18 Eylül 2014 Perşembe

İnsan Politik Bir Hayvandır



Rıza Aydın
Aristo bu meşhur sözünü, içinde yaşadığı köleci toplumda, devlet yönetimine katılma hakkına (statüsüne) sahip olan, insan denilen yaratıklarla, devlet yönetimine katılma hakkına sahip olmayan köle denilen yaratıkları birbirinden ayırmak için söylemişti.
insan
Her soyutlamanın, her sınıflandırmanın bir gereği vardır. Aristo’nun yaşadığı köleci toplumda, artık devlet ortaya çıkmış, soyutlayıp sınıflandırmalarda buna göre yapılmaya başlanmış. İşte bu toplumsal yapı içinde, şekil şemal olarak birbirlerine benzeyen, “köleler” ile “insan” denilen, özgür yurttaşları birbirinden ayırmak için, Aristo böyle bir soyutlama yapıp, “İnsan politik bir hayvandır” demiştir.

O dönemin köleci toplumlarında, devlet yönetimine katılıp, devlet yönetimi hakkında söz söyleme hakkına sahip olan özgür yurttaşlara (kişilere) insan deniyordu, insan sınıfında olmayan kölelerinse devlet yönetimine katılmayı istemeleri, devlet yönetimi hakkında fikir beyan etmeleri kesinlikle (zinhar) yasaklanmıştı; bu yüzden devlet yönetimine katılmak için fikir beyan eden kölelerin cezalandırılmaları gerekiyordu.

Devletin yönetimi hakkında beyanatta bulunup, devlet yönetimine katılmak isteyen kölelerin cezalandırılmasına “SİYASET ETMEK” deniyordu. Siyaset tabiri, tıpkı “seyis” gibi kırbaçtan (ipten) türetilmiş, politikayla uğraşmak isteyen yani devletin yönetimi hakkında düşüncelerini beyan eden kölelerin terbiye edilmesi için kırbaçlanmasını ifade ediyordu. Şehirlerin orta bir yerinde, el âleme ders olsun diye, kölelerin ipe çekilip, kırbaçlanmaları için hazırlanmış “siyaset meydanları” denilen alanlar vardı; siyaset günü eza ceza çekme günüydü. Eski dönemlerde “Siyasetname”, bu günün “Ceza kanunu kitabı” gibi, hatta ondan daha öte, ezilenlerin, kölelerin nasıl ıslah edilip ne tür suçlara karşı ne tedbirler alınıp ne tür cezalar verileceğini anlatıyordu. Tarihin uzun bir döneminde, politikacı erbabıyla, siyaset erbabı birbirinden tamamen ayrı, birbirinin zıddı olan kesimleri ifade eden kavramlardı. Zaman içinde bunun nasıl değiştiğini şöyle anlatabilirim.
Kapitalist topluma geçilmesiyle beraber tarih sahnesine çıkan, gündelik ücretle çalışarak yaşayan, günlük ya da aylık emeğini satarak geçimini sağlayan, ücretli emekçiler sınıfı dediğimiz işçi sınıfı tarih sahnesine çıktı. Kapitalizmin ilk tarih sahnesine çıkıp, yaşanmaya başladığı İngiltere’de ücretli emeğin (işçi sınıfının) da ortaya çıkmasıyla beraber, bu ücretli emekçilerin toplumsal tepkileri de ortaya çıkmaya başlar. Bunların ilk biçimin adı olan ÇARTİST hareket önceleri saatleri kırmakla, yeni icat edilen iş makinelerini parçalamakla işe başlarlar. Çünkü günlük ücretiyle çalışan emekçi, önceleri gün doğarken işe başlayıp, gün batınca da işi paydost edip, işi bırakıyordu ama saat denilen o alet çıkınca güneş batiği halde işi paydost edemediğini, bu saatler yüzünden daha fazla çalıştırıldıklarını görüp anladılar. Makinelerse, eskiden birkaç işçinin yaptığı işi bir işçiye yaptırarak diğer işçilerin işsiz kalmasını sağlıyordu, bu yüzden emekçi hareketi önceleri makineleşmeye karşı çıktılar. Zamanla bu emekçi hareketi, yaşayarak gördü ki, makineleşme ile saatin önüne geçemiyor buradan, günlük çalışma saatlerini azaltmak için mücadele edip bunun için örgütlenmeye başladılar; mehur 1 Mayıs bu mücadelenin ürünüdür. İşçiler günlük ücretlerini, artırmak için bazen işi bırakıp, çalışmak yerine “Grev” denilen meydana gidip oturuyorlardı. Patronlarsa “Greve giden” yani “grev meydanında” toplanıp çalışmayan işçilere karşı, başka ülkelerden işçi getirmeye başladı. Bunun üzerine işçiler sadece kendi fabrikalarında, kendi şehirlerinde değil, bütün dünyada örgütlenmek gereğini duyarak, İngiltere de işçi olarak çalışan Almanyalı işçiler, “Uluslar Arası İşçiler Derneği” diye bir dernek kurdular. İngiltere de, Alman işçilerin öncülüğünde kurulan, “Uluslar arası işçiler derneğine” bir programla tüzük yazılması gerekiyordu. Bu derneğin öncü işçileri, kurdukları “Uluslar arası işçiler derneğinin” programı ile tüzüğünün yazılması işini, o sıralarda yeni yeni tanınmaya başlayan iki gençten Marl Marx ile Friederich Engels’ten istediler. İşte Marx ile Engel’in birlikte yazdığı o meşhur mu meşhur “Komünist manifesto” , bir sipariş üzerine bu derneğinin, yani “Uluslar arası işçiler derneğinin1” programı ile tüzüğü olarak -1848 yılında- yazıldı. İngiltere de yazılıp, İngiltere de doğmuş olmasına rağmen, Komünist manifestonun dilinin Almanca olmuş olması, -bence- bu derneği kuran öncü işçilerin Alman olmalarından dolayıdır.
Kıta Avrupa’sında sendikalı işçi hareketinin belirli bir gelişme göstermesinden sonra, İşçi partileri kurulmaya başlandı. Bu işçi partileri sosyalleşmiş demokrasi istemleri dolayısıyla “Sosyal Demokrat Parti” adını aldılar. Birinci Enternasyonal, diye de bilinen Uluslar Arası İşçiler Derneği, kapatıldıktan sonra, bütün Kıta Avrupa’sında kurulan Sosyal Demokrat partiler, 1789 da yapılan Fransız İhtilalinin, “yüzüncü Yıl dönümünde” yani 1889’da Engelsin önderliğinde ikinci Enternasyonali kurdular.
Artık bu dönemde, Sosyal Demokrat Partiler gelişerek ulusal Parlamentolara temsilciler yani “Milletvekilleri” sokmaya başladılar. Marksizm bayrağı altında kurulan, Sosyal Demokrat Partilerin, ulusal Parlamentolardaki temsilcileri, burjuva devletinin özünün, burjuvazinin işçi sınıfının (Proletaryanın) baskı aracı olarak düşündükleri için, bütün burjuva hükümetlerinin programlarına güvensizlik oyu vererek, muhalefette kalmayı yeğliyorlar asla mı asla hükümete girmiyorlardı. İşte tam bu dönemde, olmayacak bir şey oldu, Fransız parlamentosundaki Sosyal Demokrat Partinin bir milletvekili olan Alexandre Millerand (1859-1943), 1899 yılında ticaret bakanı olarak Fransız hükümetinde görev aldı. Bundan dolayı burjuva hükümetlerinde, sosyalist – Marksist birinin görev almasına Millerandizim denir.
Marx, “İnsanlar önlerine gelen sorunları çözerler” der. Sosyal Demokrat Partilerin önüne böyle bir sorun gelmişti yani sosyal demokrat partinin bir üyesi burjuva hükümetinde görev almıştı, o zamanlar “Sosyal Demokrat” diye anılan Marksist partilerinde önlerine gelen bu sorunu çözmeleri gerekiyordu. Fransız Sosyal Demokrat partisi, Alexandre Millerand’ı, partinin disiplin kuruluna verip, partiden attı. O zamanlar, İkinci Enternasyonale başlı olan ulusal partilerin (seksiyonların) aldığı önemli kararların yürürlüğe girmesi için, İkinci Enternasyonalin Merkez Yönetim Kurulunca görüşülüp onaylanması gerekiyordu; 2. Enternasyonalin MYK’sı, Millerand’ın partiden atılmasını derhal onayladı.
Mesela Rusya’da, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP), önlerindeki devrim aşamasının, demokratik bir devrim olduğu için, burjuva karakterli bu devrim döneminde nasıl bir taktik izleyeceklerini tartışırken bu sorun önlerine gelir. Lenin’in “Demokratik Devrimde Sosyal-Demokratların iki Taktiği” adlı eserinde bu konuya değinir; aslında Rus Sosyal demokratların bu dönemde iki değil, üç taktikleri vardır. Konumuz bu olmadığı için bu soruna bu kadar değinip geçelim diyorum ama konuyu merak edenlerin Troçki’nin bu konu için yazdığı “Rus Devriminin Üç Anlayışı” adlı harika makalesini okumalarını önereyim. Lenin, önlerindeki burjuva karakterli demokratik devrimde, işçi sınıfının yani partilerinin bu devrime öncülük etmesini, bununsa kendilerini bu devrimden sonra kurulacak olan geçici bir devrimci hükümete katılmak zorunda kalacaklarını, böyle bir hükümete katılmalarının Millerandcılığın bir çeşidi olmayacağını söylüyor 1. Bence Lenin, 1917 Nisanında, Rusya’ya geldiğinde, Geçici Hükümete katılmanın Millerandcılık olduğunu görüp, “Nisan Tezleri” adlı kitabında, kendi tabiri ile “Eski Bolşevikleri” eleştirerek “Teori gridir hayatsa sonsuza kadar yeşil, bizim teorimiz hayata uymuyor”, diyerek farklı bir turum alıyor; ama konumuz bu olmadığı için bunu da yeri geldiğinde tekrar açmak üzere kapatıyoruz.
Millerandizm sorunu, aslı Birinci Dünya savaşında Karl Kautsky önderliğindeki Alman Sosyal Demokrat Partisinin hükümetin Savaş bütçesine güvenoyu verip, “Sosyal Yurt severlik” diye de bilinen” “vatan savunması adı altında”, emperyalist savaşta kendi hükümetlerine destek olma kararı vermeliyle alevlenir. Lenin’in eşi Kurupksaya, “Lenin’den Anılar” adlı eserinde bunu Lenin duyduğunda önce inanmadığını, bunun gazetelerde yayınlanmasının bir provokasyon olduğunu düşündüğünü, sonrada bunun gerçek olduğunu anlayınca da bunalıp kitapları defterleri bırakıp ormanda gezerek kafasını topladığını yazar. Bu, Sosyal Demokrat Partilerde gerçek bir kırılma noktası olur. Sosyal Demokrat Partiler ikiye bölünürler. Bunların yani Alman Sosyal Demokrat Partisinin başını çektiği kanat, bundan sonra, Devletin özünün bir burjuva karakteri taşımadığını, Devletin artık “bütün halkın devleti” olduğunu, bundan sonra bu devletin parçalanıp yıkılarak, devrimle ortadan kaldırılması yerine, parlamentosunda çoğunluğu sağlayıp, iktidarı alarak, bu iktidar aracılığı ile reformlar yapılarak sosyalizme varılacağını savunmaya başlarlar. Bu günkü modern Sosyal Demokrasinin, Markisizimden evrimleşerek, bu günlere gelmesi böyle başlar; oralardan buraya gelir. Buna karşı olan, eski Marksist çizgiyi sürdürenlerse, buna bir tepki olarak, 1915 yılının, 5 ile 8 Eylül tarihleri arasında İsviçre’nin Zimmerwald kasabasında bir konferans düzenleyerek tutumlarını belirlerler. Bundan sonra bir dönem Zimmerwaldcılar diye de anılacak olan bu gurubun düzenlediği bu konferansa, aralarında Lenin, Troçki, Rosa gibi dönemin ünlü simalarının da olduğu, birçok ülkeden 38 delege katılır.
İşte böyle, Devlet yönetimine katılma isteği, her zaman ezilenlerin başını ağrıtıp kendi içlerinde de ayrılıklara yol açmıştır.
Avrupa’da, Millerandizm diye formüle edilip bu adla bilinen, ezilenlerinin temsilcilerinin egemen sınıfın devlet organında görev alması olgusu, Anadolu da ezilenlerin hareketi olan, Alevi- Kızılbaş dünyasında “Hızır Paşacılık” olarak anılır. Anlatılan Pir Sultan öyküsüne göre, Pir Sultanın tekkesinde onun bir talibi olan Hızır Paşa, Pir Sultandan himmet (izin) alıp, Osmanlı Devletinde görev alarak yola hizmet etmek istediğini söyler. Pir Sultan buna “Hızır, Hızır o bozuk düzen içinde, düzgün çark olunamaz, sen orada görev alırsan, bir gün gelip beni bile burada asarsın” der. Hızır gidip, Osmanlı devletine içinde hizmeti etmeye başlar. Orada yükselip paşa olur, sonrada Sivas’a gelip, Pir Sultanı astırır. Bence uluslar arası Marksist hareket, Anadolu’nun bu tarihini bilseydi, buna Millerandizm değil Hızır Paşacılık derdi. Ancak belirtmeliyim ki, Anadolu Alevi – Kızılbaş hareketinin bu efsanesinin altında asıl şu tarihi gerçek saklıdır.
Osmanlı Devletinin, Anadolu’daki Türkmen devletlerini tek tek işgal edip, ilhak etmesi, 1522’de Osmanlı Devletinin, Dulkadiroğlu devletini ilhak etmesiyle tamamlanır. Osmanlı Devleti, Dulkadiroğlu Devletini 1516 yılında işgal etmiş, 1522 yılında da ilhak ederek kendi toprağına katmıştır. Dulkadiroğlu devleti resmi rakamlara göre 185 yıl yaşamıştır.
Hacı Bektaş Veli, Dergâhını yani Serçeşmeyi Dulkadiroğlu devleti içinde kurmuş. Hacı Bektaş Veli’nin, efsanevi hayatının anlatıldığı Velâyetnamede şöyle deniyor, “ Hacı Bektaş veli, Rûm ülkesine, Türkmen içinde, Zülkadirli ilinde Bazok’tan girdi”2. Yine Velayet namede, Dergâhın yerinin buradan başka bir yere taşınmasının önerildiği, üç defa önerildiği, onunda bunu üç defa reddettiği belirtiliyor; bakınız Hırkadağı adlı bölüm3. Osmanlı Ser çeşme’nin, yani Hacı Bektaş Dergâhının olduğu coğrafyayı ilhak edince, Hacı Bektaş Dergâhını da yönetmek istiyor. Bu sürecin yaşandığı dönemde, Hacı Bektaş Dergâhının başında bulunan, Hacı Bektaş Postnişini, Şahı Kalender diye bilinen, Kalender Çelebinin de önderleri arasında olduğu, “Kalender Çelebi” isyanı diye bilinen isyan baş gösteriyor. Osmanlı 1527 yılında bu isyanı bastırıp, bu isyanın önderlerinden Kalender Çelebi ile Dulkadiroğlu oymağının başı olan Deli ya da Veli Dündar diye tanınan şahısların kellelerini kesip, İstanbul’a götürerek isyanı durduruyor. Bundan sonra Serçeşmenin bir sessizliğe, bir uyuma dönemine geçtiğini tahmin ediyorum. Bu sürecin devamında, 1550 ya da 1551’de İstanbul’da taum (kolera) salgını başlıyor. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, vakti zamanında devlette önemli görevler üslenmiş olan, kaynı, Server Paşayı, “Sersem Ali Baba” sanıyla Hacı Bektaş Dergâhını yönetmek üzere Hacıbektaş’a Pir Evine gönderiyor. Bu Anadolu Aleviliğinde, 1550 ila 1551 yılarında baş göstererek yaşanmaya başlanan, yol ayrımına yani Çelebi- Babağan ayrılığı diye bilinen ayrılığın doğmasına yol açıyor. “Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim” diyen Pir Sultan Abdal, bu ayrılıkta Çelebilerin safında yer alarak, bütün Alevi coğrafyasını gezerek bu gelişmeler karşısında Alevi kitlesini bilgilendirmeye, kendi dilleriyle söylersek kendi kitlesini irşad etmeye çalışıyor. Pir Sultanın, Babaganların savunduğu, Mücerretliği eleştirmesi, Musahipliği savunması, “Pir Sultanın Çelebiye, eyvallahım var veliye” diyen şiirler yazması işte bu döneme yani 1551 den sonraki yaşanılan döneme denk gelmiştir. Ben, Pir Sultan Abdal’ın, bu ayrılık sonrası dönemde, bütün Alevi- Kızılbaş coğrafyasını dolaşıp, bu ayrılık hakkında irşad eylemi yaptığını düşünüyorum. Bence Tuna kenarında bile şiirler yazmasının nedeni de bu çalışmaların bir sonucudur. Bence “Pir Sultan bozuk düzende düzgün çark olmaz”, sözünü somut olarak Dergâhta bir bölünmeye yol açan, Osmanlı paşası, yani Padişahın kaynı Sersem Ali baba içinde söylemiştir. Pir Sultanın deyişlerinde (şiirlerinde) bu ayrılıkta safını belitleyen temaların işlenmiş olması bundan dolayıdır.4
Şimdilerde, yani İçinde geçmekte olduğumuz dönemde, Demokratik Alevi örgütlülüğü içinde olan kimi arkadaşlarımız, Aristonun tabiriyle söylersem, “Politik hayvanlığa soyunup, insan olmak isteğiyle” kimi partilerin parti merkezi organlarında, Parti meclislerinde vs, vs görev almaya başladılar. İnsanlar önlerine gelen sorunları çözer demişti üstadımız, bizimde şimdiye kadar önümüze böyle bir sorun gelmemişti, şimden sonra bu türden sorunlarla da muhatap olacağız galiba.
Aşk ile. 14 Eylül Pazar 2014, Kaymak köyü.
Rıza Aydın.

Hiç yorum yok: