19 Nisan 2015 Pazar

MAHALLE BASKISI MI? , DEVLET BASKISI MI?


Ahmet Doğançayır                                      
6 Mart 2015
Mahalle, çocukluğumuzun içinde kötülük olmayan, şimdi yalnızca özlemli dizilerde yaşayan ve allanıp pullanan bir efsanedir. Çünkü bu övgüler düzülen mahalle, aynı zamanda komşuda olup biteni öğrenmeye çalışan meraklılarıyla, apartmana girip çıkanları gözetleyenleriyle her farklılığı varlığına tehdit sayan ve kurtuluşu onları dışlamakta gören bir duvardı.


para militer
Bizi içinde sıkıştırıp hareketsiz bırakan, elimizi kolumuzu bağlayan, ömür boyu hareket alanımızı sınırlayan bir alandı. Şimdi kentsel dönüşüm bu mahalleyi de ortadan kaldırıyor. Giderek artan rant hırsının sonucu ortaya çıkan izole edilmiş siteler ne mahalle kahvesi ne de komşuluk ilişkisi bırakıyor. Altüst edilen kentlerin getireceği toplumsal çelişkilerin, sosyal ilişkilerde yaşanan depremlerin orta yerindeyiz. Kent değişiyor, eski mahalle elden gitti ama baskısı devam ediyor.
İzlenen ve devam edecek olan politikalarla muhafazakar ve geleneksel değerleri üzerinden oy deposu haline getirilen mahalle sakinlerinin yaşam alanları aynı parti tarafından saldırıya uğruyor. Çünkü muhafazakarlık, milliyetçilik, İslamcılık vb. nedenlerle destekledikleri partiler ve başta AKP onlardan çok farklı bir mahalle düşüncesine sahip. Bunun görülmesi lazım. Bugün bütün burjuva partilerin hem fikir oldukları Neo-liberal politikanın Kent ekonomisi diye bütünüyle kentsel gelirlerin artışına odaklanması ve bu artışları egemen kapitalist sınıfların mevcut avantajlı konumlarına terk etmesi sadece bir bölüşüm politikası değil, bunun arkasındaki sınıfsal egemenlik ilişkilerindeki dengenin egemen sınıflar lehine mahallerde yeniden yaratılmaya çalışılmasıdır.
Mahalle baskısı mı? ,Devlet baskısı mı?
Erdoğan/AKP ‘Esnaf gerektiğinde polistir, askerdir, alperendir’ diyerek mahallede ‘’ahlak bekçiliğini’’ bakkala, manava yüklerken, partisinden bir milletvekili ‘Kadına şiddet meselesine mahalleli sahip çıksın’ buyurdu. Dağıtılan ‘’mahalle’’, ‘Ahlak bekçiliği’ yapması için göreve çağrılıyor. Peki, ahlak bekçiliğine çağrılan ‘’mahallenin’’ sicili ne kadar temiz. ‘’Töre’’ adına işlenen cinayetler ‘’mahallenin’’ göz yummaları ve teşvik eden davranışlarıyla işlenmeye devam ediyor. Cinayetleri işleyenler yargılanma aşamasında ‘’Tahrik indiriminden’’ yararlanıyor, ceza evinde kahraman oluyor, çıkışta korunup kollanıyor. Devlet ‘’sahip çıkma’’ görevi verdiği katilin sırtını sıvazlıyor. Mahallenin adaleti denen şey, palalı namus bekçilerinin sivil İnisiyatifi oluyor.
Türkiye de bugün mahalle baskısından ziyade asıl mesele siyasal iktidarların geçmişte olduğu gibi bugünde kontrol ettikleri devlet aygıtları ve yerel iktidar organlarını toplumu dinsel ve milliyetçi olarak muhafazakarlaştırmak için bir baskı aracı olarak kullanmasıdır ki buna devlet baskısı demek daha doğrudur. ‘’Mahalle baskısı’’ kavramının hem bir Türkiye gerçeğini işaret etmesinden, hem de ağırlıklı olarak ‘’niyet okuma’’ ve  ‘’korku siyasetine’’ dayanan bir muhalefet anlayışını ifade etme kabiliyetinden kaynaklanan bir özelliği var. Bu kavramın gündelik dilde esprili bir şekilde kullanılacak kadar popülerleşmesinde bu özelliğin de bir katkısı olsa gerek.
‘’Mahalle baskısının’’ mevcut korku siyasetini beslemeyi amaçlamak gibi bir hedefi de olduğu görülüyor. Çünkü medya önderlerinin gerçeklikle ilişki kurma biçimi onu anlama dışında her türlü nedenle belirlendiği için mahalle baskısı denilirken dile getirilen mahalle baskısından başka kaygılar olmuştur. Mahalle baskısını dile getirenler onu bugüne kadar sorun haline getirmemişler ve bunun geçmişte kurumsallaşmasına katkıda bulunmuşlardı.
Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür. Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örneklerini ortaya çıktıklarında normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane sahip ve sakinleri ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya çalışan ‘’mahalle bekçileri’’ etrafında oluşmuştur.
Devlet’in ‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve bürokrasi ile iş görürdü. Türkiye’de bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya tepki var, sizi koruyamayabiliriz. ’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı.
‘’Mahallenin’’ aynı zamanda laik olduğu söylenir. Bu laik düzen içinde üstelik laikliğin kalelerinden olduğu iddia edilen üniversitelerde ramazan ayında oruç tutmayanlardan, uzun saçlı küpeli erkek öğrencilerden hoşlanmayan grupların varlığı biliniyor. Bu anlayış şimdiye kadar herhangi bir siyasal medya kampanyasının ve cemaatlerin hedefi olmamıştır. Daha önemlisi komünizme karşı mücadele emirleri yayınlayan Genelkurmay başkanından ve ‘gizli’ ülkücü kamplarını kapatmayarak ‘’bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.’’’ Diyen Başbakandan anlaşılıyor ki 1980 öncesinde sol hareketlerle mücadelesinde bu grupların temsil ettiği ‘’baskıcı siyaseti’ ’kendisine ‘’yardımcı’’ saymıştı. Benzer işbirliklerinin 1990lı yıllarda ‘’kabadayılara’’ yarı resmi, resmi statü kazandırarak devam ettiğine tanık olduk. Kamu sektöründe yarı ve gayrı resmi yardımcı kuvvetlerle iş görmenin yaygınlaştığına dair geçmişte belediyelerde ‘’A takımı’’ uygulaması gibi uygulamalar mahalle kültürünün nasıl kurumsallaştırılarak sürdürüldüğüne işaret etmektedir.
Bugün halkın önemli bir kısmının bilerek isteyerek ırkçı davranış ve fikirleri sahiplendiğini, linç hareketlerinin birkaç faşistin kışkırtmasıyla gerçekleşmediğini görmemiz gerekiyor. Kapitalizmin dinamiklerini bir yana koyan devletin rolünü, sınıf çelişkisini ikinci plana iten silikleştiren sloganlar milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır. Ortada aldatıldığı kandırıldığı şüphesini taşıyan insanlar değil iyi bir seçim yaptığını düşünen ve ya buna inanan insanlar vardır. Bu düşünce ve inanca dayanıldıklarını ciddiye alıp gereğince sarsmadıkça değiştirmenin imkanı yoktur. Faşist harekete yönelmiş kitlelere ilişkin olarak “aldatılıyorsunuz” “kullanılıyorsunuz” şeklinde yapılan ideolojik mücadelenin sözü edilebilir hiçbir etki yaratmaması aksine ters tepki yaratıp o insanların konumlarını daha da katılaştırması bundandır.
Linç kültürü ve ırkçılık devlet geleneğinde var olan bir uygulamadır!
Bugün geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir. Türkiye de genel olarak milliyetçi refleks olarak kabul gören tepkilerin şiddete dökülmesi, linçlere yol açması devlet geleneğinde var olan bir uygulamadır. ‘’Milletin haklı tepkisi’’ olarak yorumlanan böylesi tepkilere meşruluk tanınması, hoş görülmesini 6–7 Eylül olaylarında,1960–80 döneminde komünist olarak damgalanan her şeye uygulanan şiddetin korunup kollanmasında görürüz. Son yıllarda benzer şekilde çok sayıda linç girişiminin yerel ve merkezi devlet görevlileri tarafından ‘’vatandaşlarımız haklı tepkilerini göstermişlerdir.’’ sözleriyle yorumlanmasında da gördük. Uzun bir süredir bir devlet politikası olarak ‘’zararlı’’, ‘’tehlikeli’’ sayılan hareketlere, kişilere, guruplara karşı ‘milliyetçi refleksi’ seferber etmek düzenleyici bir tedbir olarak iş görüyor. Devletin şiddet tekelini bir süreliğine erteleyip sorunu gerekirse millete bırakacağını göstermesi açık bir tehdit olarak kullanılıyor. Bu hem sorun sayılan kişi ve guruplara karşı bir tehdit, hem de icabında diplomasi masasına sürülen bir koz olarak kullanılıyor. ‘’milletin tepkisini kontrol edemeyiz’’ gibi edilen sözler de bu tehdidi sadece dile getirmekle kalmıyor alttan alta onu teşvik ediyor. Daha önemlisi bu yöntemin karşılıklı onaya dayanarak üretilmesidir. Reflekse, hassasiyetlere seslenen kampanyalar öfke ve saldırganlığı serbest kalan toplulukların kitle hareketliliği içinde kimlik bulma ve bunu milliyetçilik ortamı içinde eritmelerine katkıda bulunuyor. Bayraklı protestolar toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Kınama ve protesto gösterileri, hukuki ve sosyal kontrolden bağımsız olduğunu düşünen insanları ‘’düşman’’ değil ‘’kendilerinden’’ olmasını sağlayan bir linç gurubuna dönüştürüyor. Bu şekilde kolaylıkla linç topluluğuna dönüşebilecek kalabalıklar kendine düşman ararlar. Zaten faşizmin ‘’kitleyle’’ buluşmasını sağlayan da budur. Düşman aramak!
Hemen bütün sosyalleşme yapılarının krizde olduğu, üstelik insanların büyük kısmının canının burnunda olduğu bir toplumda kalabalıkların kendilerini içinde güçlü hissedip milli kimlikle meşrulaştırdıkları reflekslerini dışa vurmaları birileri için gaz alma aracı olarak değerlendirilirken, kimileri için yeni imkanların araştırıldığı bir alışkanlık olacaktır. Bu çerçevede sıkça tartışılan mahalle baskısı denen olayın sadece İslam’dan kaynaklandığını düşünmek gerçek bir toplumsal baskı yaratan bu ortamdan kurtuluşu biraz daha ertelemek anlamına gelecektir. Soyut bir anti-emperyalizm sömürüsü ve ‘’memleket elden gidiyor’’ feryatları üzerinden oluşturulan milliyetçi toplamın MHP vb. faşist partilerin güçlenmesine önayak olacağını görmek gerekiyor. Çünkü onlar kantarın topuzunun bu şekilde kaçmasını günün pratik gerekliliği olarak görüyorlar. Geçmişteki saldırgan görüntüsünden çok farklı bir usluluk halinde yayılmaya çalışan ve bundan da sonuçlar alan faşist hareket ne düşüncesini değiştirmiş ne de kuzu postuna girmiştir.Solun bu noktada durumunu netleştirmesi gerekir. Solun derdi devletin/sistemin sorunları çözmesini beklemek ve devlet/sistemin akıl hocalığı geleneğine geri dönmek mi? Yoksa devleti/sistemi karşısına almak mı?
Hoşgörü, Diyalog çözüm yolu mu?
Yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.
 Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağıtımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ NEO- liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakar, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor.
Günümüzde mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.
Hoşgörü günümüzde hala temsil edilmekte, uygulanmaktadır. Ancak aynı anda ekonomik ve politik süreç egemen sınıfsal çıkarlarla bağdaşmış çok yanlı ve etkin bir yönetime bağımlı kılınmıştır. Mevcut sosyal yapıda muhalif hareketlere karşı zayıflatma, tutucu ve gerici güçlere karşı ise güçlendirme eğilimi görülmektedir. Dolayısıyla hoşgörünün eşitliği soyut ve sahte bir hale gelmektedir. Karşı çıkan güçlerin toplumda fiilen yıkılışları ile muhalefet küçük ve sık, sık birbirleriyle çatışan guruplar halinde parçalanmaktadır.
Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.
Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık gibi kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek sınıfsal hatyeterince oluşturulur ve mevcut kapitalist sosyoekonomik toplumsal sistem yok edilirseancak o zaman dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını, ‘’mahalle baskılarını’’ ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur.Burada küçük bir grubun değil, çoğunluğun eylemlerinden ve uygulayacağı siyasal şiddetten bahsediyoruz. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir.
İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda devrimci muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun devrimci yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir.
Yaşadığımız günler iç savaşın bütün öğelerini içinde barındıran ‘’düşük yoğunluklu’’ bir iç savaş koşullarında olduğumuzu gösteriyor. Bu aşamada ilk elde yapılması gereken bir savunma çizgisi geliştirmek olmalıdır. Bu savunmanın örgütlenmeleri ise mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda savunma komiteleri olmalıdır. Bunun gerçekleşmediği koşullarda otoriter baskıcı devlet politikalarının zaferi kaçınılmaz olacaktır. Bunun sorumluluğu ise esas olarak bu mücadeleye girişmeyen veya bundan kaçınan önderliklerin sırtında olacaktır.

Hiç yorum yok: