Türkiye’de seçimlerin sağlıklı ve demokratik bir şekilde olmadığı ortada. Dünyanın hiçbir yerinde iktidar partisinin iktidar gücünü bu kadar açık ve tek yanlı olarak kullanıldığı demokratik bir ülke yoktur. Seçim süreci boyunca bir kısmı satın alınarak yandaşlaştırılmış, geri kalanları da iktidarın baskısıyla sindirilmiş bütün anaakım televizyonları adeta RTE televizyonu gibiydi.
Seçim boyunca Nazi Almanyası’ndaki gibi tek bir adamın bağırıp çağırmasıyla toplum adeta sağırlaştırıldı. Muhalefet büyük ölçüde sanal sınırlı bir toplumun, sınırlı bir kesimin, eğitilmiş internet kullanabilenlerin ulaşabileceği bir mecraya sıkıştırıldı. O da yasaklandı. 12 Eylül’den kalma siyasi partiler yasası, seçim sistemi, barajlar… Tüm bu nedenlerle seçimlerde halk iradesini yansıtan demokratik bir seçim olmadığını gösterir. Bu yüzden de ortaya çıkan durumu Tayyip Erdoğan’ın, AKP’nin önemli bir başarısı gibi görülemez. Zaten bu sonucun ortaya çıkacağı üç aşağı beş yukarı belliydi. Gece karartmaları oy satın almalar, sandıkların çalınması da çabası…Bu nedenlerle seçim sonuçlarını fazla ciddiye almamak gerektiğini düşünüyorum.
Kaldı ki bu seçim sonuçları bile Tayyip Erdoğan’ın vadesini doldurduğunu, AKP’nin artık sonunun geldiğini gösteriyor. BirGün’de Haziran Direnişi sonrası yaptığımız bir söyleşide AKP için sonunun başlangıcı demiştim. Tayyip Erdoğan’ın Türkiye siyasetindeki miadı tarihsel olarak dolmuştur. Şimdi uzatmaları oynuyor. AKP değilse bile Erdoğan’ın dolmuştur. Kullanacağı insanları kullanacak, iktidar gücünü kullanacaktır. Ama tarihsel olarak ortaya çıkan bu durumun sonucu değiştireceğini zannetmiyorum.
Gezi ve 17 Aralık gibi iki büyük siyasi kriz yaşayan iktidar partisi neden önemli bir gerileme yaşamadı?
Gezi AKP’nin sonunun başlangıcı dediğimiz süreci, sokak muhalefetini gerçekleştirmesi bakımından ufuk açıcı olması itibariyle de çok önemli bir başlangıçtır. Yalnız 17 Aralık’tan çok büyük sonuçlar beklemek yanlıştır. Çünkü 17 Aralık halkın çoğunluğunca sadece büyük AKP yandaşı veya bastırılmış satın alınmış medyadan çarpıtılmış olarak izlendi içerik gösterilmedi.
Muhalif basın çok sınırlı derecede halka ulaşabilen güce sahip. Halk aslında 17 Aralık’ın gerçek yüzünü değil, aslında bir kumpas olduğunu, Türkiye’ye karşı dışarıdan bir komplo düzenlendiği, paralel yapının saldırısı olduğu gibi AKP taraftarlarının kendilerini savunmaya çekeceği bir şekilde izlendi. Kaldı ki son dönemlerde iyice muhafazakârlaştırılmış insanların sadece bir yolsuzluk iddiasıyla ikna edilmesi mümkün değildir. Yolsuzluk dediğimiz şey onlar için bir çeşit ticaret gibi algılanıyor. Erdoğan da tam da böyle savundu. Alan memnun veren memnun. Zaten bunu hayır için kullanacaklar… O yüzden yolsuzluk olayının ortaya çıkmasından büyük bir oy kaybı beklemek doğru bir şey değildi. Bu zaten tahmin edilen bir şeydi.
Gezi’nin dinamizmi sandığa yansıdı mı?
Ben Gezi’den sonra ki ilk değerlendirmelerimde Gezi’yi bir sandık hesabına dönüştürmenin, düzen içi bir parlamenter mecraya aktarmaya çalışmanın doğru olmadığını söylemiştim. Gezi aslında Türkiye’de var olan bu düzene, sisteme köklü bir muhalefetin gelişmesi olarak, ortak bir muhalefet mecrasının gelişmesi olarak anlaşılmalı. Yoksa seçimlerde şu partiye, bu partiye yönlendirmeye çalışmanın yanlışını daha henüz Gezi’nin dumanı tüterken söylemiştim. Gezi bir devrimci muhalefet hareketinin geliştirilmesinin ihtiyacını da vurgulayan bir şeydir ve oradan gelişebilcektir.
İktidar partisi nasıl geriler, sola ne gibi görevler düşüyor?
Bence iktidar partisi zaten geriliyor. Bu gerilemenin, Gezi’nin, diğer olayların etkileri yavaş yavaş ortaya çıkar. Ekonomik kriz, toplumun hayatını, canını acıtır bir duruma gelmeden, gündelik hayatta sıkıntılar yaşanmadan ahlaki şeylerle bizim toplumumuzun yön değiştireceğini düşünmek yanlıştır. Zaten ekonomik kriz devam ediyor, halkın canının yanması devam ediyor. Ve iktidar gerilemeye devam ediyor. Oradaki soru, bunun yerinin ne ile doldurulacağıdır. Eğer halkı ikna edecek bir seçenek gösteremezseniz, inandırıcı bir şey ortaya çıkaramazsanız, ne kadar gerilerse gerilesin bu iktidar geriler ama, onun içinden, dışından, yanından bir takım yeni iktidar blokları geliştirilir, bu da egemen sınıflara hizmet eder.
Yapılması gereken şey Gezi’nin ortaya çıkardığı muhalefet potansiyelinin, bütün toplumun geleceğine yönelik saldırılara karşı duran antiemperyalist, antikapitalist, eşitlikçi, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, barışçı, ekolojist, bir ortak muhalefet hareketinin geliştirilmesinden ibarettir. Toplumu ikna edecek olan budur.
http://www.sendika.org/2014/04/oguzhan-muftuoglu-tayyip-erdogan-miadini-doldurdu-birgun/

Hiç yorum yok: