19 Nisan 2015 Pazar

ARTIK ‘’TOPLUM TARAFINDAN KURTARILMA YOK’’MU?

Ahmet Doğançayır

Bugün en azından zaten sahip olduğumuzu düşündüğümüz özgürlükten daha fazlasını ya da daha iyisini talep etmek ve sahip olmak için sokaklara dökülmek gereğini hissetmiyoruz.
dünya
Oysa bir yandan da dünya işlerinin yürütülme biçiminde birkaç kişi bir araya gelerek ya da hep birlikte değiştirilebilecek çok az şey olduğuna da aynı katılıkla inanmaya meyilliyiz. Ayrıca böyle bir değişimi gerçekleştirebilseydik bile, mevcut olandan farklı bir dünya düşünmek için kafa kafaya vermemizin ve onu hayata geçirmek için kolları sıvamanın boşuna olduğuna inanıyoruz.


Eğer özgürlük kazanılmışsa nasıl olur da bu zaferin ganimetleri arasında insanın daha iyi bir dünya hayal etme ve onu daha iyi hale getirmek için bir şeyler yapma yeteneği yer almaz. Hayal gücünü dizginleyen ve ‘’özgür insanların’’ herkesi ilgilendiren meseleler karşısında böyle iktidarsız olmalarına tahammül eden özgürlük nasıl bir özgürlüktür?
Özel ve kamusal hayat arasındaki köprülerin kaldırıldığı veya hiç inşa edilmemiş olduğu sürece ya da başka şekilde söylersek kişisel kaygıları kamusal meselelere tercüme etmenin, diğer yandan özel dertler de kamusal meseleleri görüp saptamanın kolay ve bariz bir yolu olmadığı sürece bireysel özgürlüklerin artmasıyla kolektif iktidarsızlığın artması çakışabilir.
Tercüme sanatı ise günümüzde acıklı bir durumdadır. Kamu sahasında açığa çıkan tek tasa şahıslara özel çuval, çuval ıstırap ve endişedir. Ki bunlarda sırf kamunun seyrine sunuldular diye kamusal meseleler haline gelemezler. Güçlü ve devamlı köprüler olmayınca ve tercüme becerileri kullanılmaya, kullanılmaya körelmiş ve unutulmuş olunca özel dertler ve acılar bir birikim oluşturmaz ve yoğunlaşıp ortak davalar haline gelmezler.
Patlamanın getirdiği boşalmanın ardından sahne ışıklarını yakmak için fazla bir enerji kalmamıştır. Bu durumu değiştirme şansı hem özel hem kamusal olan alana bağlıdır. Yani yalnızca narsistçe hazlar edinmek ya da kamu önünde teşhir yoluyla bir tür tedavi arayışına girmek için değil, bireyleri özel olarak ıstırabını çektikleri sefaletten çıkaracak kadar güçlü, kolektif olarak yönlendirilen manivelalar aramak için karşılaştıkları alana. Ancak asıl sorun eski alanlardan günümüzde pek bir şey kalmamış olmasıdır.
Bugün toplumda, olduğuna inanılan kamu sayesinde var olan siyasal iktidarın ‘’meşruiyet’’ taşıdığına inanılmaktadır. Halk katlarında basit ve sade yurttaşlar arasında olduğu kadar, devlet hayatında da bu inanç mevcut iktidarın dengeye kavuşmasını sağlayan bir mekanizma olarak kabul ediliyor. Bütün liberal teori taraftarları ve kuramcıları da toplumdaki iktidar sistemini anlatıp yorumlarken bu ‘’kamu’’ denen topluluğun siyasal rolünü dayanak alıyorlar. Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösteriliyor.
Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Çünkü günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamuoyu tarafından alınmıyor. Yapılan, topluma gerçekte olan bir şeyin anlatılması ve aktarılmasından çok bir ideal’ in görüntü halinde yansıtılmasından ibarettir. Kitleler ile kitleler adına kararlar alan egemen sınıfların arasında büyük bir boşluk vardır. Çok önemli sonuçlara yol açacak kararlarda bile kamuoyu her şey olup bittikten sonra haberdar olmaktadır.
‘’ Siyaset sanatı’’ ve ‘’Kamu’’!   
Siyaset sanatı denilen şey bugün yurttaşların özgürlüklerinin sınırlarını yıkmakla, ama aynı zamanda kendi kendini sınırlama ile ilgilidir. Sanki ihtiyaçlar üzerinde piyasanın ya da devletin diktatörlük kurmasından başka seçenek yokmuş gibi, sanki yurttaşlık tüketici olmanın dışında başka bir biçim alamazmış gibi. Liberalizm bugün basit bir ‘’alternatif yok’’ amentüsüne indirgenmiştir.
Bu siyaset uyumculuğu alkışlamakta, uyumculuğun reklamını yapmaktadır. Hâlbuki uyumculuğu insan kendi başına da başarabilir. Uyum göstermek için siyasete ne gerek var? Renkleri ne olursa olsun aynı şeyin daha fazlasından başka bir şey vaat etmeyen siyasetçilerle niye uğraşalım? Kendi kendini sınırlamaya duyulan tiksintinin, genelleşmiş uyumculuğun ve bunların sonucu olarak siyasetin önemsizleşmesinin bir bedeli vardır. Bu bedelde yanlış siyasetin bedelinin çoğu kez ödendiği gibi insan acılarıyla ödenir. Bu acılar hem siyasetin sonuçlarıdır, hem de sağlıklı siyasetin önündeki en büyük engeli oluşturur.
Kamuoyu sadece bir kitle haberleşmesi tüketicisi olarak değerlendirildiğinden bu araçlar kendisine ne veriyorsa sadece onları öğrenebilme durumundadır. Çağdaş insan bugün toplumda kendi dar sosyal çevresi içinde yaşamakta ne bireysel olarak entelektüel yollarla ne de kamu olarak eylem yoluyla bu çerçeveyi aşabilmektedir. İş bölümüne dayalı ekonomik üretim hiyerarşilerinde de sıradan emekçiler için dar bir sosyal çerçevenin dışına çıkabilme olanağı yoktur. Sadece üretimden ve üretim araçlarından değil fakat üretim yapısından ve üretim sürecinden de soyutlanmış ve yabancılaşmış bulunmaktadır.
Kapitalist toplumda yabancılaşmanın gerçek temeli kapitalist üretim tarzının çelişkili ilişkilerinde ve bundan çıkan sınıf karşıtlıklarında bulunur. Mülksüzlerden alınan her şey mülksüzleştirenlerin kazancı olur. Kapitalist ekonomide emekçinin kulluğu kapitalist efendinin özgürlüğünün temelidir. Azınlığın zenginliğini yapan çoğunluğun yoksulluğudur. Politika da halkın öz yönetiminin bulunmayışı devletin despotluğunda kendini gösterir.
İnsanların psikolojik yönden kendileri için anlamlı sayılacak ve tarihsel yönden de bir şeye yarayacak etkinliğe sahip kuruluşlar, birlikler bulup bunlara karşı içlerinde bağlılık duymadıkları dönemlerde siyasal ve ekonomik alanda topluma da yakınlık ve bağlılık duymadıkları anlaşılmaktadır. Günümüzün etkin iktidar kuruluşları dev şirketler, erişilmesi güç devlet kurumu ve ordudur. Bir yandan bunların, bir yandan ailenin ve küçük yakın toplulukların baskısı altındaki birey kendini güvenceye alabilecek ve güçlü hissetmesini sağlayacak araçlardan yoksun bulunmaktadır. Birey için gerçekten canlı gerçekten anlamlı bir siyasi hayatın yerini ‘’tepeden’’ yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Halkın kitle durumuna geldiği toplumlarda halka değil, kitlelere belirli günlerde ve belirli koşullar altında başvurulmakta; iktidar sahibi denen bir azınlık (yetkisini halktan almış yetkili yöneticiler görünümü kazanmak için) halktan yararlanmakta, kitle toplumunda halk ancak bu belirli halk oylaması benzeri işler sırasında ‘’iktidarın sahibi’’ olarak ortaya çıkartılmaktadır. Oysa bugünün toplumunda siyasal düzenin gitgide daha geniş bir alanı kapsamasına, gitgide daha çok merkezileştirilmesine ve modern toplumda siyasal kurumlardan çok idari kurumların önem kazanmasına yol açan belirli kuvvetlerin etkisiyle kamuların da önemi azalmaya başlamıştır.  
Belirsizlik ve güvensizlik Toplumu!
Çağdaş sorunların en sinsi ve acı verici olanı belirsizlik ve güvensizliktir. Kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanlar kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür değildirler. Bu insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edecek cüretten ve zamandan yoksundurlar. Kimseyle paylaşamayacakları işlerle o kadar meşguldürler ki bırakın ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayırmayı, bunlar hakkında düşünmezler bile. Uygarlığımızın derdi kendini sorgulamadan bırakmış olmasıdır.
Şeffaflık piyasa işlemcilerinin hiçbir şeyin dışında tutulmadığı bir dünya anlamına geliyor. Esneklik ise hisse sahiplerinin gelecekte elde edecekleri kârlarla ilgili kaygıları dışında hiçbir şeyin piyasa aktörlerinin özgürlüğünü sınırlandıramayacak olması anlamına geliyor. Esnekliğin en derin etkisi ondan etkilenenleri istikrarsız kılmak ve bu şekilde tutmaktır. Uluslararası mücadele dünyasında şirketlerin verdiği görevlerin itaatkâr bir biçimde yerine getirilmesinin kökenleri bu boğucu ve felç edici belirsizlikten kaynaklanan korku stres ve endişedir.
Son silah olarak da hiyerarşinin her düzeyinde karşılaşılabilen işten çıkarılabilme, geçim imkânını kaybetme, sosyal haklarını toplum içindeki yerini, insanlık onurunu kaybetmesi gibi sürekli bir tehdit söz konusudur. Bugün sürekli genişleyen bireysel özgürlük alanında ortadan kalkan şey güvenliktir. Geçim güvensizliği onu daha fazla güvensiz bir hale getirerek yaşam politikasının yüreğine sert bir darbe indiriyor. Günümüzde yapısal değişiklik politikaları işten atılmayı kolaylaştırmanın, emekli aylıkları ve diğer devlet yardımları için yapılan kamu harcamalarının azaltılmasının ve işverenlerin ödediği yüksek vergilerin ve sosyal sorumlulukların düşürülmesinin kod adıdır.
Neyse ki kaçınılmaz bir kader değil bu. Böyle bir tehlikenin farkında olmak, ondan kaçınmamızı da sağlayacaktır. Bir an durup mutluluk arayışının neden umduğumuz sonuçları getirmeyi başaramadığını, güvensizliğin verdiği buruk tadın neden duyacağımız saadetin tadını kaçırdığını düşündüğümüzde kamusal olarak iyi, iyi toplum, eşitlik adalet vs. gibi fikirleri sürüldükleri yerden geri çağırmadıkça hiçbir yere varamayacağımızı anlarız. Üstelik bunlar ancak başkalarıyla birlikte üzerine titrenip işlendikçe bir anlam kazanacak fikirlerdir. Günümüzde yaşanan güçlükler ve ıstıraplar parçalı ve dağınık olduğu gibi meydana getirdikleri muhalefette öyledir. Bunun için siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin de ‘’bireysel özgürlük merheminden güvensizlik sineğini’’ çıkartamayız.
 ‘Artık Toplum tarafından kurtarılma yok!’’ mu?   
Bir zamanların yoğun ve sayısız emniyet alanlarından geriye her ne kaldıysa insanlara artık sağlam ve güvenilir gelmiyor. Bugün özelleştirme yalnızca bir şeylerin özel kişilere aktarılmasıyla değil, aynı zamanda kamu hazinesinin kapatılıp özel kişilerin kaderlerini kolaylaştırma yükümlülüğünün feshedilmesiyle ilgili bir şeydir. Bir zamanlar Margaret Thatcher’ın ‘’Toplum diye bir şey yoktur.’’ Sözünü ‘’Artık toplum tarafından kurtarılma yok’’ olarak anlayabiliriz.
‘’Artık toplum tarafından kurtarılmak yok!’’ emrini kafalara sokmak, sağduyulu bir bilgelik ilkesine, çağdaş hayatın yüzeyinde kolayca ayırt edilecek bir fenomene dönüştürmek her şeyi biraz daha dibe iter. Burada kolektif kamusal araçlar inkâr edilir ve birey tek başına yerine getirmek için ihtiyaç duyulan kaynaklardan çoğu insanın yoksun olduğu bir görevle mücadeleye terk edilir. Artan siyasal duyumsuzluk ve kamusal alanın özel hayatın mahremiyetleri tarafından sömürgeleştirilmesi sonucu Richard Sennett’in ‘’Kamusal insanın çöküşü’’ diye tabir ettiği şey oluşur.  
Fakat toplumu tahayyül etmek modern dönem boyunca insan türünün gücünün her şeye yettiğine duyulan güvenin asli zemini olmuştu. Bireyi kendi başına cevaplayamayacağı kafa karıştırıcı sorular sormaktan azat edecek kadar güçlü, öz güvenli ve becerikli bir toplumdu bu. Bugün doğru dürüst bir şey talep etmediği ya da sunmadığı için dişe gelir özünün ve kas sağlamlığının büyük bir kısmını belki de hepsini yitirmiş olan toplum tarafından böyle bir güvenin ayakta tutulması güçtür. Bugünlerde azınlığın çoğunluğu gözetmesi, seyretmesi değil, çoğunluğun azınlığı gözetmesi, seyretmesi söz konusudur. Çoğunluğun seyretmekten başka seçeneği kalmamıştır.
Kamusal erdemleri öğretecek kaynaklar ortada olmayınca hayat çabaları için gereken güdüleri yalnızca özel cesaretin ve bu cesaretin getirdiği ödüllerin görünür örneklerinde arayabilmektedirler. Özel hayatı kamunun bakışından gizlemek artık ‘’kamunun’’ çıkarına değildir. Dolayısıyla artık kamusal erdemler hakkında eğitim vermiyorlar. Verebilecekleri son hizmet başkaları hayran olabilsin, ama aynı zamanda taklit etmeyi isteyip umabilsin diye kendi hayatlarını seyre çıkarmaktır. Bu kamusal olanın özel olan tarafından yok edilişini, istila edilmesini ve parça, parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini yansıtır.
Bu başlangıçta vaat edilen türden bir özgürlük müdür gerçekten? Geldiği ilan edilen özgürlük Isaiah Berlin tarafından ‘’negatif özgürlük’’ gibi felsefi bir isimle anılan yönüdür. Halk dilinde ‘seçme özgürlüğü’, bunun popülist çeşitlemesinde ise ‘Ne kadar az devlet, o kadar çok para’ diye telaffuz edilen veçhesidir. Görünürde insani seçimlere yapılan siyasi yasama müdahalelerinin geri alınması bu özgürlük alanının genişlemesine açılan bir kapı değildir. Devletin geri çekilişi ya da kendi kendini sınırlayışının en göze çarpan sonucu seçim yapan insanların özünde siyasi olmayan güçlerin, öncelikle mali piyasalar ve meta piyasalarıyla bağlantılı olanların hem zorlayıcı, gündem belirleyici hem de telkin edici etkisine daha fazla maruz kalmaları olmuştur.
Bu şekilde bir bireyselleşmenin öteki yanı yurttaşlığın aşınması ve yavaşça parçalanmasıdır. Onları kamusal sahneye çıkmaya zorlayan şey, ortak davaların, ortak çıkarların ve ortak yaşama ilkelerini tartışmak olmuyor. Daha ziyade Richard Sennett’in belirttiği gibi ‘mahremiyetleri paylaşmak’ tercih edilen ‘’topluluk inşasının’’ tek yöntemi olma eğilimi gösteriyor. Ancak bu inşa tekniği ancak bir hedeften diğerine istikrarsız biçimde kayan ve sonsuz ve sonuçsuz bir güvenli liman arayışına sürüklenen kısa ömürlü toplulukları üretebilir.
Bireysel özgürlük ancak kolektif çalışmanın ürünü olabilir. Ancak bugün bireysel özgürlüğü garantiye alacak araçların özelleştirilmesine doğru ilerliyoruz. Bu şekilde uygulanan tedavinin de kitlesel yoksulluk, toplumsal gereksizlik duygusu ve korku üretmesi kaçınılmaz oluyor. Bugün kamusal alan idarecilerinin önerdikleri tek topluluk; korku, şüphe ve nefretle kurulacak bir topluluktur. Bir zamanlar topluluk inşa etmenin ana malzemeleri olan dostluk ve dayanışma bu amaca hizmet edemeyecek kadar dayanıksızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Dayanışma bütün toplumlarda bir kesinlik, bu yüzden de bir güven öz güven ve cesaret sığınağı olarak hizmet vermiştir. İşte neo-liberal teori ve pratiğin asıl kurbanı bu dayanışma olmuştur. Şimdilerde Neo-liberal dönüşümün sınırlarına gelip dayandığını gösteren yeni ve ciddi bir kriz yaşanıyor. Kapitalizmin hiçbir yeri dışta bırakmayan yönünden dolayı kriz kendini her alanda, her düzeyde duyuruyor. Ekonomik alanın ötesine siyasi, kültürel, çevreyle ilgili alanlara uzanıyor. Devletlerin ve mevcut burjuva demokrasilerinin krizi, hepsi uluslararası düzeyde kapitalizmin çürümesinden kaynaklanıyor.
Yaşanmakta olan bu derin bunalım, tarihin sona ermediğini şimdiden kanıtlamış bulunuyor. Kesin olan bir şey var. Krizin varlığı sistemi değiştirmek, dönüştürmek için bilinçli müdahalelere elverişli, olabildiğince açık hassas bir durumun varlığına işaret ediyor. Daha açık bir ifadeyle işçi sınıfının, ezilenlerin iradelerini kabul ettirmeleri için elverişli koşulların varlığını gösteriyor.
Zamana hükmedecek kadar yükselen insan yaşadığı zamanın kölesi olur mu?
İnsanlar, bastırılmaz ve yorgunluk tanımayan bir çabadan sonra zamana hükmedecek kadar yükselince bile yaşadıkları zamanın kölesi olmaya mahkûm mudurlar? Yüz yıl önce Marks insanların gerçekten insani koşullar altında yaşamaya başlayıncaya kadar gerçekten insani ölçülere göre davranamayacaklarını vurguluyordu. Ancak varoluşlarının maddi koşulları kökünden dönüştürüldükten sonra bütün vakitleri özgürce seçilmiş uğraşlara ayrılabilince insanlar ayrılıkçılık ve çatışma yaratan çelişkili ilişkileri kaldırabileceklerdir.
Eğer bugün insanlar paranın ya da devletin baskısına maruz kalıyorlarsa bunun nedeni mülkiyet biçimi ne olursa olsun kapitalist üretim sisteminin bugünkü gelişme aşamasında emperyalizm çağında insanın bütün fiziksel ve kültürel gereksinmelerini karşılayacak durumda olmamasıdır. İnsanların maruz kaldığı yabancılaşmayı üreten ve sürdüren denetlenemeyen doğal ve toplumsal güçlerin bilinçsiz işleyişidir. Bu toplumsal baskı biçimlerini yıkmak için toplumsal üretim güçlerini yükseltmek gereklidir. Bunun için de bu güçleri bağlayan gerici toplumsal etkenlerin yok edilmesi gerekir.
Kapitalist toplumun hâkim sınıf ve tabakaları boş vakitlerinin tadını çıkarma ayrıcalığını daima elinde tutmuş, insanı fiziki olarak tüketen iş yükünden ve mekanik çalışmadan kurtulmuş olduğu için ekonomi ve toplumun yönetimine kendini verebilmiş ve bilgilerini devamlı arttırabilmiştir. Boş vakitlerin artması toplumun gittikçe artan kısmı tarafından bu aynı fonksiyonların ele alınmasını ve yerine getirilmesini sağlayacaktır. Emekten kurtuluşla emeğin kurtuluşu aynı şeydir. Ücretli emeğin burjuva düzeninde bizi aptallaştırması ve tek yönlü yapmasının alternatifi emeğin hayali olarak ve idealist biçimde yok edilmesi değil fakat toplumsal olarak ortaya konulmuş kendini üretmeyi ve gerçekleştirmeyi sağlayacak biçimlerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi mücadelesidir.
Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Hiçbir güç milyonlarca emekçiyi kendi kararlarına saygı gösterilmesini istemekten alıkoyamaz. Onlar kendi fabrikalarına sahip olmalı ve kolektif bir şekilde işletmelidir. Hiçbir ekonomik kanun onların kendileri için mal ve hizmet üretmeleri için gerekli emek zamanı paylaşmalarını, haftada 48 saat çalıştıkları halde yaşam standartları daha çok düşen kadın, erkek emekçilerin bu durumlarına son vermelerini engelleyemez.
Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir?
Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Sağcı, Neo liberal, muhafazakâr, İslamcı vb. cephenin topluca sürdürdüğü ‘’hayali ve imkânsız bir şey istediğinizin farkında değil misiniz? ’saldırısı karşısında çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç tereddütsüz evet imkânsız olanı, bu kahrolası dünya düzenini tümden değiştirmek istiyoruz, temel mesele budur diyerek ileri atılmalıyız.
Sahte vaizlerin öne sürdükleri gibi insanların ebedi ve aşılması olanaksız kusurları yoktur. İnsanlığı sakatlayan ve çarpıtan yabancılaşmaların anlaşılabilir tarihsel kökleri ve maddi nedenleri vardır. Yabancılaşmaların odak noktası toplumsal gelişme sürecinde toplumla doğa arasındaki savaştan, toplumsal yapının kendi içindeki sınıfsal çatışmalara kaymıştır. Bu sınıfsal çatışmalar bitimsiz olmadığı gibi insan doğasında var olduğu iddia edilen kötülüklerden de çıkmaz. Bunlar açıklanmış ve açıklanabilir toplumsal koşulların ürünüdür. Şimdi teknoloji ve bilimin zaferiyle insanın doğaya üstünlüğü kazanıldıktan sonra atılacak adım toplumun kâr güçleri üzerinde toplu denetimini elde etmektir. Marksizm’e göre günümüzde bu zorunlu görevi başaracak kadar güçlü ve stratejik bakımdan uygun konumda olan bir tek bilinçli etken vardır. Bu sanayi işçi sınıfında cisimleşmiş yabancılaşmış emektir.
Uluslararası kapitalist sistemin eğilimlerinin sonucu olduğu açık olan meseleler bu ekonomik güçlerin ulaştığı kurumsallaşma ve uluslararası eylem düzeyine ulaşma ile çözülebilir. İnsanların kurtuluşunun maddi araçları, siyasi ve iktisadi gücü işçilerin elinde toplayarak dünya sosyalist devrimiyle yaratılabilir ancak. Bu tür bir uluslararası örgütlülük egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak sosyalist bir cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur. Uluslararası kapitalizmin denetimsiz, bölücü ve kutuplaştırıcı güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir.
Ama bu hedefe varmak için uygun bir sınıf bilinci düzeyi ve devrimci önderlik zorunludur. Sınıfın güçlü doğrudan eylem biçiminde ortaya çıkan atılımları, aynı zamanda devrimcilerin zamanında etkili ve yeterince geniş ölçekte müdahaleleri koşuluyla devrimci önderlik meselesini çözebilecek koşulları yaratarak devrimi olanaklı kılacaktır. Uluslararası ölçekte sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar artıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için düzenlenme sürecini tamamlayacak ve böylece geçmişte insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini mümkün kılan koşullar kaldırılacaktır. Toplumun üretici güçlerindeki büyüme kol, kafa işçileri arasındaki gelişmiş az gelişmiş uluslar arasında ki geleneksel zıtlaşmaların kaldırılmasının yollarını hazırlayacaktır.

Hiç yorum yok: