19 Temmuz 2014 Cumartesi

‘Derin devlet’, ‘Paralel devlet’, Devletin Kendisidir!


Ahmet Doğançayır
Devlet toplumdan ayrılmış görülse bile aslında bağımsız olmayan bir ilişkiler alanı ve aygıtıdır. Sınıflara bölünmüş bir toplumun devleti de toplum karşısında tarafsız olamaz.
paralelDevlet düzeyinde hegemonya sorununda ideolojik mücadele boyutu olduğu gibi, siyasal ittifaklar ve siyasal önderlik boyutunun da olduğu unutulmamalıdır. Diğer yandan devletin hegemonya mücadelesinin alanı olarak zor kullanımını dışlanmadığını ayrıca belirtmeye gerek bile yoktur.

Kitlelerin rızasını ve desteğini sağlamaya çalışma ve zor kullanma toplumsal sınıflar arasındaki siyasal ve ideolojik mücadelenin hiç değişmeyen unsurlarıdır. Değişen farklı durumlarda hangi unsurun belirleyici olduğudur.Hegemonyanın sağlanamadığı koşullarda ‘’demokratik kurumların ve özgürlüklerin’’ ortadan kaldırılmasına yol açan çeşitli devlet biçimleri gündeme gelebilmektedir. Siyasal bunalım durumunda devlet bu bunalıma var olan sosyoekonomik durumun korunması yolunda müdahalede bulunacaktır. Bu ise elbette hâkim sınıfların lehinde, ezilen sınıfların karşısında olacaktır.
Türkiye de sınıfsal özü bir tarafa bırakılarak devletin ve demokrasinin toplum içindeki çelişkiler konusunda ki yanlı konumu farklı tutumların doğmasına yol açmaktadır. Bu durum bizi bir taraftan özellikle liberal ve sol liberal denilen kesimin açıklamalarıyla karşı karşıya getirmektedir. Bu kesimler askeri darbeleri tek başına asker ve sivil bürokrasiye fatura ederek burjuvazinin ve burjuva partilerin bu müdahalelerdeki rolünü görmezden gelmektedir. Diğer bir kesim ise orduya, onun bir NATO ordusu olduğu gerçeğini görmezden gelerek ilerici, devrimci bir rol biçmekte, bu çerçevede milliyetçi ırkçı eğilimlerle ittifaklarda sorun görmemektedir. 
Öncelikle Türkiye de askeri müdahalelerin burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak çıkarlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Darbelerle herhangi bir şeyin tahkimi ve yenilenmesi olmuşsa bu, burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki sorgulanamaz hâkimiyetinin yenilenmesidir. Burjuva partileri de çatışma dönemlerinde askeri yönetimlerle her an ortak bir zemin bulmaya ve uzlaşmaya hazır bir tutum takındılar. Sınıflar belirli anlarda belirli partilerden desteklerini çekebildikleri gibi, partilerde belirli koşullarda kendi yapılarını koruyacak tavırlar geliştirebilirler. Ama her durumda burjuva partileri temsil ettikleri veya temsil etmeye aday oldukları sınıfın çıkarlarının tanımladığı alanın dışına çıkmak istemezler. Manevraları hep bu alanın içinde kalır. İşte bu durum burjuva partilerinin hem neden demokrasi lafazanlığına giriştiklerini açıklar, hem de bu lafazanlığın her an uzlaşmaya hazır doğasını açıklar. Diktatörlüklerden sonra gelen ‘’demokratik aşama’’, büyük kurumsal değişikliklerde ve çeşitli devlet aygıtlarının önder kadrolarında yapılan esaslı değişimlerde vücut bulur. Ancak bütün bunlara rağmen bu görevden almalar ve değişimler gene devletin devamlılığı sınırları içinde kalır. Böylesi koşullarda devlet aygıtlarının arındırma işlemleri devamlı olarak sınıfsal güçler dengesinin zorunlu kıldığı sınırlarla karşılaşacağı açıktır. Sonraki mücadeleleri için burjuvaziye çok faydalı olabilecek geniş bir devlet görevlisi kesimi yerlerini korumaya ve yeniden kurulmakta olan siyasi aygıtla yakın ilişkiye devam eder. Bu durumun daha da açığa çıkmasının bir nedeni de burjuvazinin geleneksel siyasi personelinden bir kısmının diktatörlüklerle işbirliği içinde olmasıdır. 
Toplumda bugün yaygın güven oluşturmaya yönelik görüş piyasa ya da parlamenter demokrasinin var olan biçimleri ya da uygulandığı gibi ikisinin bileşiminin geçmişte olduğu gibi gelecekte de sorunları çözeceği şeklindedir. Ancak birçok insan bu sorunların nedeninin zaten kapitalist piyasa ve eski tip demokrasinin bileşimi olduğunun ya da en azından böyle bir formülün bu sorunları önleme ve çözme gücünden yoksun kaldığının farkına varmaktadır. Böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini, mevcut seçim sisteminden korumak ve ezilen sınıfları bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapıyor. Bunun eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle yapılması düşünülüyor.
Türkiye de iktidarın her yaptığını ‘demokratikleşme’ adına alkışlayan, her itirazı da askeri vesayet rejimine destek vermek olarak tanımlayan kesimler, aslında iktidarın işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin muhalefetini ezme çabasına destek oluyorlar. Oysa yaşanan‘’ demokratik açılım’’ görünümü altında yeni bir muhafazakâr otoriter devlet yapılanması oluşturmanın yolunun açılmasıdır. Askeri vesayetten kurtulma yönünde herhangi bir adım atılmadığı gibi devralınan devlet mantığı ve işleyişinin ‘’yeni vasilere’’-AKP seçkinlerine ve onların ‘’tek adamına’’- uyarlanmakla yetinildiği görülüyor. ‘’Liberalleşme ile birlikte giden demokratikleşme süreci’’ içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. AKP temel karakteri itibariyle neo-liberalizmi savunan bir partidir. AB ye eklemlenme ve AKP iktidarı yoluyla yürütülmeye çalışılan sürecin demokratikleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu süreç emekçi kesimler lehine herhangi bir kazanım içermeyen AB-ABD eksenli bir emperyalist sermayeye eklemlenme sürecidir. Yani neo-liberal dalga emekçileri ve ezilenleri daha güçsüz kılmayı hedeflemektedir.
Şu gerçeğin bir kez daha altının çizilmesi gerekiyor: Esas olarak ‘’demokratikleşme’’ olarak adlandırılan süreçleri, özellikle bu sürece işçi sınıfı öncülük etmiyor ve kendi lehine düzenlemeler için süreçte aktif olarak yer almıyorsa asıl olarak bir burjuva politikası olduğu ve kapitalist hegemonyayı sağlamlaştırmanın bir aracı olarak iş göreceği açıktır.  İşçi sınıfına ve ezilenlere doğrudan ve kısa vadede bir fayda getirmeyen demokratikleşme gerçek bir demokratikleşme olmayacaktır. Bugün de adına ‘’demokratikleşme’’ denilen sürecin sınırları girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz.
Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bu da bize gerçek bir demokratikleşmenin (demokratikleşme ile sosyalizm arasına duvar çekmeye çalışan aşamalı devrim anlayışının aksine ) ancak aşamaları sürekli olarak sosyalizme doğru gelişen gerçek bir süreç yoluyla elde edilebileceğini gösterir.
‘’Derin devlet’’, ‘’paralel devlet’’ devletin kendisidir
‘Askeri vesayete karşı demokrasi mücadelesi’ görünümlü söylem öyle bir hale getirildi ki sanki yakın tarih komplolar tarihi oldu. Türkiye de ‘’yeni muhafazakâr’’ siyaset kendi hesaplaşmasını ve provokasyon dediği olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni ‘’derin devlete’’, ‘paralel devlete’ ve onun komplolarına atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde oldu. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları yaşanan o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor.
Bugün Türkiye de başlangıçtan itibaren diğerini yok etmek değil, hegemonyasını kalıcılaştırmak ve diğerine kabul ettirmek mücadelesi veren, aslında uzlaşmaz olmayan ‘İslamcı-milliyetçi muhafazakâr burjuva kampların’ ve partilerin birleşip aynı kulvarda koşmalarından bahsedilebilir. Türkiye burjuvazisi merkezi tahkim manevrasının son rötuşlarını yaparken, aynı zamanda kendini bu konuma taşımış bazı unsurları merkezin dışına atmaya çalışıyor. Muhafazakâr kampın öbür tarafında merkezi tasfiyelerle güçlendirme görevi Ergenekon operasyonu ile yerine getirilmeye başlanmıştır. Yaşanan gelişmeler bu tasfiye halinin olabildiğince az sayıyla sınırlandırılarak kesileceği operasyonun hazırlık safhasında kararlaştırılmış olduğunu gösteriyor. Ergenekon örgütünün şu an tutuklanmış olanlarla sınırlı olmadığı anlaşılıyor. Cuntacılığın karakteri gereği birbiriyle rekabet hatta çatışma durumunda olan ilişkileri birbirine dolanmış ve şimdiye kadar bir kısmı ortaya çıkmış daha birkaç odağın varlığının söz konusu olduğu ortaya çıkmıştır.Yürümekte olan operasyonu başlangıcından itibaren ve takip eden safhalarda yüzlerce kat ilişkinin rejimin odakları tarafından bilgisinin edinildiği ve buradan seçtiklerini Susurluk’ta olduğu gibi daha dikkatli ve sınırları belirlenmiş bir şekilde kamuoyuna sunulduğu söylenebilir.
Bu konuda yapılan uzlaşmanın AKP’yi iktidara geldiği tarihten beri destekleyen ABD ve diğer emperyalist sermaye güçlerinin ‘’isteğiyle’’ orduyu da içerdiği, onun en azından zımni onayı ve belki de desteğiyle girişimlerin düğmesine basıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. AKP’nin Neo-liberalizmle uyumlu ‘’muhafazakâr’ ’yapısı nedeniyle sivil-asker bürokrasiden ‘’derin devlet’ ’ve çeteler konusunda göreceği direnci sivil-demokratik anayasa kampanyası ile aşmak yerine ‘’kurumlar arası’ ’pazarlık diplomasisi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi doğaldır. Kurumsal uzlaşma ile bahsedilen kurumun ordu olduğu ve bu kurumu karşıya alarak herhangi bir atağa kalkışılmayacağı ortaya çıkmıştır. Onun ve partisinin Cumhurbaşkanlığı ve seçim zaferlerine rağmen ‘’kurumu’’ karşısına alarak çift yönlü atağa kalkışmasına her şeyden önce ‘milliyetçi- İslamcı muhafazakârlığı’ engeldir.
Türkiye de egemen sınıflar bu uzlaşmayı ve küresel yayılma içindeki konumlarını esas olarak Kürt-Türk çatışmasını ayakta tutmak üzerine kurmuş görünüyorlar. Geleneksel devletçi kesimler bu çatışmayla konumlarını sürdürmeyi hedeflerken, AKP de olgunlaşan yeni burjuvalar aynı çatışmayı hem geleneksel kesimlerle pazarlık ederken, hem de dâhil olmak istedikleri uluslararası Pazar güçleri ile hesap yaparken kullanmayı düşünüyor ve ezilen kesimler karşısında pozisyonlarını en açık şekilde ortaya koyuyorlar.Türk- Kürt çatışması üzerine inşa edilen politikalar sürekli hazır tutulmakta. Yeri ve zamanı geldiğinde bu çatışmanın (Türk milliyetçiliğinin)  egemen kesimler tarafından tahrik edileceği de bir gerçek. Kürt halkının mevcut güçlerini sürdürmeleri ve politik dengeleri sarsma konumlarını devam ettirmeleri güçlü bir olasılık olarak duruyor ve var olan örgütlü gücün korunması AKP’nin bu politikalarını zorluyor.
AKP-Erdoğan hükümeti son derece otoriter olağanüstü yetkilerle donanmış meclisi feshetme yetkilerine sahip başkanlık sistemi istiyor. Kürt hareketine de ‘’Barış istiyorsan başkanlık sistemini kabul edeceksin’’ tehdidini kullanıyor. Kürt sorununun çözümü için hapisteki siyasi tutukluların serbest bırakılması, ana dilde eğitim gibi adımların atılması gerekecektir. AKP Milliyetçi İslamcı muhafazakâr parti olarak yapısı gereği ve milliyetçi Türk oylarını kaybetmemek için bu adımları atmayacaktır. Bu adımların atılacağını varsaysak bile Kürt hareketinin,( başkan kim olursa olsun her durumda son derece merkeziyetçi bugün Başbakan Erdoğan’ın şahsında yoğunlaşan iktidarın kat be kat üstünde bir iktidar yoğunlaşması yaratacağı bilinen) bu sistemin tüm Türkiye ile birlikte Kürt halkının da hayatını zorlaştıracağını ve bunun çok yüklü bir bedeli olacağını hesaplamayacağını düşünmek yanlış olacaktır.
Bir başka çatışmalı durumda Ergenekon davası ile de devam ettirildi. Bu dava bir politik davanın, askeri vesayetin alt edilmesi, davasının göstergesi olarak gösterildi. Yaşanan yakalamalar ve belgelerle işlerin hiç de kolay yürümeyeceği mesajı verilirken, topluma ‘’biz vazgeçmeyeceğiz’’ denilerek demokrasi havariliği yapıldı. Bir yandan da kurumlar arası mutabakat yaklaşımı ile mevcut durumun onaylanması gibi bir durumun sağlanmasına çalışıldı.  Ergenekon dava süreci ‘’derin devletin’’ yargılanması olarak değerlendirildi. Davaya sadece Danıştay cinayeti bağlandı. Onun da azmettiricisi olanlar beraat etti, bir sanık da çelişkili ifadelere rağmen gizli tanıklıktan faydalanıp tahliye oldu.  Çıkan sonuçları değerlendirecek olursak aslında Erdoğan-AKP hükümeti: ‘Ben bundan sonra hiçbir şey yapmayacağım, kimse faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını beklemesin’ diyor.
28 Şubat yargılamaları ile başlayan süreçle ilgili de benzer bir durum yaşandı. Bu süreç için 15 yıl boyunca suç duyurusunda bulunulmadı. Böyle olunca son günlerde başlayan tutuklamalar ve yargılamanın zamanlaması kadar temeli dayanakları ve içeriği de tartışma yaratıyor. 28 Şubat yargılamasında asıl yargılanan ordunun siyasete ve hükümete müdahalesidir. Böyle olunca ön plana çıkan unsurda TSK iç hizmetler kanunu ve MGK kararlarıdır. Tutuklanan ve ifadeleri alınan askerlerin en sık dile getirdikleri savunma yasal olmayan ve yetkilerini aşan herhangi bir faaliyette bulunmadıkları, TSK kanununun 35. Maddesine göre hareket ettikleri yönünde oluyor. Bu savunma aslında şunu söylüyor: Askerin siyasete müdahale ettiği iddia ediliyor ise bu yasal müdahaledir. Yasal bir yetki yasa dışı görülüp mahkûm edilemez. Askerler yasaların kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını, AKP ise askerlerin yasaları yanlış yorumladıklarını ve 28 Şubatta yasaların kendilerine izin verdiği sınırı aşan eylemlerde bulunduklarını savunuyor. Sorun aslında yasanın ne dediği üzerinde yürütülen bir yorum tartışmasına dönüşüyor. Bu öyle bir yorum ki 28 Şubat süreci ‘’askerin devlete müdahalesi’’ olarak değerlendirilirken, 27 Nisan muhtırası için ‘’müdahale değildir’ ’diyebilmektedir. AKP ordunun siyasete ve hükümete müdahalesine anayasa ve yasal bir krize sebep olmadan imkân veren yasaları sorgulamıyor ama bu yasalara dayanılarak yapılan eylemi ‘’yasa dışı’’ ilan ediyor. AKP yasalara dokunmadığı için ordunun siyasete ve hükümete müdahalesi kişiselleştiriliyor, Refah yol hükümeti ve bir bütün olarak o dönemin parlamenterleri sorumluluktan arındırılıyor. Balyoz davası sanıkları ile ilgili “AİHM’ye gitseydiler oradan böyle bir netice alabilirler miydi? Hayır. AİHM lehlerinde bir netice verse bile biz Türkiye olarak belli bir bedel verirdik ve içeride kalmaya devam ederlerdi “dedi.“ Biz onlardan teşekkür bile beklemiyoruz” diyen Erdoğan “Sadece bu ülkede kimin demokrasi mücadelesi verdiğini bilsinler yeter” yorumunda bulunuyor.
Aslında bütün bunlar artık Tayyip Erdoğan’ın umurunda değil. Çünkü o devlet olduğunu düşünüyor. Çünkü o mutlak iktidarın peşinde. Çünkü o iktidarı paylaşım istemiyor. Bu çerçevede şu rahatça söylenebilir: Erdoğan bugün ve kendi başkanlık hesapları içinde, kendi ‘sivil vesayetini’ oturtmak için şeytanla bile ittifak yapabilir. Tayyip Erdoğan, ordu kendine tabi oldukça, Ergenekoncu yapılar kendine çalıştıkça, yargı kendine biat ettikçe, geçmişe tamamen sünger çekebilir. Çünkü artık onun umurunda olan demokrasi değil kendi ‘sivil hegemonyasıdır. Kendi ’sivil diktatörlüğüne’ hizmet edebilecek her yol Erdoğan için mubahtır. Erdoğan yarın Sarıkızları da unutur, Ergenekonları da! Bunlar bugün unutulmaya ve hatta bunların hepsi ‘paralel yapıya’ yıkılmaya başlandı bile.
Kapitalist devlet kendisini sadece hükümet bakanlarına ve görevlilerine dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Zaten Ergenekon ve benzer davaların da yukarıda bahsettiğimiz önceden belirlenmiş çerçevesi gayri nizami harp ve psikolojik harp aygıtının teşhirine ve örgütlenmelerin açığa çıkarılmasına yönelik adımlar atılmasına elvermediği gibi, hükümetin de bu yönde bir gayret göstermediği ortada. Dolayısıyla militarist zihniyetin kurumlarının tasfiyesi ve ideolojik ve politik mekanizmalarının sökülmesi söz konusu değildir. Cinayetleri, katliamları teğet geçerek birçok ‘’derin devlet’’ mensubunu Ergenekon ve benzeri davaların dışında tutup siyasi bir zafer kazanma havasına girmek, ‘’derin devletin’’ sadece safra atmasını, zindeleşmesini, yeni ortama uyum sağlayıp hayatına devam etmesini sağlar. Siyasi cinayetlerin, katliamların sorumlularının derin devletle hesaplaşma davası olduğu iddia edilen bir yargılamada yer almaması da ona bu imkânı verir.
Bugün için Toplumsal, siyasal alanda tüm çeşitleriyle hegemonyasını kurmuş olmanın güveniyle kol gezen muhafazakâr burjuva siyaset temel uzlaşma noktalarını koruyarak oyununu oynayabilir. Tüm alanı kaplayıp diğer her akım ve eğilimi bu alanın sınırlarına geriletmeyi kesin zaferinin ön koşulu ve gereği sayabilir. Seçim zaferleriyle AKP biraz daha iktidar oldu. Ancak bu ‘’vesayet ‘’sorununun tamamen bitirildiği anlamına gelmiyor. Genelkurmay’ın gerekli uyarıları eskisi kadar yapmaması siyasal alanı terk ettiği veya vazgeçtiğinden değil, faaliyet şartlarının değiştirilmesindendir. Dolayısıyla yaşanan gelişmeleri sivil iktidarın ‘’askeri vesayeti’’ ortadan kaldırması olarak değil, görev devri olarak görmek gerekir.
Otoriter devlet aynı zamanda siyasi farklılaşma ve kutuplaşmaların da nedenidir!
Erdoğan/AKP İktidarı süresince uygulanan otoriter hegemonyanın siyasi kurum ve düzeneklerin içinde yer değiştirmesinin çok önemli siyasi farklılaşma ve kutuplaşmalar yarattığı görülüyor. Yüksek idarenin bir bölümü kendi tarihsel iflası olarak, ekonomik bunalımı öngörme, önleme ya da yönetme yeteneksizliği olarak gördüğü şeyin siyasi nedenlerinin farkındadır. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinde içerilen ve bunalım döneminde hızlanan çelmeler uluslararası çıkara bağlı bir idarenin içinde yaşanan sarsıntılardan söz etmek bile gereksiz. Bürokratik aşama düzeninin işleyişinin yürütme gücünün üst düzeyleri tarafından denetlenen kanallarca devre dışı bırakılması, hükümet politikasının kamusal görevin statü güvencelerini büyük ölçüde çelmelemesi, egemen partinin idarenin içine doğrudan dalması yüksek idarenin bir bölümünde mesafenin oluşmasına yol açar. Toplumsal iş bölümünün derinleşmesi devlet içinde tasarlama-yönetme görevleri ile uygulama görevleri arasında mesafenin derinleşmesine, bilgi ve gücün hızla aygıtın tepelerinde yoğunlaşmasına, bürokratik sırrın giderek daha kısıtlı yönetici çevrelerde tekelleşmesine, aygıtın içinde bile artan bir disipline bağlı otoriterliğe yansımaktadır. Söz konusu bölünmeler karar alma süreçlerini karar alma süreçlerini doğrudan etkilemekte ve idarenin siyasileşmesinden kaynaklanan çelişkileri büyük ölçüde çoğaltmaktadır. Klanlar, klikler ve arpalıklar siyasi bölünmelerin üstüne binmektedir. Böylece idari kavgalar siyasi bölünmeler halinde genelleşerek devleti hegemonyanın örgütleyici rolünü tartışma konusu haline getiren içsel sarsıntılara yol açacaktır.
Yaşanan mücadeleler, devletin idari teşkilatını eskiye nazaran çok daha doğrudan etkilemektedir, çünkü bu mücadeleler, ücretli orta sınıf burjuvazisinin geniş kesimlerini kapsamaktadır. Proleterleşen küçük burjuvazinin bu kesimleri bundan böyle halkçı mücadelelere en başta da kolektif tüketim ve yaşam ‘’kalitesi’’ alanlarındakilere (sağlık, konut, taşıma hizmetleri, çevre vb.) etkin bir biçimde katılmaktadır. Bu mücadeleler, burjuvazi ile küçük burjuvazi, daha kesin bir ifadeyle tekelci sermaye ile ücretli yeni küçük burjuvazi arasındaki ittifakın çatlamasına hatta kırılmasına yol açmaktadır. Şimdi işçi sınıfının mücadeleleri de aynı biçimde devlet idaresinin içine yansısa da, küçük burjuvazinin mücadeleleri bu idareyi çok daha doğrudan bir biçimde ve en başta da ara ve alt kademelerinde etkilemektedir. Bunun nedeni yalnızca ve hatta öncelikle bu kademelerin sınıfsal kökeninin çoğunlukla küçük burjuvazi olması değildir, asıl onların küçük burjuva olarak sınıfsal kararlılıklarıdır. Toplum içindeki burjuvazi- küçük burjuvazi ittifakının tartışılır hale gelmesi bu ittifakın bizatihi devletin içinde tartışılır hale gelmesiyle sonuçlanır. Devlet aygıtları en başta da idari düzeneği çoğu kez burjuvazi ile küçük burjuvazi arasındaki bir ittifakı kristalleştirir burjuva tepeler ile küçük burjuva ara ve alt kademeler arasında özgül biçimde bir ittifaktır bu. Bu ittifakın toplum içinde tartışılmaya başlanması, devlete içsel bir kopmayı tetikler ve çoğu kez idarenin tepe noktaları ile öteki kademeleri arasında kırılmalar biçiminde ortaya çıkar.
Nihayet Otoriterleşmenin bizzat kendisi bir ölçüde yeni halkçı mücadele biçimleri doğurmaktadır. Tabandan doğrudan bir demokrasi uygulamasını hedefleyen mücadelelerin yüzeye çıktığı görülmektedir. Bu mücadeleler tipik bir karşı devletçiliğin damgasını taşımakta ve öz yönetimsel odakların ve kitlelerin kendilerini ilgilendiren kararlara doğrudan müdahale kanallarının yayılmasıyla dile gelmektedir. Bu gelişmeler devlete ‘’mesafeli’’ de dursa devletin içinde çok büyük dağılma etkileri yaratmaktadır. Hem daha geleneksel, hem de özellikle yeni mücadelelerin damgasını taşıyan bir görüngüdür bu. Kadın hareketleri, çevreci hareketler, yaşam kalitesi için verilen mücadeleler. Otoriter devletçilik kitleleri disipline edici ağları içinde toparlamayı, hatta yetkili devreleri içinde bu kitleleri gerçekten ‘’bütünleştirmeyi’’ başaramadığı gibi, tabandan doğrudan demokrasinin genelleştirilmiş hak talebini, gerçek bir demokratik gereklilikler patlamasını kışkırtmaktadır. Türkiye burjuvazisinin parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Devlet sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır.
Otoriter çözümlere karşı Burjuva Demokrasisinin sınırlarına hapsolmak zorunda değiliz!
Bugün burjuva parlamenter demokrasiyi bürokratik ve otoriter çözümlere yönelişe karşı çıkarmak,  anlaşılabilir bir tepki olarak görülebilir. Ancak Parlamenter demokrasiyi otoriter biçimlerin karşıtı olarak soyutlamak doğru olmakla birlikte buradan yola çıkarak bu terimi başka demokratik eğilimlere de karşıt anlamda kullanmakta doğru bir yaklaşım değildir. AKP iktidarının demokrasi deyince sandıktan başka bir şey anlamadığı da bir güzel ortaya çıktı. Öte yandan insan hakları, seçim sistemi, özgürlükler gibi demokrasi adına ilkesel ve kurumsal gelişme ve güvence isteyenler, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz edenler haklılar da, hiç değinmedikleri konular var. Örneğin, “biçimsel demokrasi” meselesi ile kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki hiç gündeme gelmiyor. Oysa isyan edenlerin çoğunun bu ikisinden dertli oldukları apaçık ortada alt sınıfları, gençleri, göçmenleri, farklılıkları dışlayıcı ve küresel kapitalizmin koyduğu sınırlar içinde oynanan bir oyuna dönüşen demokrasiden dertliler ancak uluslararası tartışmalar ve kurumsal meseleler çok konuşulurken,  “biçimsel demokrasi“ konusunun pek itibar gördüğü söylenemez. Hele kapitalizmle demokrasi arasındaki ilişki hemen hiç konu değil.
Bu nedenle, insan hakları, farklılıklara saygı, seçim barajlarının indirilmesi, , yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi, katılımcı demokrasi uygulamaları gibi ilke ve kurumlar önemli olsa da, eşitlik fikrine dayalı demokrasinin “eşitlik üretememesi” gibi bir eksikliğini de hesaba katmak gerekiyor. Eşitlik üretemedikçe de, kendini sabote etmekte. Ya da eşitlik dendiğinde inanç, ırk, kimlik gibi kültürel ögelere yer verilirken, Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler gündem dışı kalmakta. Hatta uluslararası kuruluşların, finansal piyasaların kamusal alanı sınırladığından söz edilirken bile, sanki Neo-liberal politikalar küresel kapitalizmin politikası değilmiş gibi, sorun kapitalist sisteme değil, uygulanan Neo-liberal politikalara bağlanmakta. Diğer yandan burjuva parlamenter rejimlerin,  kapitalist dünya sistemi çerçevesinde yer alan gelişmiş sanayileşmiş kapitalist toplumların değişmez hatta tamamlayıcı bir özelliği olarak görülmesi birçok düşüncenin ortak yaklaşımı olarak sunuluyor. Buna bağlı olarak burjuva demokratik devlet biçimi veya rejiminin kapitalist devletin geçerli niteliği olduğu demokratik olmayan devlet biçimlerinin ise istisna olduğu belirtiliyor. Aslında bütün bu yaklaşımların ortak noktası devletin ve biçimlerinin sınıfsal içeriğini gizlemesidir.
Seçim süreçlerinde pratikte seçim politikasıyla ilgili olan herkes belli bir ölçüde aktif ya da pasif olarak sürece katılır. Yarışmanın dayattığı kızıştırma süreci çok kimseyi bulunduğu noktanın ötesine zorlar. Bir çeşit siyaset tüketiciliği bir siyaset üslubu haline gelir. Bunun ekonomide ki malların tüketilmesiyle çakışan yanları vardır. Çünkü her ikisi de pompalanmış kredilere dayanır, onunla finanse edilir. Politikayı parti liderlerinin yarışması olarak tanımlayan insanlar politik liderleri sürekli suçlar ve rahatlamak içinde onlarla ilgili şakalar yaparlar. Ancak sürecin bütününe baktığımızda politikanın bu duruma gelmesine izin verdiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekir. Bir yandan yuları kaptırmışızdır, bir yandan da ‘’seçmen ‘’olarak ucuz bir şekilde pohpohlanmaktayız. Çok değerli oyumuz için birilerinin gelip bize kur yapmasını bekleriz. Bu kabul edilemez bir durumdur. Çünkü gelecek hakkındaki tek olumlu yaygın düşünme biçimini itibarsız bir oyuna indirgeyen bu üslup modern satıcılığın tekniklerine ve ilişkilerine göre belirlenmiş bütün bir kültürün üslubudur. Bu genel üslupta politik liderlerin insanların tahmin yöntemlerini çıkmaza soktukları da bir gerçektir. Seçilecek olan program ve zamanlama gibi teorik sorunlar bir kenara itilir ve parti eğilimi ile ilgili bağdaştırılabilir tahminler arasında ayıklama yapılır. Başarısızlıklar partilere yüklense bile gerçek başarısızlık hâlâ sorumsuzluğun bizde olduğu karar süreçlerindedir.
Gelişmekte olan genel krizin ölçeği şu değişimi kaçınılmaz kılıyor ya daha demokratik ya da daha otoriter yönde. Günümüz dünyası içinde yüzdüğü kargaşa ortamında burjuva parlamentarizminin verip verebileceği her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir demokrasi müsveddesinden başka bir şey değil. Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsedilen mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır.  Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir.
Devrimci sosyalistlerin tehlikeli ütopyacılar olarak tanımlanması saf parlamenter anlamda anlaşılan siyasi demokrasinin zorunlu bir önlemi olarak ‘’karşılıklı bir hoşgörü’’ ile birlikte uzlaşmacı politikanın bir savunusuna dayanır. Temel adaletsizliği kabul eden bir mutabakatın ‘’demokratik kurumların istikrarı’’ için kaçınılmaz olduğu varsayan uzlaşmacı politikaya göre her kes parlamento-seçim oyununun kurallarını kabul ederse toplumsal nitelikli kanunlar sonunda kapitalizmin temel kötülüklerini ve bürokratik devleti azar, azar yontacaktır.  Bu görüşün gözden kaçırdığı şey, artan ölçüde bağımsız ve denetlenmez bir yürütme gücü tarafından desteklenen temel üretim ilişkileri ve siyasi ve toplumsal sınıf iktidarının yapısal karakteridir. İşte bu yüzden yönetici sınıflar ve devlet yöneltilen sistematik suçlamalara ve hemen ulaşılabilir sanılan reformlara direnç gösterip şiddetli misillemelere girişiyor. Kapitalist rekabet ve kâr güdüsü hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını, işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal yardımların azalmasını gerektiriyor. Kapitalizme karşıyız çünkü bu toplumsal kötülüklere karşıyız. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur.Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm bürokrasilere karşı ve demokratik olarak tanımlanan devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte olduğundan daha fazla hissediliyor.
Bugün muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çabalar bütün olup bitenlere rağmen ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönünün olmadığı ortaya çıkmıştır. Onun parlamenter hegemonya biçimleriyle, baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek veya orduyu göreve çağırarak değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda ezilen sınıfların kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluştuğunu bilmek gerek.  Ancak emekçi sınıfların gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermesini ve içindeki darbeci, otoriter eğilimlerin geri plana atılmasını ve toplumun gerçek ‘’bütünleşmesini’’ sağlayabilir. Toplumun kendini yeni bir sınıfsal güç etrafında yeniden kurabilmesinin yolu işçi sınıfının kendini “halk” ya da “ulus” içinde eritmeyip tam tersine proleter devrim programını geliştirmesi ile mümkün olur. Emekçi sınıfların gücü ise burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer. Uygulamaya geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Hiç yorum yok: