18 Eylül 2014 Perşembe

Demirtaş’a Destek ,Başkanlık Rejimine Hayır



Ferhan Umruk
Şimdiye kadar, genel ve yerel seçimlerde seçime girme hakkı kazanmış olan sosyalist partilerin, her seçime katıldıklarını, partileşememiş olanların bağımsız adaylarla, bir bölümünün de Kürt siyasi hareketiyle seçim ittifakı veya şimdi olduğu gibi HDP’de örgütsel birlik içerisinde seçimlere katıldıklarını biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimi sosyalist hareket içerisinde bugüne kadar vuku bulmadığı ölçüde seçimi boykot tutumunu yaygınlaştırmış bulunuyor.
dem
Sosyalist hareketin toplumsal desteğinin yüzde birlerde dolaştığı dikkate alınırsa ve şu anda da bu durumun değiştiğine dair hiçbir emare mevcut değilse, sosyalistlerin seçimde alacakları tutumların reel karşılığının son derece cüzi olduğu aşikardır.

Sosyalist hareketin seçimle ilgili tutumlarının , kendi başına reel karşılığının olmaması, alınan tutumların toplum nezdinde hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Alınacak her tutum seçime katılmakta olan siyasi aktörlerin hanesine artı veya eksi olarak reel karşılığının ötesinde etkide bulunuyor.
Açıkça ifade edelim seçimi boykot tutumu, cumhurbaşkanlığını üç adaydan herhangi birinin kazanmasının emekçiler ve ezilenler için hiçbir etkisi olmadığını vazediyor. Bu tutumun son derece naif ve siyasi öngörüden yoksun olduğunu ifade edelim. Neden mi? Zira, seçime katılan adaylardan biri olan HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş ‘Yeni yaşam çağrısı’ söylemiyle ezilen emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, cinsel ayrımcılığa uğrayanların, sistem tarafından tüm dışlananların taleplerini dile getirerek bir umut yaratırken, bu talepleri Selahattin Demirtaş’ın gerçekleştirip , gerçekleştirmeyeceğini tartışarak boykota sarılmak yerine bu taleplerin kitlelere nüfuz etmesinin önemini kavramak ve kavratmak gerekiyor.
Emekçilerin ve tüm ezilenlerin demokratik taleplerini içeren bir programın bulacağı toplumsal destek toplumun siyasi eğiliminin bir ölçüsüdür. Dolayısıyla Selahattin Demirtaş’ın daha önceki seçimlerde HDP-BDP’nin almış olduğu oyların üzerinde alacağı her puan kitle bilincindeki yükselişin ölçüsünü de bizlere gösterecek. Bununla da kalmayacak Türkiye’de ki siyasi dengeler üzerinde de etkili olacaktır.
Elbette ‘Radikal Demokrasi’ tezi doğrultusunda sınıf mücadelesine tali bir misyon biçmekte olan Selahattin Demirtaş ve HDP’nin bu yöneliminin toplumsal bir devrime yol açacağını söylemiyoruz. Kuşkusuz, Kürt siyasi hareketini yasal alanda temsil eden partilerinin hepsinde olduğu gibi, bir ‘Kitle partisi’ olan HDP’de de donanımlı olduklarından dolayı yönetim mevkilerinde büyük ölçüde Kürt elitleri- burjuvazisi bulunmaktadır. Dolayısıyla,HDP’den sınıf karakteri itibarıyla toplumsal devrim değil ama ontolojik karakteri itibarıyla demokratik mevzilerin kazanılmasına katkı beklenebilir.
Bu saptamanın özellikle boykot cenahında yer alan sosyalistler tarafından itirazla karşılaşması doğaldır. Diyeceklerdir ki, dünyada sol-emekçi kitle partileri deneyimi gerçekleştirildi, 1970’lerin sonlarına doğru kurulan ve bugün iktidarda bulunan Brezilya İşçi Partisi ‘Kitle Partisi’nin prototipidir. Sonuçta da kapitalist sistemin bir partisi haline dönüşmüştür. Bu itiraz bu bakımdan doğrudur. Ancak programında sosyalist demokrasiyi hedeflerken sistemin bir partisi haline dönüşen Brezilya İşçi Partisinin bu dönüşümünü engelleyecek veya ona alternatif yaratacak devrimci bir önderliğin oluşmasına da sürecin bu niteliği engel olamazdı.
HDP’nin içerisinde yer alan sosyalistlerin ise partiyi ‘Kitle partisi’ olarak nitelediklerini dolayısıyla HDP’nin sınıf partisi olmadığını, bu kısıtlarıyla demokratik devrim aşamasının bir aracı olarak içerisinde yer aldıklarını belirttiğini biliyoruz. Lenin’in Nisan tezleriyle terk ettiği aşamalı devrim tezini kendi tutumlarına uyarlayan bu yaklaşım zorlamadan ibaret. Gerçekte olan ise günümüzde sosyalist hareketin bütününü tanımlayan toplumsal destekten mahrumiyetin yol açtığı çözüm arayışıdır. İttifak-işbirliği yönteminden ortak partiye dönüşme yolunun sosyalist hareket bakımından çözüm olabileceğinin nesnel gerekçesi de mevcut gözükmüyor. En azından şu güne kadar izlediğimiz manzara kitlenin göründüğü her parti eyleminde Kürt yoksulları bulunuyor.
Peki, bırakalım aşamalı devrim retoriklerini de,  Demirtaş-HDP gerçekten tüm ezilenlerin demokratik taleplerine ‘Yeni Yaşam Çağrısı’ metninde olduğu gibi sahip çıksın. Ermeni, Rum, Yahudi Türkiye vatandaşlarına karşı şoven, ırkçı zehirli dillerle yapılan saldırıların karşısında barikat oluştursun, Soma madencilerinin yanıbaşında dursun, gezi gibi halk hareketlerine sahip çıksın, Alevilerin talepleri için mücadele etsin, elbette Roboski için Şengal için, Rojava için dayanışmayı sürdürsün, tüm ezilenlerin sözcüsü olsun ve hep tereddütsüz olarak bu çizgisini sürdürsün. Ezilen tüm insanların beklentisi budur.
Selahattin Demirtaş’ın 10 Ağustosta alacağı oylar bu beklentilerin ne kadar sahiplenildiğinin de göstergesi olacak.
Son olarak ilk turda boykot ne kadar yanlışsa, ikinci turda da seçimi boykot etmek o kadar yanlış olacaktır. Demirtaş da ikinci tura kalamazsa hiçbir adaya oy vermeyeceği açıklamasını yapmış bulunuyor. Umalım ki bu tutum henüz HDP’nin yönetim organlarında alınmayıp, 10 Ağustos neticelerinden sonra karar alınacak olsun. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinden söz ediliyorsa Cumhurbaşkanlığını başkanlık rejimine dönüştürerek kişi diktatörlüğüne yol alıp Putinleşecek Tayyip Erdoğan’ın önünü kesecek her türlü taktiğe başvurmak, gereklidir. Başvurulacak olan seçenek Ekmeleddin İhsanoğlu olsa bile, zira Erdoğan’ın kendisi için arzuladığı başkanlık rejimini İhsanoğlu’na sunmayacağını biliyoruz. İhsanoğlu’nun kazanması, rejimin daha da otoriterleşmesine sebep olmaz ama Erdoğan’ın kazanması otoriterizme kapıların ardına kadar açılmasına sebep olacaktır. Bu durumda Türkiye’nin bütünüyle ortadoğululaşarak etnik ve mezhep savaşlarına sürüklenmesi işten bile değildir.
Otoriterleşen Türkiye’den demokrasi beklenmez. Otokratik heveslerin partisi olan AKP’den de, ne Kürdün, ne Alevinin , ne de tüm ezilenlerin taleplerinin karşılanacağı beklenmelidir. Otoriterleşme derinleştikçe de ezilenlerin mücadele imkanları daralır.
Hatırlanacak olursa 2010’da 12 Eylül anayasa referandumunda AKP’nin anayasa değişikliklerinin demokratikleşmeyi sağlayacağı beklentisi, liberaller, sol liberaller, hatta sosyalistlerin bir bölümünde yaygın bir kanaat haline dönüştü ve evet oyunu kullandılar. Sınıfsal analizin itibar kaybettiği post-modern zihniyetin sonucuydu bu düşülen yanlış. Şimdilerde bu tutumun sözcülüğünü yapan kalem erbabı hataya düştüklerini birbiri ardına ikrar ediyorlar. O zaman şöyle düşünmüştüm:AKP’nin burjuva sınıfsal karakterini dikkate alsalar onun temsil ettiği anadolu muhafazakarlığının yarattığı burjuvazinin milliyetçi zihniyetinin kentli burjuvazi ve bürokrasinin milliyetçiliğinden aşağı kalır olmadığını görebilirlerdi. Bugüne kadar AKP’nin cumhuriyetin paradigması olan uluslaşmanın Türk-Sünni kimliğinde homojenleşme doğrultusunu değiştirecek somut bir adımı görülmedi. Yalnızca söyleme dolanan bir süründürme politikasından söz edilebilir.’

Hiç yorum yok: