18 Eylül 2014 Perşembe

Sanat eksiksiz bir içtenliği gerektirir


Bundan 74 yıl evvel 21 Ağustos 1940’ta 1917 Ekim devriminin önderlerinden Sovyetler Birliği’nin Dış İşleri Halk komiseri, Kızıl Ordu’nun kurucusu Leon Davidoviç Bronstein Stalinist bir katil olan Katalan Ramon Mercader tarafından Meksika’daki evinde buz baltasıyla başından vurularak öldürülmüştür.Stalin’in talimatının geçersiz olduğunu iddia eden hempaları, Mercader’in Meksika’da daha hapisteyken Stalin tarafından Lenin nişanıyla ödüllendirilmesini, 1960’ta afla hapisten çıktıktan sonra Moskova’ya yerleşmesini ve 1978 yılında eceliyle öldüğünde Moskova’daki Kuntsevo mezarlığına defnedildiğinde isminin Lubyanka meydanındaki gizli servis müzesinin şeref listesine konulmasını idrakten yoksun oldukları için algılayamazlar veya yalan karakterleri haline gelmiştir.
Bugün’ün anlamı bakımından Troçki’nin sanat üzerine bir makalesini yayınlıyoruz.
Sanat eksiksiz bir içtenliği gerektirir
Leon Troçki
Benden, çağdaş sanatın durumuna ilişkin düşüncemi belirtmemi incelikle rica etmişsiniz. Hiç tereddüt etmeden bu ricanızı yerine getiriyorum. Edebiyat ve Devrim (1923) adlı yapıtımdan sonra, sanatsal yaratıcılık sorunlarına bir kez olsun dönüp eğilmedim, sadece zaman zaman bu alanda yaşanan yeni olayları izleyebildim. Yanıtımın ayrıntılı bir nitelik taşıdığı iddiasında değilim. Bu mektubun amacı, sorunu doğru koymaktır.
tro2
Özetle, insan gereksiniminin sanatta yaşamla, yani tam da sınıflı toplumun onu yoksun bıraktığı yüksek çıkarlarla bir uyum ve bütünlük içinde ifade edildiği söylenir. İşte bu nedenle, sahici sanat her zaman yaşanan gerçekliğe karşı bilinçli veya bilinçsiz, etkin veya edilgin, iyimser veya kötümser bir karşı çıkışı içinde taşır.

Sanatta her yeni akım bir başkaldırıyla başlar.

Burjuva toplumun gücü, baskı ve ödüllendirmeye, boykot ve güler yüz gösterisine uygun olarak yaşanan uzun tarihsel dönemleri kapsayan bir süreçte ifadesini bulur ki, bu süreç, sanattaki her “asi” hareketi disiplin altına alma, özümseme ve onu resmen “tanıma” noktasına çıkarma yeteneğini göstermiştir. Ama bu türden her “tanıma”, can çekişmenin yakın olduğu anlamına gelmiştir eninde sonunda. O zaman da legalleşmiş bir okulun sol kanadından ya da aşağıdan, sanatsal bohemliğin yeni kuşakları arasından, sırası geldiğinde de yasayla belirlenmiş bir süre içinde akademinin basamaklarını tırmanmak için, yeni asi bir hareket yükselmiştir.
Klasisizm, romantizm, realizm, natüralizm, sembolizm, dışavurumculuk (ekspresyonizm), dekadanlık gibi akımlar bu aşamalardan geçti. Ancak, sanatın sadece sanatçılara ve onların her türlü şımarıklığına izin vermekle kalmayıp, işçi sınıfının üst tabakasına sadaka vererek, sendikaların ve işçi partilerinin bürokrasilerini kendine itaat ettirerek ve bağımlı kılarak burjuvaziyle yaptığı evlilik mutsuz olduysa da bu durum burjuva toplumunun yükselişine, onun (sanatın-ç.) “demokrasinin” politik ve moral sistemini destekleme yeteneği göstermesine kadar değişmedi. Bütün bu olgular aynı tarihsel çizgide varlığını sürdürmektedir.
Burjuva toplumun bugünkü çöküşü, kurtarıcı bir sanata daha da şiddetle gereksinim doğurduğu gibi, kaçınılmaz olarak özel çelişkiler haline gelen toplumsal çelişkilerin dayanılmaz düzeyde keskinleşmesi anlamına da gelmektedir. Çöküş halindeki kapitalizmin, yine de, çağımıza bir ölçüde yanıt veren sanat akımlarının gelişimine asgari düzeyde koşullar yaratma yeteneğini tamamen yitirdiği ortada. Kapitalizmin her yeni sözcükten korkması boşuna, çünkü onun için söz konusu olan iyileştirmeler ve reformlar değil, yaşam ve ölümdür.
Ezilen kitleler kendine özgü bir hayatı yaşıyor. Bohem yaşam tarzı, son derece dar temelli bir yaşamdır. Yeni akımlar giderek daha çok çalkantılı bir nitelik aldıklarından, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmekteler. Son birkaç on yılın sanat ekolleri –kübizm, fütürizm, dadacılık, sürrealizm− tam olgunluğa erişmeden birbirinin yerini alıyorlar. Burjuva toplumun çöküş ve çürümesinden en fazla zararı, kültürün en karmaşık, en hassas, bununla birlikte en az korunan öğesi olan sanat görmektedir.
Sanatın kendi araçlarıyla çıkmazdan kurtulması olanaksızdır. Söz konusu olan, ekonomik temelden en yüksek ideolojik alana kadar, kültürün bir bütün olarak yaşadığı krizdir. Sanat ne krizden kurtulabilir, ne de kendini ondan ayrı tutabilir. Sanat kendi kendini kurtaramaz. Eğer çağdaş toplum kendini yeniden yapılandıramazsa, sanatın yok olması kaçınılmazdır, Yunan sanatının köleci kültürün yıkıntıları altında yok oluşu gibi. Bu görev tamamen devrimci bir nitelik taşır.
Demek ki, sanatın çağımızdaki işlevi, onun devrimle olan ilişkisiyle belirleniyor.
Ama bu yolda sanatçılara asıl büyük tuzağı tarih kurmaktadır. Sol aydın tabakanın bütün bir kuşağı, son on on beş yıl içinde gözünü Doğu’ya çevirdi ve kendi yazgısını şu veya bu ölçüde devrimci proletaryaya değilse de, utku kazanmış devrimlere bağladı. Bu ikisi aynı şey değil ama. Zafere ulaşmış devrim sadece devrim değildir, onun omuzları üzerinde yükselen yeni ayrıcalıklı bir katman demektir aynı zamanda. İşin aslı, “sol” aydın tabakanın, efendileri değiştirme girişiminde bulunmuş olmasıdır. Acaba “sol” aydınlar bundan çok mu kazançlı çıktılar?
Ekim Devrimi, Sovyet sanatına bütün alanlarda muazzam bir ivme kazandırdı. Bürokratik gericilik, bunun aksine, sanatsal yaratıcılığı totaliter bir elle boğdu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Sanat, özünde, sinirlerin işlevidir ve eksiksiz bir içtenliği gerektirir. Mutlak monarşinin saray sanatı bile bir şeyi idealize etmeye dayanır, sahteciliğe değil.
Oysa Sovyetler Birliği’nin resmi sanatı –orada başka da bir sanat yok− totaliter adaletin yazgısını, yani yalanı ve sahteciliği üretmektedir. Adaletin amacı, sanatın amacı gibi, “liderin” yüceltilmesi, yapay olarak bir kahramanlık mitinin yaratılmasıdır. İnsanlık tarihi henüz bu ölçüde bir utanmazlığı görmedi!
Birkaç örnek vermek uygun olacak.
Ünlü Sovyet yazarı Vsevolod İvanov, Vışinskiy Duruşmalarında* yargılananlarla coşkulu bir dayanışma içinde olduğunu ifade etmek için 1938’de sessizliğini bozdu. Eski Bolşeviklerin, “kapitalizmin bu çürük kokularının” istisnasız yok edilmesi, İvanov’un deyişiyle, sanatçılarda bir “sanatsal nefret” doğurmaktadır. İhtiyatlı romantik, doğası bakımından aklı başında lirik bir şair olan İvanov, birçok yönden Gorki’ye benzer, ama onun küçültülmüş bir izdüşümü olarak. Doğuştan saraylı bir şair olmayan İvanov, mümkün olabildiğince susmayı tercih etmişti, ama susmanın yurttaşlık, belki de ölüm anlamına geldiği bir dönemde artık konuşmanın zamanıydı. Bu tür yazarların kalemini hareket ettiren “sanatsal nefret” değil, felç edici bir korkudur.
Aleksey Tolstoy, saraydaki Stalin’le Voroşilov’un askeri başarılarını övmek için, bir saraylının bir sanatçıyı kesin olarak yenilgiye uğratışını anlattığı özel bir roman yazmıştı. Gerçekten de, tarafsız belgelerin tanıtladığı gibi, saray ordusu –iki düzine devrim ordusundan biri− oldukça göz yaşartıcı bir rol oynar. Her iki “kahraman” görevlerinden alınırlar.** İç savaşın gerçek kahramanlarından biri olan doğal yetenek sahibi Çapayev, eğer bir Sovyet filminde ölümsüzleştirildiyse, bu, sadece, faşist bir ajan diye mutlaka kurşuna dizilmiş olacağı “Stalin dönemi”nden önce yaşamış olması sayesindedir. Aynı Aleksey Tolstoy, 1919 yılını konu alan bir piyes yazar: On Dört Devletin Seferi. Piyesin başlıca kahramanları, yazarın deyişiyle, Lenin, Stalin ve Voroşilov’dur. “Onların (Stalin ve Voroşilov’un) tavırlarına egemen olan şan ve kahramanlık havası bütün piyese yayılacaktır.” Yazdıklarında samimi büyük bir Rus gerçekçisinin (L. Tolstoy’un –ç.) adını taşıyan böylesine yetenekli bir yazar, ısmarlama “mitlerin” üreticisi oldu!
27 Nisan 1938’de hükümetin yarı resmi yayın organı İzvestiya, Stalin’in 1902 Martındaki Tiflis ayaklanmasının örgütleyicisi olarak betimlendiği yeni bir resim yayımladı. Ne ki, çok daha önce yayımlanmış belgelerden anlaşılacağı gibi, Stalin bu tarihte hapisteydi, hem de Tiflis’te değil, Batum’da. Bu defaki yalan çok fazla göze batmıştı! Ertesi gün, İzvestiya, bu üzücü yanlışlıktan ötürü özür dilemek zorunda kaldı. Bedeli devlet kasasından ödenmiş bu talihsiz durumun nasıl olduğu bilinmiyor.
Onlarca, yüzlerce, binlerce kitap, film, resim, heykel, bu türden “tarihsel” epizotlara ayrılarak, bunları yüceltmektedirler. Örneğin, Ekim Devrimine ait pek çok tabloda, hiçbir zaman var olmayan ve başında Stalin’in bulunduğu devrimci bir “merkez”in betimi verilir. Bu sahteciliğin yavaş yavaş hazırlanışından söz etmeye değer. Pyatakov-Radek yargılanma sürecinden bir süre sonra kurşuna dizilen Leonid Serebryakov, 1924 yılında dikkatimi, hiçbir açıklama olmaksızın Paravda’da yayımlanan Merkez Komitesi’nin 1917 sonlarındaki tutanaklarından alınma pasajlara çekmişti. Merkez Komitesi’nin eski sekreteri olarak Serebryakov’un parti aygıtının kulis arkasında pek çok ilişkisi vardı ve aniden yayımlanan yayınların hangi amaçla çıktığını iyi biliyordu: Bugün hâlâ Sovyet sanatında azımsanmayacak bir yer tutan merkezi Stalin mitinin yaratılması yolunda atılmış daha ihtiyatlı bir ilk adımdı bu.
Ekim ayaklanması tarihin yolunda, gerçekte göründüğünden çok daha planlı ve bütünlüklü bir ayaklanmadır. Gerçekten, geleceğe yönelik bir gelişme sağlamayan kararsızlıklar, ikinci yol arayışları, rastlantısal inisiyatifler yeterince söz konusu olmuştu. Örneğin, Petrograd sovyetinin en önemli görevlilerinin yokluğunda, Merkez Komitesi’nin 16 Ekimde yapılan uydurma gece toplantısında Sovyet ayaklanma kurmayını Sverdlov, Stalin, Bubnov, Uritskiy ve Dzerjinskiy’den oluşan bir yardımcı parti “merkez”iyle tamamlama kararı alınmıştı. Tam da o saatlerde Petrograd sovyetinin toplantısında, dün tasarlanan “merkez”deki ayaklanma hazırlığına yönelik böylesine kararlı bir çalışmayı ileri taşıyan bir askeri devrim komitesi kuruldu, elbette “merkez”in katılımcıları da dahil, herkesi unutmuşlardı. O dönemin buna benzer uydurmalar girdabında*** boğulanların sayısı az değildi. Stalin, hiçbir zaman askeri devrim komitesinde yer almadı, Smolnom’da, yani devrim karargâhında görünmedi, ayaklanmanın pratik hazırlığıyla da hiçbir ilişkisi olmadı.
O, Pravda’nın yazı işleri idaresinde oturuyor ve az sayıda kişinin okuduğu renksiz yazılarını yazıyordu. Bir “uygulama merkezi”nin varlığını son yıllarda bir kez olsun anımsayan kimse yok. Ayaklanmaya katılanların anılarında –ki bu tür anı yazıları yeterince boldur− Stalin’in adı bir kez olsun geçmez. Stalin’in kendisi, Ekim Devriminin yıldönümü nedeniyle yazdığı ve 7 Kasım 1918 tarihli Pravda’da yayımlanan makalesinde devrime katılan bütün kurum ve kişileri tek tek sayarken, “uygulama merkezi”nden hiç söz etmez. Bununla birlikte, eski protokol tutanakları tesadüfen 1924 yılında açılarak ve ikiyüzlülükle yorumlanarak, bürokrasi masalı için temel işlevi görmüştür. Stalin’in başkanı olduğu devrimci “merkez”in adı bütün kılavuz kitaplarda, biyografilerde, hatta okul kitaplarının son baskılarında geçiyor. Bu konuda nezaketen bile olsa, bu merkezin nerede ve ne zaman toplandığını, kime ve nasıl emirler verildiğini, tutanaklar tutulup tutulmadığını, tutulduysa nerede olduğunu açıklamaya çalışan olmadı. Biz burada Moskova süreçlerinin bütün öğelerine sahibiz.
Sovyet sanatı denilen sanat, itaatkârlığıyla birlikte sanatsal cisimlendirmenin en sevilen konularından biri olan bu bürokratik miti yaratmıştır. Sverdlov, Dzerjinskiy, Uritskiy ve Bubnov boya ve kille, Stalin’in etrafında oturmuş veya ayakta dikilmiş ve onun konuşmasını büyük bir dikkatle dinler şekilde betimleniyorlar. “Merkez”in toplandığı bina, adresinin kolayca belli olmasından kaçınmak için, bilinçli olarak belirsiz şekilde veriliyor. Kendilerinin de açıkça gördükleri tarihsel sahteciliğin kaba izlerini fırçayla kapatmak zorunda bırakılan ressamlardan beklenen veya istenen nedir?
Günümüzün resmi Sovyet resim sanat tarzına “sosyalist gerçekçilik” deniyor. Bu adın sanat kollarından herhangi birinin başkanı tarafından verildiği açık. Gerçekçilik, geçen yüzyılın üçüncü çeyreğine ait taşra görüntülerinin taklidinden ibarettir; sosyalist nitelik, ifadesini doğallıktan uzak fotoğrafların çekiminde, hiçbir zaman olmamış olayların canlandırılmasında buluyor. Korkuyla karışık fiziksel bir nefret duymadan şiirleri ve öyküleri okumanın ya da elinde kalem, fırça veya oyma kalemi olan memurların, eli mavzerli bürokratların gözetimi altında, gerçekte deha ve ululuk kıvılcımlarından yoksun “azametli” ve “dâhi” liderlerin övüldüğü Sovyet tablo ve heykellerinin resimlerine bakmanın olanağı yoktur. Stalin döneminin sanatı, proleter devriminin büyük bir gerileme içine girdiğinin en açık ifadesi olarak kalacaktır.
Ama sorun SSCB ile sınırlı değil. Batılı aydınların “sol” kanadı, Ekim devrimine geç kalmış saygı görüntüsü altında Sovyet bürokrasisinin önünde diz çöktü. Nitelikli ve yetenekli ustalar, genel bir kural olarak, kıyıda köşede kaldılar. Ama başarısızlar, kariyer düşkünleri ve yeteneksizler, daha da sırnaşarak zorla ön planda yer aldılar. Merkezlerin ve şubelerin her türüne, her iki alanın sekreterlerine, Romain Rolland’ın kaçınılmaz yazılarına, finanse edilen yayınlara, sanatla GPU**** arasında ayırt edici bir sınır bulmanın güç olduğu resmi şölen ve kongrelere alan açıldı. Geniş bir alanı ele geçirmesine karşın, bu militarist hareket, ortaya yazarını veya onun Kremlin’deki esinleyicilerini yaşatacak yetkinlikte hiçbir yapıt koymuş değildir.
Acaba totaliter diktatörlük, insanlığın geleceğine bağlı olan her şeyi daha uzun süre boğacak, ayakları altında ezecek ve karalamayı sürdürecek mi? Sağlıklı göstergeler, bunun uzun sürmeyeceğini söylüyor. Bir yandan Fransa ve İspanya’daki halk cephelerinin korkak ve gerici politikalarının yüz kızartıcı, acıklı iflası, diğer yandan Moskova’daki yargılama sahtekârlığı, sadece politik alanda değil, aynı zamanda devrimci ideolojinin çok daha geniş bir alanında yaşanacak büyük bir dönüşümün yaklaştığını gösteriyor. Talihsiz “dostlar” da –kuşkusuz, New Republic ve Nation’dan gelen kafa ve ahlak yönünden bir ayaktakımı değil− boyunduruk ve kamçıdan yorulmaya başlıyorlar. Sanat, kültür ve politika yeni bir perspektife gereksinim duyuyor. Bu olmaksızın insanlığın ilerlemesi olanaksızdır. Ama hiçbir zaman bugünkü gibi, böylesine korkunç ve acılarla dolu bir perspektif daha yaşanmamıştı. Bu yüzden, yolunu şaşırmış aydınların bugün egemen ruh hali paniktir. Sorumluluk duyulmayan kuşkuculuğu Moskova’nın boyunduruğuyla karşılaştıranlar, tarihin ağırlığını çok az taşıyorlar. Kuşkuculuk, moral bozukluğunun başka bir biçimidir, ama asla en iyi biçimi değildir. Bugün Stalinci bürokrasiden ve onun devrimci muhaliflerinden simetrik olarak ayrılmak o kadar moda olduğu için, olayların onda dokuzunda tarihsel güçlükler ve korkular karşısındaki içler acısı bezginlik gizlenmektedir. Ancak, kelime oyunları ve küçük kurnazlıkların hiç kimseye yararı olmaz. Kimse ne bir şeyi erteleyebilir, ne ödünler koparabilir. Herkes, filozoflar, şairler, sanatçılar, basit ölümlüler olarak savaşların ve devrimlerin sınırına yaklaşmış bir kimse adına yanıt vermek zorunda kalacak.
Partizan Review’in bir sayısında, benim bilmediğim bir Şikago dergisinin editörünün tuhaf bir mektubuna rastladım. Sizin yayınınıza özel sempatisini dile getirirken (yanlışlıkla olduğunu umuyorum), şöyle yazıyor: “Ben yine de(?) ‘Troçkistler’e ya da kitlesel temelden yoksun diğer kansız kalıntılara ümit beslemiyorum.” Bu kibirli sözler, yazarın söylemek istediğinden daha fazlasını söylüyor. Bu sözler, her şeyden önce, toplumun gelişme yasalarının onun adına imzalanmış bir kitap olduğunu gösteriyor. Hiçbir ilerici düşünce (idea) “kitlesel temel”den başlamış değildir, yoksa ilerici olmazdı. Ancak, bir düşünce eninde sonunda kendi kitlesini bulur, elbette eğer gelişimin gereksinimlerine yanıt verebilirse. Bütün büyük hareketler, eski (geçmiş) hareketlerin “kalıntıları” olarak başlamıştır. Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin bir “kalıntı”sıydı. Protestanlık Katolikliğin, yani yozlaşmış Hıristiyanlığın “kalıntı”sıydı. Marks-Engels ikilisi Hegelci solun kalıntısı olarak doğmuştu. Komünist Enternasyonal, uluslararası sosyal-demokrasinin “kalıntı”larıyla savaş döneminde hazırlandı. Bu öncüler kendilerine kitlesel bir taban yaratma yeteneği gösterebildilerse, bu, salt tecrit edilmekten korkmadıkları için olmuştur. Onlar, düşüncelerinin sahip olduğu niteliğin nicel bir dönüşüme uğrayacağını baştan biliyorlardı. Bu “kalıntılar” kansızlıktan muzdarip değillerdi, aksine, içlerinde geleceğin büyük tarihsel hareketlerinin cevherini taşıyorlardı.
Sanatın ilerlemesi, söylendiği gibi, başka türlü olamazdı. Egemen sanatsal eğilim, yaratıcı kaynaklarını tüketirken, dünyaya yeni gözlerle bakabilen sanatsal “kalıntılar” ondan ayrıldılar. Öncüler düşüncelerinde ve hareketlerinde ne denli cesurlarsa, kendilerini tutucu bir “kitlesel temele” dayanan ve yasalarla belirlenmiş otoritelerle ne denli sert kıyaslarlarsa, gelenekçiliğe eğilimliler, kuşkucular ve snoblar, yenilikçilerde aciz, tuhaf adamların varlığını veya kansız “kalıntılar”ı o ölçüde çok görürler. Ama gelenekçiler, kuşkucular ve snoblar, eninde sonunda aşağılanırlar − yaşam onların üzerinden aşıp geçer.
Hayvanlara özgü tehlike sezgisini reddetmenin neredeyse mümkün olmadığı termidorian bürokrasi, içgüdüsel olarak kendini koruma gücünden yoksun olduğu gibi, çoğunlukla düşüncesizlik ve acizlikle el ele yürüyen muhteşem kibirli devrimci muhaliflerine hiç de değer verme eğiliminde değildir. Moskova süreçlerinde, Stalin, doğası bakımından büsbütün ateşli bir oyuncu değildi, Kremlin oligarşisinin yazgısı ile kendi bireysel yazgısını “Troçkizm”e karşı savaş kartı olarak öne sürdü. Bu olguyu nasıl açıklamalı? Eğer “kalıntılar”ın içinde güçlü bir yaşama gücü olmasaydı, “Troçkizm”e karşı, tarihte koşutluk bulmanın mümkün olduğunu sanmadığım uluslararası korkunç kampanya hiç açıklanamazdı. Bugün hâlâ bunu göremeyen bir kimse yarın gözlerini açacaktır.
Partizan Review’in Şikago muhabiri, sanki kendi portresini bir tek parlak çizgiyle tamamlamak için, sizinle birlikte gelecekte bir faşist veya “komünist” toplama kampına düşme vaadinde bulunuyor –ne yiğitlik! Fena bir program değil! Toplama kampı düşüncesiyle titremek, kuşkusuz, kötü bir şey. Ama kendisi ve taşıdığı düşünceler için konuksever olmayan bu barınağın zamanında altını çizmek çok mu daha iyi? Bolşeviklere özgü “amoralizm”le birlikte, biz, savaştan önce ve savaşsız teslim olan, gerçekten toplama kampı dışında hiçbir şeyi hak etmeyen ve kansız olmayan centilmenleri kabule hazırız.
Partizan Review’in muhabiri, açıkça “Biz yazın ve sanat alanlarında Stalincilerin vesayetini istemediğimiz gibi, ‘Troçkist”lerden de böyle bir şey istemiyoruz” demiş olsa da, mesele başka. Bu, aslında, tamamen haklı bir istek. Ancak açık kapıyı zorlamak anlamına gelen, onun “Troçkistler” diyerek öne sürdüğü şeye itiraz edilebilir. Dördüncü Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasındaki savaşın düşünsel temeli, sadece partinin hedeflerine ilişkin anlayışta değil, genel olarak insan yaşamının bütün maddi ve tinsel yaşamına ilişkin anlayıştaki derin çelişkilerden oluşmaktadır. Bugünün kültür krizi, her şeyden önce devrimci yönetim krizidir. Stalinizm, bu krizde en önemli gerici büyüklüktür. Yeni bir eğilim ve yeni bir program olmadan devrimci kitlesel temel yaratılamaz, yani toplumu açmazdan kurtarmanın olanağı yoktur. Ama gerçek bir devrimci parti, ne iktidarı ele geçirmeden önce, ne de sonra, sanatı “yönetmeyi”, hele de, ona komuta etmeyi önüne görev olarak koyamaz ve bunu isteyemez. Böylesi bir talep, ancak, proleter devrimin antitezine dönüşen otokrasinin bilgisiz ve küstah bürokrasisine duyulan kızgınlığı akla getirebilir. Sanat, tıpkı bilim gibi, kendine sadece komutanlar aramaması bir yana, doğası gereği, böyle bir şeye tahammül de edemez. Sanatsal yaratıcılığın, toplumsal bir harekete bilinçli olarak hizmet ederken bile, kendine özgü yasaları vardır. Gerçek kültürel yaratıcılık yalanla, ikiyüzlülükle ve bir düşünceye uyarlama anlayışıyla bağdaşmaz.
Sanat, salt kendi özüne sadık kaldığı ölçüde, devrimin büyük müttefiki olabilir.
Eğer ezilen sınıfların ve halkların kurtuluş hareketi, bugün insanlığın ufkunu kaplayan kuşkuculuk ve kötümserlik bulutlarını dağıtırsa, şairler, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler, kendi yollarını ve yöntemlerini bulacaklardır. Böyle bir yeniden doğuşun ilk koşulu, Kremlin bürokrasisinin boğucu vasiliğinin yıkılmasıdır.
Notlar:
*Andrey Vışinskiy (1883-1954) -Sovyet devlet adamı, diplomat ve hukukçusu. Moskova’da yapılan “Büyük Temizlik” (1934-1938) duruşmalarının ünlü başsavcısı.
**Bkz. örneğin, L. Troçki’nin “Stalinskaya Şkola Falsifikatsiy (Sahteciliğin Stalin Okulu) adlı kitabında yer alan N. Markin’in “Voroşilov ve Kızıl Ordu” başlıklı makalesi.
***Bu sorun benim İstoriya Russkoy Revolyutsii (Rus Devrim Tarihi) adlı yapıtımın “Bürokrasi Masalı” bölümünde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
****GPU (Gosudarstvennoye politiçeskoye upravleniye) –Kamu Politikası Yönetimi.
Leon Troçki
Rusçadan çeviren: Arif Berberoğlu
(Partizan Review’in yazı kuruluna yazılan mektuptan alınmıştır.)
Makalenin kaynağı:
Gerçekedebiyat.com http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/sanat-eksiksiz-bir-ictenligi-gerektirir-leon-trocki/379

Hiç yorum yok: