Ahmet Doğançayır
Küresel
dünya diye adlandırılan bu dünya çeşitli çelişkiler sergiliyor. Bu
çelişkiler bir taraftan sınırların giderek liberalleşmesiyle, bir
taraftan da sınır tahkimatlarıyla görülmemiş düzeyde kaynak, enerji ve
teknoloji yatırımı yapılmasıyla somutlaşmaktadır.
Kapitalist
dünya sistemi birbiriyle bağlantılı birçok çelişkiyi belirleyici
özellik olarak bünyesinde taşıyor. Uluslararası ağlar ile yerel
milliyetçilikler, sanal güçler ile fiziksel güç, özel mülkiyet ile açık
kaynaklar, gizlilik ile şeffaflık, yurt sahibi olma ile yurtsuz kalma
arasındaki çelişkileri. Bunun yanında ulusal çıkarlar ile uluslararası
piyasa, dolayısıyla ulus ile devlet ve tebaanın güvenliği ile sermaye
hareketleri arasındaki gerilimlerde sistemin belirleyici özellikleri
olarak karşımıza çıkıyor. Bu gerilimlerin ortaya çıktığı yerlerden biri
de toplumları, halkları bölen duvarlardır. Bu duvarlar engellemeyi
amaçladıkları şeyler açısından çeşitlilik gösterse de ortak boyutları
olduğu muhakkaktır. Zenginiyle, yoksuluyla ulus devletler duvar inşa
etmeye pek hevesli görünüyor. Devlet egemenliğinin tartışmalı hale
gelmesine karşılık inşa edilen bu yeni duvarlar egemen bir yargı gücü
varmış görüntüsü uyandırmanın yanı sıra hem varlıklarıyla hem de
işlevsel etkileriyle aslında altını oydukları sınırları belli ve güvenli
bir devlet varmış havası yaratırlar. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus
devlet fikrinden almakta ve devletler arasındaki sınırlara her zaman
riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve
öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen, ulus
devlet egemenliğinin teatral biçimde payanda olma işlevine hizmet
etmektedir. Resmiyette özgür, açık, meşru ve seküler addedilen
toplumları izinsiz girişlerden, sömürüden veya saldırıdan korumayı
amaçlayan bu duvarlar, hukukun askıya alınmasıyla inşa edilir ve ister
istemez savunmacı dar görüşlü milliyetçi ve militerleşmiş bir kolektif
bilinç ve öznellik üretir. Savunmayı amaçladıkları açık toplumun yerine
giderek kapalı ve zapt altına alınmış bir kolektif kimlik yaratır
bunlar. İşte bu nedenle yeni duvarlar ortaya çıkış nedenleri olan
aşınmış ulus devlet egemenliklerini diriltme konusunda başarısız olmakla
kalmaz, yeni yabancı düşmanlığı ve dar görüşlülük biçimlerinin
doğmasına da katkıda bulunur. Sadece dünyalılığa karşı korunan
tebaaların değil, ironik bir şekilde duvarlarla çevrili demokrasinin bir
emanet sıfatıyla koruması beklenen, egemenlikten yoksun tebaaların
üretimini de teşvik ederler. Duvarların kapsadığı ulusların içeriğini
hem koruduğunu, hem de ürettiğini kabul etmek inşalarını hangi
psikolojik gereksinim ve arzuların teşvik ettiği sorusunun yanında
milliyetçilikleri, yurttaşların özelliklerini ve iki yanındaki siyasi
kendiliklerin kimliklerini şekillendirmedeki olumlu etkilerinin neler
olduğunu sormamıza da olanak sağlar. Böyle bir kabul kolektif ve
bireysel anlamda içeride tutmanın simgesi olan duvarlarının gerçek ve
muhayyel sınırları küreselleşmenin etkisiyle silinmeye yüz tutan
kendiliklerin tahkimi olarak iş görüp görmediğini, şayet böyle bir
işlevi varsa bunu nasıl yerine getirdiğini değerlendirme olanağı sunar.
Ulus devletlerin egemenlikleri ve duvarlar Devletlerin hâlâ büyük bir
gayretle egemen güç olduklarını ilan ettikleri, uluslararası düzen ve
düzensizliği tayin etmede önemli rol oynadıkları ortada olduğuna göre
devletlerin egemenliklerinin zayıfladığını söylemek mümkün mü? Bununla
birlikte geçtiğimiz yarım yüzyılda giderek yoğunlaşan sermaye, insan,
fikir, mal, şiddet, siyasi ve dini bağlılıkların uluslararasındaki
akışları ulus devletlerin bu karma nitelikler üzerindeki tekeline fena
halde gölge düşürmüştür. Söz konusu akışlar geçtikleri sınırları
aşındırmakla kalmayıp bu sınırlar içerisinde birer güç olarak
kristalleşmekte böylece egemenliği hem kıyılarından hem de içeriden
tehlikeye sokmaktadır. Diğer taraftan Neo liberal sistem ulus devlet
egemenliğinin altını oymaktadır. Şirketlerdeki karar alıcılardan başka
hiçbir egemen tanımayan, hukuki ve siyasi ilkelerin yerine piyasa
ölçütlerini koyan ve siyasal egemeni işletmeci derecesine düşüren bir
olgudur bu. Ancak bu karma gelişmeler egemenliğin siyasi haritadan
silinmesi yahut egemenlik sonrası veya devlet sonrası bir çağa girilmesi
gibi bir sonuç doğurmaz. Ulus devlet egemenliği zayıfladıkça devlet ve
egemenlik eski güç ve anlamını kaybetmekle kalmayıp, birbirinden de
kopar. Devletler artık egemen olmayan aktörler olarak varlığını
sürdürürken egemenliğin ayıt edici özelliklerinin çoğu artık iki iktidar
alanında karşımıza çıkar: Siyasal iktisat ve meşruiyetini dinden alan
şiddet. Ne sermaye ne de tanrı destekli şiddet başka bir gücün
boyunduruğunu kabul eder. Bu ikisi iç hukuku da uluslararası hukuku da
umuruna almaz. Sadece bunları belli stratejiler doğrultusunda
taktikleştirir. İkisi de yasal normları ya hiçe sayar ya da onların
getirisi olarak ortaya çıkar. İkisi de egemenlik vaadini sahiplenir.
Duvarlar,
Güvenlik kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik
sağlayamaz! Böylece bu duvarların savunmanın yanı sıra içeride tutma
işlevi görüp görmediğini ve aslında her savunmanın içeride tutmayı, her
içeride tutmanın da savunmayı beraberinde getirip, getirmediği sorusunu
sormamız mümkün hale gelir. Yeni duvarlar ne zaman evin güven veren
duvarları olmaktan çıkıp hapishanenin kısıtlayıcı duvarlarına dönüşür.
Kale ne zaman hapishane olur? Siyasi kendiliklerin etrafına inşa edilen
duvarlar insanları içeri kapatmadan abluka altına alamaz. Güvenlik
kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik sağlayamaz. Biz ve
onlar ayrımının temelini çürütmeye çalışırken dahi gerici bir ‘’biz’’
yaratmadan dışsal bir ‘’onlar’’ tanımlayamaz. Duvarlar fiziksel,
toplumsal ve siyasi olarak korumalı bir hayat tarzını kaçınılmaz biçimde
tutucu bir toplanmaya dönüştürür. Güvenlik duvarları birbiriyle iç, içe
geçmiş iki halkın fiziksel olarak ayrıştırılmasına ve mekânsal olarak
bölünmesine yönelik bir teknoloji ve strateji cephaneliğinin sadece bir
veçhesidir. Duvar hem ayrılık ve işgalin hem de yerleşimci
sömürgeciliğin gerek devlet desteğiyle, gerekse kanunsuz bir şekilde
kaydettiği gelişmelerden güç alan bölgesel yayılmanın mimari bir
aracıdır. Duvarın temsil ettiği şiddet kavramı siyasi anlaşmaların ve
yerleşik egemenliklerin ilga edilmesi ve ertelenmesinin yanı sıra
hukukun, hesap verebilirliğin, meşruiyetin tam anlamıyla askıya
alınmasını ve olağanüstü durumunda vuku bulan keyfi ve hukuk dışı devlet
tasarrufunu vurgulamaktadır. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus devlet
egemenliği fikrinden almasına ve ulus devletlerarasındaki sınırlara her
zaman riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve
öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen ulus
devlet egemenliğini payandalamaya hizmet etmektedir. Devletleri ulusal
sınırları kapatarak güvenli hale getirmeye sevk eden fiziksel güvenlik
ve ekonomik refahtan tutun da ‘’ben’’ ve ‘’biz’’ algısına kadar her
konuda endişeye kapılmış yığınlardır. Bugün yabancı düşmanlığı
uluslararası sistemin yarattığı ekonomik ve siyasi güvensizlik
koşullarının o derece güdümündedir ki sınır tahkimatlarının ancak
kısıtlı bir tedbir olduğunun bilincinde olan politikacılar dahi bu
meseleyi bir türlü tartışmaya açamamaktadır. Duvarlar ulusa yönelik
birer tehdit diye algılanan farklı şiddet biçimlerine tepki olarak inşa
edilmekte, bu şiddet biçimlerini ortaya çıkaran nedenleri dışlamaktadır.
Oysa bunu yaparken kendileri de bir takım aileler, topluluklar, geçim
kaynakları ve arazilere, içinden geçip şekillendirdikleri siyasi
olanaklara karşı farklı türlerde şiddet uygulamaktadır. Gel gelelim
duvarlar bir ölçüde inşa eden siyasal yapıların güç ve kaynaklarının
ortaya çıkardığı baskı ve şiddete karşı sonuç olarak etkisiz siperlerden
ibarettir. Öncelikle yukarıda bahsettiğim gibi, bedenen diğer tarafın
görülmesini önler, dolayısıyla bilinmezliği arttırır.
Duvarları
ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemin ön koşulu, siyaseti, uluslararası
bir düzeye çıkarmaktır. Duvarların içinde dışa kapanma ve güvenlik
hisleri bir defa harekete geçirildiğinde ivme kaybetmekten çok güç
kazanır. Bir türlü azalmak bilmeyen endişeleri için suçlu arayan
seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etme yolları arayan
siyasetçiler karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup
bu hisleri arttırmak ve desteklemek için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları
beraberce üretirler. Böylece uluslararası eylem ihtiyacı kamunun görüş
alanından giderek silinir. Bu endişe bir kere saptırılıp ‘’kapıları ve
pencereleri kapama’’, gümrük kapılarına elektronik kontrol sistemi,
hapishanelere elektronik gözetleme araçları,yerleştirme talebine
dönüştürülünce güvensizliği yaratan kaynaklara inme ve onu besleyen
kaynakları yok etme şansı buharlaşıp gider. Dikkatlerin ‘’cemaatin
savunulması’’ üzerine odaklanılması küresel iktidar akışını her
zamandakinden daha fazla serbestleştirir. Bu akış ne kadar serbest
olursa güvensizlik hissi de o kadar derinleşir. Güvensizlik hissi ne
kadar artarsa ‘’dışa kapalılık ruhu’’ o kadar yoğunlaşır. Bu ruhun
kışkırttığı ‘’cemaat savunması’’ ne kadar saplantılı bir hal alırsa
küresel güçlerin akışı o kadar serbestleşir. Duvar çekme, kendilerini
adil ve iyi hiç olmazsa masum görmek isteyenlere bu durumun yarattığı
müşkülattan çıkmak için bazı kapılar sunar. Söylem düzeyinde ‘’yasa dışı
istilacıları’’ engelliyormuş gibi resmedilen ve bu amaçla devreye
sokulan duvarlar aslında uluslararası eşitsizlikle veya yerel sömürgeci
tahakkümle yüzleşmeyi önleyen bir perde çeker. Duvarlar dışardakini
istilacı olarak yansıtmak, bir taraftan da engelledikleri yoksulluk
koşullarını aslında gözlerden saklamak suretiyle, tabiiyet ve sömürüyü
tersine çevirmekte ve egemen olanın ihtiyaçlarından türemeyen, o
ihtiyaçlarla bağlantılı olmayan muazzam bir tehdit gibi göstermektedir.
Bu bağlamda duvar çekme faaliyeti bağımlılığı yeniden yazıp, bunu
özerklik olarak ifadelendirmek suretiyle otorite kurgusunun gerisindeki
toplumsal ilişkiler ağını gözlerden saklamaktadır. Şu anda bu ruha karşı
seslerini yükseltenler mekânlarla bağlarını kopartmış bulunan sermaye
ve finansman sözcüleri olmuştur. Ama onlarda belli şeylere
katlanamazlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol
edilmesinden ve yerli halkların çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin,
serbest ticaretin üzerine yerleştirilmesinden şikâyet ederler. Siyasi
egemenliklerin parçalanması sürüyormuş, sürmüyormuş onların umurlarında
değildir. Hem niye olsun ki? Siyasi birimler ne kadar küçük, dolayısıyla
zayıf olursa bunların sermayenin tarzına karşı etkili bir biçimde
direnme ve onun karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları da o
kadar azalır. Artan çaresizliklerin neden olduğu öfke ülkedeki
‘’yabancılara’’, yabancı göçmen işçilere yönelik düşmanlığa
yönlendirildiğinde sevinmemeleri mümkün değildir. Böylece yerel
meselelerin içinde bulunduğu durumu düzeltmenin yolları ve araçları
hakkındaki tartışmalar ‘’aramızdaki yabancılar’’ üzerinde, onları tespit
etme etraflarını kuşatma ve geldikleri yere geri göndermenin yöntemleri
üzerinde odaklanır ve gerçek bela kaynağına hiçbir zaman yaklaşamaz.
Emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık
hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva
ideologları dün Keynesçiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist
görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca
görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini
alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist
sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar. Siyasi
sermaye kokusu alan siyasetçilerin de desteklediği kışkırttığı ve
kamçıladığı yaygın kimlik meselesi takıntısı çağdaş koşullara verilen
kendine özgü bir rasyonel tepki olabilir. Hatta ‘’anlamlı’’ bile
olabilir. Ama kendi sebeplerini yanlış yerlere yerleştirmekte ve
önerdiği tedavi bu sebepleri fena halde ıskalamaktadır. Grup kimliğine
militanca sahip çıkılması, buna yol açan güvensizlik kaynağını ortadan
kaldırmak için hemen hiçbir şey yapamayacaktır. Tartışma insanlık
tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini
biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini
özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya
olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler,
insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal
eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Kapitalizmin
büyük halk yığınlarını yoksullaştırır ve mülksüzleştirirken, küçük bir
azınlığı zenginleştiren ve besleyen vahşi ve korkunç bir egemenlik
sistemi ve somut bireylerin ve onların şeytani niyetlerinin ötesinde
küresel ölçekte işleyen nesnel ve sistematik bir el koyma, talan, sömürü
ve dolaşım sistemi olduğundan girilmelidir söze. Asıl vurguyu
sermayenin, ortaklaşa sahip olduğumuz her şeyi gasp eden yağmalayan en
nihayetinde üzerinde yaşadığımız gezegen de dâhil topluca mahvımıza
sebep olacak kör ve delice hareketini durduracak, kendini engelsizce
yeniden üretme kapasitesini parçalayacak şeye, sınıf mücadelesine
yapmalıyız. Bugünün çok kültürlü, kimlikçi ilerici siyasetinde askıya
alınan şeye işaret edeceğiz toplumun derin bir uzlaşmazlıkla sınıflara
bölünmüş yapısına. Sağcı, Neo liberal, muhafazakâr, İslamcı vb. cephenin
topluca sürdürdüğü ‘’hayali ve imkânsız bir şey istediğinizin farkında
değil misiniz? ’saldırısı karşısında çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç
tereddütsüz evet ‘’imkânsız’’ olanı, bu dünya düzenini tümden
değiştirmek istiyoruz, temel mesele budur diyerek ileri atılmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder