18 Eylül 2014 Perşembe

Duvarlar Utançtır, Yıkılması Gerekir


Ahmet Doğançayır
Küresel dünya diye adlandırılan bu dünya çeşitli çelişkiler sergiliyor. Bu çelişkiler bir taraftan sınırların giderek liberalleşmesiyle, bir taraftan da sınır tahkimatlarıyla görülmemiş düzeyde kaynak, enerji ve teknoloji yatırımı yapılmasıyla somutlaşmaktadır.
duvar

Kapitalist dünya sistemi birbiriyle bağlantılı birçok çelişkiyi belirleyici özellik olarak bünyesinde taşıyor. Uluslararası ağlar ile yerel milliyetçilikler, sanal güçler ile fiziksel güç, özel mülkiyet ile açık kaynaklar, gizlilik ile şeffaflık, yurt sahibi olma ile yurtsuz kalma arasındaki çelişkileri. Bunun yanında ulusal çıkarlar ile uluslararası piyasa, dolayısıyla ulus ile devlet ve tebaanın güvenliği ile sermaye hareketleri arasındaki gerilimlerde sistemin belirleyici özellikleri olarak karşımıza çıkıyor.  Bu gerilimlerin ortaya çıktığı yerlerden biri de toplumları, halkları bölen duvarlardır. Bu duvarlar engellemeyi amaçladıkları şeyler açısından çeşitlilik gösterse de ortak boyutları olduğu muhakkaktır. Zenginiyle, yoksuluyla ulus devletler duvar inşa etmeye pek hevesli görünüyor. Devlet egemenliğinin tartışmalı hale gelmesine karşılık inşa edilen bu yeni duvarlar egemen bir yargı gücü varmış görüntüsü uyandırmanın yanı sıra hem varlıklarıyla hem de işlevsel etkileriyle aslında altını oydukları sınırları belli ve güvenli bir devlet varmış havası yaratırlar. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus devlet fikrinden almakta ve devletler arasındaki sınırlara her zaman riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen, ulus devlet egemenliğinin teatral biçimde payanda olma işlevine hizmet etmektedir. Resmiyette özgür, açık, meşru ve seküler addedilen toplumları izinsiz girişlerden, sömürüden veya saldırıdan korumayı amaçlayan bu duvarlar, hukukun askıya alınmasıyla inşa edilir ve ister istemez savunmacı dar görüşlü milliyetçi ve militerleşmiş bir kolektif bilinç ve öznellik üretir. Savunmayı amaçladıkları açık toplumun yerine giderek kapalı ve zapt altına alınmış bir kolektif kimlik yaratır bunlar. İşte bu nedenle yeni duvarlar ortaya çıkış nedenleri olan aşınmış ulus devlet egemenliklerini diriltme konusunda başarısız olmakla kalmaz, yeni yabancı düşmanlığı ve dar görüşlülük biçimlerinin doğmasına da katkıda bulunur. Sadece dünyalılığa karşı korunan tebaaların değil, ironik bir şekilde duvarlarla çevrili demokrasinin bir emanet sıfatıyla koruması beklenen, egemenlikten yoksun tebaaların üretimini de teşvik ederler. Duvarların kapsadığı ulusların içeriğini hem koruduğunu, hem de ürettiğini kabul etmek inşalarını hangi psikolojik gereksinim ve arzuların teşvik ettiği sorusunun yanında milliyetçilikleri, yurttaşların özelliklerini ve iki yanındaki siyasi kendiliklerin kimliklerini şekillendirmedeki olumlu etkilerinin neler olduğunu sormamıza da olanak sağlar. Böyle bir kabul kolektif ve bireysel anlamda içeride tutmanın simgesi olan duvarlarının gerçek ve muhayyel sınırları küreselleşmenin etkisiyle silinmeye yüz tutan kendiliklerin tahkimi olarak iş görüp görmediğini, şayet böyle bir işlevi varsa bunu nasıl yerine getirdiğini değerlendirme olanağı sunar. Ulus devletlerin egemenlikleri ve duvarlar Devletlerin hâlâ büyük bir gayretle egemen güç olduklarını ilan ettikleri, uluslararası düzen ve düzensizliği tayin etmede önemli rol oynadıkları ortada olduğuna göre devletlerin egemenliklerinin zayıfladığını söylemek mümkün mü? Bununla birlikte geçtiğimiz yarım yüzyılda giderek yoğunlaşan sermaye, insan, fikir, mal, şiddet, siyasi ve dini bağlılıkların uluslararasındaki akışları ulus devletlerin bu karma nitelikler üzerindeki tekeline fena halde gölge düşürmüştür. Söz konusu akışlar geçtikleri sınırları aşındırmakla kalmayıp bu sınırlar içerisinde birer güç olarak kristalleşmekte böylece egemenliği hem kıyılarından hem de içeriden tehlikeye sokmaktadır. Diğer taraftan Neo liberal sistem ulus devlet egemenliğinin altını oymaktadır. Şirketlerdeki karar alıcılardan başka hiçbir egemen tanımayan, hukuki ve siyasi ilkelerin yerine piyasa ölçütlerini koyan ve siyasal egemeni işletmeci derecesine düşüren bir olgudur bu. Ancak bu karma gelişmeler egemenliğin siyasi haritadan silinmesi yahut egemenlik sonrası veya devlet sonrası bir çağa girilmesi gibi bir sonuç doğurmaz. Ulus devlet egemenliği zayıfladıkça devlet ve egemenlik eski güç ve anlamını kaybetmekle kalmayıp, birbirinden de kopar. Devletler artık egemen olmayan aktörler olarak varlığını sürdürürken egemenliğin ayıt edici özelliklerinin çoğu artık iki iktidar alanında karşımıza çıkar: Siyasal iktisat ve meşruiyetini dinden alan şiddet. Ne sermaye ne de tanrı destekli şiddet başka bir gücün boyunduruğunu kabul eder. Bu ikisi iç hukuku da uluslararası hukuku da umuruna almaz. Sadece bunları belli stratejiler doğrultusunda taktikleştirir. İkisi de yasal normları ya hiçe sayar ya da onların getirisi olarak ortaya çıkar. İkisi de egemenlik vaadini sahiplenir.
Duvarlar,  Güvenlik kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik sağlayamaz! Böylece bu duvarların savunmanın yanı sıra içeride tutma işlevi görüp görmediğini ve aslında her savunmanın içeride tutmayı, her içeride tutmanın da savunmayı beraberinde getirip, getirmediği sorusunu sormamız mümkün hale gelir. Yeni duvarlar ne zaman evin güven veren duvarları olmaktan çıkıp hapishanenin kısıtlayıcı duvarlarına dönüşür. Kale ne zaman hapishane olur? Siyasi kendiliklerin etrafına inşa edilen duvarlar insanları içeri kapatmadan abluka altına alamaz. Güvenlik kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik sağlayamaz. Biz ve onlar ayrımının temelini çürütmeye çalışırken dahi gerici bir ‘’biz’’ yaratmadan dışsal bir ‘’onlar’’ tanımlayamaz. Duvarlar fiziksel, toplumsal ve siyasi olarak korumalı bir hayat tarzını kaçınılmaz biçimde tutucu bir toplanmaya dönüştürür. Güvenlik duvarları birbiriyle iç, içe geçmiş iki halkın fiziksel olarak ayrıştırılmasına ve mekânsal olarak bölünmesine yönelik bir teknoloji ve strateji cephaneliğinin sadece bir veçhesidir. Duvar hem ayrılık ve işgalin hem de yerleşimci sömürgeciliğin gerek devlet desteğiyle, gerekse kanunsuz bir şekilde kaydettiği gelişmelerden güç alan bölgesel yayılmanın mimari bir aracıdır. Duvarın temsil ettiği şiddet kavramı siyasi anlaşmaların ve yerleşik egemenliklerin ilga edilmesi ve ertelenmesinin yanı sıra hukukun, hesap verebilirliğin, meşruiyetin tam anlamıyla askıya alınmasını ve olağanüstü durumunda vuku bulan keyfi ve hukuk dışı devlet tasarrufunu vurgulamaktadır. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus devlet egemenliği fikrinden almasına ve ulus devletlerarasındaki sınırlara her zaman riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen ulus devlet egemenliğini payandalamaya hizmet etmektedir.  Devletleri ulusal sınırları kapatarak güvenli hale getirmeye sevk eden fiziksel güvenlik ve ekonomik refahtan tutun da ‘’ben’’ ve ‘’biz’’ algısına kadar her konuda endişeye kapılmış yığınlardır. Bugün yabancı düşmanlığı uluslararası sistemin yarattığı ekonomik ve siyasi güvensizlik koşullarının o derece güdümündedir ki sınır tahkimatlarının ancak kısıtlı bir tedbir olduğunun bilincinde olan politikacılar dahi bu meseleyi bir türlü tartışmaya açamamaktadır. Duvarlar ulusa yönelik birer tehdit diye algılanan farklı şiddet biçimlerine tepki olarak inşa edilmekte, bu şiddet biçimlerini ortaya çıkaran nedenleri dışlamaktadır. Oysa bunu yaparken kendileri de bir takım aileler, topluluklar, geçim kaynakları ve arazilere, içinden geçip şekillendirdikleri siyasi olanaklara karşı farklı türlerde şiddet uygulamaktadır. Gel gelelim duvarlar bir ölçüde inşa eden siyasal yapıların güç ve kaynaklarının ortaya çıkardığı baskı ve şiddete karşı sonuç olarak etkisiz siperlerden ibarettir. Öncelikle yukarıda bahsettiğim gibi, bedenen diğer tarafın görülmesini önler, dolayısıyla bilinmezliği arttırır.
Duvarları ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemin ön koşulu, siyaseti, uluslararası bir düzeye çıkarmaktır. Duvarların içinde dışa kapanma ve güvenlik hisleri bir defa harekete geçirildiğinde ivme kaybetmekten çok güç kazanır. Bir türlü azalmak bilmeyen endişeleri için suçlu arayan seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etme yolları arayan siyasetçiler karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup bu hisleri arttırmak ve desteklemek için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları beraberce üretirler. Böylece uluslararası eylem ihtiyacı kamunun görüş alanından giderek silinir. Bu endişe bir kere saptırılıp ‘’kapıları ve pencereleri kapama’’, gümrük kapılarına elektronik kontrol sistemi, hapishanelere elektronik gözetleme araçları,yerleştirme talebine dönüştürülünce güvensizliği yaratan kaynaklara inme ve onu besleyen kaynakları yok etme şansı buharlaşıp gider. Dikkatlerin ‘’cemaatin savunulması’’ üzerine odaklanılması küresel iktidar akışını her zamandakinden daha fazla serbestleştirir. Bu akış ne kadar serbest olursa güvensizlik hissi de o kadar derinleşir. Güvensizlik hissi ne kadar artarsa ‘’dışa kapalılık ruhu’’ o kadar yoğunlaşır. Bu ruhun kışkırttığı ‘’cemaat savunması’’ ne kadar saplantılı bir hal alırsa küresel güçlerin akışı o kadar serbestleşir. Duvar çekme, kendilerini adil ve iyi hiç olmazsa masum görmek isteyenlere bu durumun yarattığı müşkülattan çıkmak için bazı kapılar sunar. Söylem düzeyinde ‘’yasa dışı istilacıları’’ engelliyormuş gibi resmedilen ve bu amaçla devreye sokulan duvarlar aslında uluslararası eşitsizlikle veya yerel sömürgeci tahakkümle yüzleşmeyi önleyen bir perde çeker. Duvarlar dışardakini istilacı olarak yansıtmak, bir taraftan da engelledikleri yoksulluk koşullarını aslında gözlerden saklamak suretiyle, tabiiyet ve sömürüyü tersine çevirmekte ve egemen olanın ihtiyaçlarından türemeyen, o ihtiyaçlarla bağlantılı olmayan muazzam bir tehdit gibi göstermektedir. Bu bağlamda duvar çekme faaliyeti bağımlılığı yeniden yazıp, bunu özerklik olarak ifadelendirmek suretiyle otorite kurgusunun gerisindeki toplumsal ilişkiler ağını gözlerden saklamaktadır. Şu anda bu ruha karşı seslerini yükseltenler mekânlarla bağlarını kopartmış bulunan sermaye ve finansman sözcüleri olmuştur. Ama onlarda belli şeylere katlanamazlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesinden ve yerli halkların çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin üzerine yerleştirilmesinden şikâyet ederler. Siyasi egemenliklerin parçalanması sürüyormuş, sürmüyormuş onların umurlarında değildir. Hem niye olsun ki? Siyasi birimler ne kadar küçük, dolayısıyla zayıf olursa bunların sermayenin tarzına karşı etkili bir biçimde direnme ve onun karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları da o kadar azalır. Artan çaresizliklerin neden olduğu öfke ülkedeki ‘’yabancılara’’, yabancı göçmen işçilere yönelik düşmanlığa yönlendirildiğinde sevinmemeleri mümkün değildir. Böylece yerel meselelerin içinde bulunduğu durumu düzeltmenin yolları ve araçları hakkındaki tartışmalar ‘’aramızdaki yabancılar’’ üzerinde, onları tespit etme etraflarını kuşatma ve geldikleri yere geri göndermenin yöntemleri üzerinde odaklanır ve gerçek bela kaynağına hiçbir zaman yaklaşamaz. Emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva ideologları dün Keynesçiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar.   Siyasi sermaye kokusu alan siyasetçilerin de desteklediği kışkırttığı ve kamçıladığı yaygın kimlik meselesi takıntısı çağdaş koşullara verilen kendine özgü bir rasyonel tepki olabilir. Hatta ‘’anlamlı’’ bile olabilir. Ama kendi sebeplerini yanlış yerlere yerleştirmekte ve önerdiği tedavi bu sebepleri fena halde ıskalamaktadır. Grup kimliğine militanca sahip çıkılması, buna yol açan güvensizlik kaynağını ortadan kaldırmak için hemen hiçbir şey yapamayacaktır. Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Kapitalizmin büyük halk yığınlarını yoksullaştırır ve mülksüzleştirirken, küçük bir azınlığı zenginleştiren ve besleyen vahşi ve korkunç bir egemenlik sistemi ve somut bireylerin ve onların şeytani niyetlerinin ötesinde küresel ölçekte işleyen nesnel ve sistematik bir el koyma, talan, sömürü ve dolaşım sistemi olduğundan girilmelidir söze. Asıl vurguyu sermayenin, ortaklaşa sahip olduğumuz her şeyi gasp eden yağmalayan en nihayetinde üzerinde yaşadığımız gezegen de dâhil topluca mahvımıza sebep olacak kör ve delice hareketini durduracak, kendini engelsizce yeniden üretme kapasitesini parçalayacak şeye, sınıf mücadelesine yapmalıyız. Bugünün çok kültürlü, kimlikçi ilerici siyasetinde askıya alınan şeye işaret edeceğiz toplumun derin bir uzlaşmazlıkla sınıflara bölünmüş yapısına. Sağcı, Neo liberal, muhafazakâr, İslamcı vb. cephenin topluca sürdürdüğü ‘’hayali ve imkânsız bir şey istediğinizin farkında değil misiniz? ’saldırısı karşısında çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç tereddütsüz evet ‘’imkânsız’’ olanı, bu dünya düzenini tümden değiştirmek istiyoruz, temel mesele budur diyerek ileri atılmalıyız.

Hiç yorum yok: