19 Nisan 2015 Pazar

OLAĞANÜSTÜ HAL REJİMİNE DOĞRU!

                 Ahmet Doğançayır
Görünen o ki Türkiye sınırları dışında olacak her savaşın artık bir ‘’iç savaş’’ olarak yaşanacağı, siyasetin ‘dost-düşman’ karşıtlığı etrafında katılaşarak ‘’ötekiyle’’ her tür karşılaşmayı siyasal varoluşa yönelik bir tehdit haline getireceği ve dolayısıyla da olağanüstü halin şiddetle donanmış egemenini göreve çağıracağı bir sürece doğru pupa yelken gidiyoruz.


Bu süreç siyaseti savaşa indirger ve her tür siyasal faaliyeti ‘’iç düşmanla’’ yürütülen savaşın birer uzantısı haline getirirken, siyasetçileri, yurttaşları, basını, yargıyı ve üniversiteleri hem devlet kurumları arasında, hem de devletle toplum arasında daha önce olmadık tarzda bir birliği hayata geçirmeye çağırır. Tam da bu nedenle her tür siyasal faaliyetin, fikir beyanının ve siyasal çatışmanın meşruiyetinin bu dost/düşman ayrımı etrafında kurulmasını bütün siyasal aktörlere dayatır.
Her tür siyasal fikir ve yaşanan krize yönelik çözüm önerileri öncelikle ‘vatan hainliğinin’, dava düşmanlığının, dış mihrakların uzantısı olmanın ince terazisinde tartılarak dolaşıma sokulur ya da gayri meşru ilan edilerek siyasal alandan derhal men edilir. Söz konusu dost/düşman ayrımı sadece siyasal kurumlar düzeyinde değil, kanaatler, arzular ve duygular düzeyinde de üretilerek yürürlüğe konulur. Onun ‘’kanaat teknisyenleri’’ ve örgütleyicileri tutku, kanaat ve arzuları ‘’düşmana’’ yönelik kaygı ve hıncı tetikleyecek tarzda oluştururken, süratle gündeme soktukları komplo teorilerinden hareketle siyasal varoluşun büyük bir tehdit altında olduğu algısını uyandıracak imgeleri, kanaatleri ve duyguları üretme işine koyulurlar.
Bu durum sadece siyasetin sonlanmasını ifade etmez. ‘’Hukuk devletindeki’’ yeri her zaman belirsiz olan olağanüstü hali ve savaşı istisnai bir durum olmaktan çıkararak güvenlik söylemini her alana genişletir ve eşitliğe ve özgürlüğe yönelik her türlü eylemi ve istemi güvenlik söyleminde boğan bir anti-siyaset pratiğini hayatın her alanında faaliyete geçirir. Türkiye siyasetinde bugün böyle bir durumun çokta uzağında olmadığımız görülüyor.
Aldığı destekle AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’ üzerine kurulu anlayışın yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. AKP hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaştırma her düzeyde kendini hissettiriyor. Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor.
İşte son birkaç yıldır süren bu yeni süreçte AKP’nin bu çerçevede yaptıkları toplumun değişik kesimlerinde bir huzursuzluk biriktirmekteydi. Her ne kadar bu kesimler AKP’nin kendi tabanı dışındaki kesimler idiyse de bunların siyasi olarak AKP’yi endişelendirecek düzeyde bir etkinliği ve örgütlülüğü bulunmuyordu. Buna Tayyip Erdoğan’ın şahsında olgunlaşan Tek adam yönetiminin özellikleri ve imkân verdiği müdahale olanakları eklendi. Bu müdahalecilik kafasındaki toplum modelini halka kabul ettirmeyi ilahi bir görev olarak gören bir tek adam otoritesiyle pekişmiş bir müdahalecilikti, ‘’Topluma hizmet götürme’’ görüntüsü altında aslında yeni bir düzen ve görünüş verme hırsının açığa çıkmasıydı. Bu hırs Tayyip Erdoğan’ı kendi çizdiği sınırlar ve biçim aşılmadığı takdirde tahammül eden, ama sınır aşıldığında şiddete başvuran bir otoriteye dönüştürdü.
Türkiye toplumunda Tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan ve yakın korumaları kullandı. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı direnişinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor. 
OHAL Rejimine geri dönüş mü?   
AKP’nin siyasal hedefleri doğrultusunda siyasal alanı yapılandırma tarzının Kürt sorununun olası çözüm biçimi ve işler iyi gitmediği zaman da bu sorunun partinin siyasal hedefleri doğrultusunda yönetim açısından önemli sonuçları var. AKP’nin giderek daha çok kendini biz ve öteki üzerinden temellendiren hegemonya projesi siyaseti siyaseti hiç olmadığı kadar kutuplaştırdı. Parti 17 Aralık süreci ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında seçmen tabanını ve davasını kriz anına odaklanmış bir gruplaşma içinde tahkim edebileceğini ve büyük kitleleri manipüle ederek hareketlendirme kabiliyetine sahip olduğunu gösterdi. Bu duygulanım tarzının temel motifleri eskinin elitlerine yönelik bitmek bilmez bir tür hınçtan, iktidarın her türlü nimetinden faydalanırken her nasılsa hep ‘’kaybeden’’ şahane mağdurluktan rakip ilan ettiklerine karşı seçim galibiyetleriyle yükselen güç ve zenginliği ele geçirmekten kaynaklı bir tür coşkudan oluşuyor. 
AKP/Erdoğan kabul edilebilir sayılan bu milletin giyim kuşamından, oturuş kalkışından, kadın erkek ilişkilerinden, içtiğinden, sokaktaki davranışından farklı olan hiçbir şeyi içine sindiremeyen, bunlarla aynı toplumu paylaşmayı bile yapılan bir tür saldırı olarak algılayan bir zihniyeti dile getiriyor ve körüklüyor. Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor.
Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Suni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine giren Milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir sorun görmüyor. Mevcut Cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu olağanüstü hal rejiminin vurucu gücü ordu değil ‘’destanlar yazan’’ polis gücü olacağı anlaşılıyor.
Bu siyasal anlayış ‘’temsili demokrasinin’’ alanını daha da daraltarak otoriterleşme eğilimini güçlendirmenin yanında Kürt sorununun çözümünde geçmiş güvenlikçi refleksleri kolayca yeniden üretebileceğinin ve daha da kötüsü gerektiğinde iktidarını muhafaza etmek adına siyaseti bütünüyle boğabilecek bir dost/düşman kamplaşmasının önünü açabilecek türde hamleler yapabileceğinin de ön işaretlerini verdi. Eğer bu hamleler yerini bulur ve işler bütünüyle kontrolden çıkarsa ki bu yakın gelecekte çok olası görülüyor. Bu durumda sadece bölgeyle sınırlı bir olağanüstü hal rejimine değil, devlet-toplum ilişkilerini köklü bir dönüşüme tabi tutacak olağanüstü bir devlet biçimine doğru yol alacağımız da muhakkak. 
Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor. AKP'nin yeni anayasa arayışında ifadesini bulan hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme gücünün tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteğinin açığa çıkmasıdır. Başkanlık-yarı başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa çalışmalarıyla beraber anılması tesadüf değildir. Kürt sorunu odaklı olarak yeniden yükseltilmeye çalışılan güvenlik söylemi bizi devlete ve onu destekleyen kurumsal şiddete sorgusuz sualsiz teslim olmaya davet ediyor. Bu tür bir güvenlik vizyonunun temelinde olağanüstü hali genelleştirerek şiddet sarmalını her alanda yeniden tetikleme ihtimali var.
Otoriter rejim oluşturulması önünde olası engeller.
Ama yine de bütün devlet aygıtlarına artık bütünüyle hâkim olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan’ın güçlendirilmiş otoriter rejim ya da yeni bir ‘’Milli Şef’’ yönetimini oluşturması için önünde engeller var. Birincisi böyle bir stratejinin yaratacağı büyük gerilim ve çalkantılardan esas özlemleri ekonomik ve siyasi istikrar olan AKP seçmenlerinin ürkmesi ve Erdoğan’ı umduğundan daha küçük bir Milletle baş başa bırakmasıdır. İkinci engel ise AKP ve Erdoğan’ın iktidarı döneminde büyük şansı olarak görülen otoriter-Muhafazakâr ittifak karşısında etkili bir muhalefetin olmamasıydı. Ama şimdi, ülkede bir hava değişimi yaşanmakta, en azından geniş bir kesim açısından korku duvarları kırılmaktadır. Ayrıca genel demokratik dinamik bir özgürlük havası yaratmakta, hükümet ve polis geriletilmekte, meşruiyet kaybına uğramaktadır. Bunlar olumlu gelişmelerdir. Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken küme düşen AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Sermayenin Bonapartist özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açmıştır. 
Bütün bunların yarattığı öfke ile Tek Adamın daha fazla Ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor. Ama bu aşırı saldırganlık ve sürekli konuşma hali, ne yaparsa yapsın artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor. 
Erdoğan/ AKP pek çok adım atabilir. Ama küresel NEO-Liberal projenin sadık bir unsuru olarak bu ekonomik sistemin dışladığı yoksulları ve emekçileri kapsayabilecek bir politika üretmesi temel ideolojik tercihleri, sınıfsal ittifakları ve uluslararası bağlantıları nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle ne ortada ‘’gölgelerin ‘’ dolaşması ne de yeni muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Belirtmek gerekiyor ki otoriter güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etmenin çok önemli zaafları ve eksikleri var. Öncelikle bu tür yaklaşım siyaseti rasyonel olana aşırı indirgediği için demokratikleşme doğrultusunda farklı siyasal özneleşme ihtimallerini, yeni aktörlerin ortaya çıkış dinamiklerini ve mevcut aktörler arasındaki yeni ortaklıkların kuruluş olanağını göz ardı ediyor. Eğer mevcut dar siyasal alanı genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin olası sınırlılıklarını görmek zorundayız. Bugün Kürtlerin ve Arap halklarının ve işçilerinin sokak eylemleri solun bir zamanlar sahip olduğu lakin unutmasına ramak kaldığı toplumsal muhalefet reflekslerini hatırlatmasıyla da ayrıca bir önem teşkil etmektedir. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü.
Nihayet otoriter devletçiliğin bizzat kendisi bir ölçüde yeni halkçı mücadele biçimleri doğurmaktadır. Tabandan doğrudan bir demokrasi uygulamasını hedefleyen mücadelelerin yüzeye çıktığı görülmektedir. Bu mücadeleler tipik bir karşı devletçiliğin damgasını taşımakta ve öz yönetimsel odakların ve kitlelerin kendilerini ilgilendiren kararlara doğrudan müdahale kanallarının yayılmasıyla dile gelmektedir. Bu gelişmeler devlete ‘’mesafeli’’ de dursa devletin içinde çok büyük dağılma etkileri yaratmaktadır. Hem daha geleneksel, hem de özellikle yeni mücadelelerin damgasını taşıyan bir görüngüdür bu. Kadın hareketleri, çevreci hareketler, yaşam kalitesi için verilen mücadeleler. Otoriter devletçilik kitleleri disipline edici ağları içinde toparlamayı, hatta yetkili devreleri içinde bu kitleleri gerçekten ‘’bütünleştirmeyi’’ başaramadığı gibi, tabandan doğrudan demokrasinin genelleştirilmiş hak talebini, gerçek bir demokratik gereklilikler patlamasını kışkırtmaktadır.
Alternatif nedir?
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzendeki çeşitleri insanlığa aykırıdır. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmek’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır. 
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. 
Emperyalizmin bugün ulaştığı aşamada kapitalist krizlerin daha da hızlandırdığı bir dizi yapısal değişim yaşanmış ve bu değişimlerin ve bu değişimlerin her kapitalist devlette kayda değer etkileri olmuştur. Bunlardan en önemlisi otoriter yönün kurumsallaştırılmasıdır. Bu durum sadece yürütme organının parlamentoya nazaran daha güçlendirilmesini içermekle kalmayıp, söz konusu gelişmenin getirdiği değişimlerin sonucu olarak siyasi demokrasinin belli bir türünün artık tarihe karıştığının belirtisidir.
Kapitalizmin bugünkü krizi gerçek bir yapısal krizdir, artık dikiş tutmamakta dünya çapındaki ekonomik kriz ciddi siyasi krizleri beraberinde getirmektedir. Bu çeşit krizlerin hepsinde olduğu gibi baskıcı, Bonapartist-askeri diktatörlük türü rejimlerin muhtemel doğuşlarının gündeme gelmesi ve bununla sonuçlanan bir sürecin başlaması tehlikesi vardır. Bu çerçevede bu tür rejimlerden kaçınmak için böyle bir durumun ortaya çıkmasını beklememek gerekir. Ortaya çıkan ve çıkacak siyasi krizler sosyalizme geçiş ve gerçek ulusal bağımsızlık süreci için fırsat sağlayabilir. Elbette bunun bir şartı işçi sınıfının ve örgütlerinin edilgen bir konum içinde ‘’büyük hesaplaşma gününü’’ beklemek yerine böyle bir durumu yaratmak için sürekli çalışmalarıdır. Türkiye burjuvazisinin parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak işçi sınıfının ve ezilen sınıfların gücü, burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. 
Devlet bugün sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır. 
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin İnsanların kendilerini kulluktan yani yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerçekleşemez. Ayrıca böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir. Bu gücü oluşturmanın yolu burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlerini yaratmaktan ve birliğinden geçer.
Kitlelerin siyasal alana çıkışları, sokağı içinde itiraz ve şikâyetlerin dile getirildiği bir alana dönüştürmeleriyle gerçekleşir. Siyasi faaliyette eylem, siyaset, özgürlük ve mekân birbirine bağımlıdır. Bu çerçevede sokak görünürlük kazanmanın mekânı olarak anlamlıdır. Sokağın faillerine görünürlük kazandırma özelliği ve onların siyasi eylemde bulunmaları özne olmaya karşılık gelir. Siyasallaşan özneler yer kapladıkları mekânlarda görünecek, eylemleri aracılığıyla var olduklarını kendi dışlarında ki dünyalara beyan edecek, kim olduklarını göstereceklerdir.
Kritik eşiğin aşıldığını düşündüğü andan itibaren AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir. Yine, yeniden İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemliğine alabildiğine polis terörüyle saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmasında daha dizginsiz bir yola girilecek, yine kentlere kendi ideolojik damgasını basma yolunda fren mekanizmaları devreden çıkarılacak ve genel olarak da tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Buna çözüm bulmak için sadece mevcut siyasi aktörleri sayıp toplayan aritmetik aklın işleyişine bir son verilmelidir. Yaratıcı tahayyüller ve özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni siyasal özneleşme süreçlerini harekete geçiren gezi benzeri olaylara daha çok ihtiyacımız var. Bu tür olaylar belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmamış olsa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan yanıtları bu kitleselleşen hareketlerde bulacağız. 
Artık bundan sonra Kürt halkının hesaba katılmadığı hiçbir seçim, hiçbir toplumsal değişiklik talebi, hiçbir diplomatik hamlenin başarılı olamayacağı görülüyor. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk emekçilerinin taleplerini kapsayacak şekilde ifadesini bulması Kürt siyasetini Kürtlerin yaşadığı kentlerin dışına çıkartıp Türkiye hareketine dönüşmesinin yolunu açacaktır. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk halkının ortak talebi haline gelmesi de AKP karşısında ezilen, sömürülen sınıfların mücadelesinde azımsanmayacak bir aşamayı ifade edecektir.

Hiç yorum yok: