19 Şubat 2015 Perşembe

HANGİ ŞİDDET, NE İÇİN HOŞGÖRÜ


Ahmet Doğançayır
Ülke gündemi bizzat R. T. Erdoğan tarafından her gün biraz daha geriliyor, toplum bilinçli bir şekilde bir birbirine düşman edilmeye, kutuplaşmaya ve çatışma ortamına çekilmeye, hatta iç savaşa doğru sürüklenmeye çalışılıyor. Erdoğan kitlesel şiddet dalgalarının en büyüğünü sokaklara çağırıyor.
şiddet
Her gün nefret ayinleri düzenleyen Erdoğan, siyasi yok oluşunu geciktirmek için Türkiye’yi kasıp kavurmayı göze almış, seçimler yaklaştıkça daha tehlikeli bir zemine çekiyor. Emrindeki polisin kendini protesto edenleri öldürmesini, kör etmesini bir bakıma keyifle izliyor, Gezi’ de kendisine karşı çıktığını düşündüğü gençlerin en sert yöntemlerle bastırılmasını istemesi, gençleri öldürüp kör eden polisleri kahraman ilan etmesi bu yüzden.

Kurduğu sistemin devamının sağlanmasının, seçkinlerin birbirine sıkıca kaynaşmasına, muhalefeti güç kullanarak sıkıca ezmesine bağlı olduğunu görüyor. Diktatörlüklerin çöküşünü başlatan ve hızlandıran sürecin, bu elit tabakanın parçalanması ve toplumsal isyanları böyle bir dönemde ortam hazırlayıcı ve kolaylaştırıcı bir rolü olduğunu görüyor. Bunun için sokakla ilgili her şeyi terör ilan ediyor. Sadece kendi denetimindeki kitlenin sokakta olmasını, gerekirse kendisi için ölmesini istiyor. Çünkü kendi kontrolünde olmayan kitlenin yıkımı olduğunu biliyor.

Sokak ve alanlar ‘’terör’’ ve başıboşluğun, taşkınlık ve akıl dışı şiddetin mekânları olarak yeniden tanımlanıyor. Haklar ve özgürlükler ‘’terör’’ söyleminin toz dumanı arasında unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye de ‘’terör’’ kavramı toplumsal muhalefeti ama daha çok ‘ifade etme özgürlüğünü’ yok etmenin en etkili aracı olmuştur. Tahakkümün devamlılığında ‘’terör’’ kavramının merkezi bir işlevi var. Öyle ki mevcut hukuk sistemi bu söyleme yaslanıp kendisini askıya çıkarabiliyor. Kavram makbul olmayan muhalefetin susturulması, bastırılması, yıldırılması rolünü görüyor. Oysa sokak, emekçi sınıfların ve ezilenlerin politik olanla doğrudan ilişkiye geçtiği yegâne kanallardandır. Ne var ki kamusal alana her çıkış tutuklanma ve yargısal şiddete maruz kalmadan önce doğrudan polis şiddeti ile karşılaşmaktadır.
Tarihler farklı, olaylar aynı. Katliam yapanlar ve katliam emri verenler cezalandırılmıyor. ‘Devlet için kurşun atan’ korunuyor. Kentsel dönüşüm adı altında kentin göbeğinde yoksulları evlerinden sürme projesi harekete geçirilirken, Kontra-gerillanın bildik taktikleri devreye sokulurken, eli sopalı/silahlı güçlerle baskın verilirken, sokaklar bir kez daha panzerlerle çiğnenirken devlet şiddetine, terörüne karşı kimin nerede durduğu önem kazanıyor.  Birileri hobi olarak Pasifizmi savunmaya, öz savunmayı provokasyon olarak nitelemeye devam edeceklerdir. Bu canı tehlikede olana ‘’siz ölün, biz cenazenize geliriz.’’ Anlamına gelecektir. Ama onların da ‘Biz artık cenaze kaldırmak istemiyoruz’ deme hakları vardır.
Devlet Şiddetinin, ‘’tarafsızlığı’’ ve ‘’hoşgörüsü’’
Otoriter bir biçimde örgütlenmiş bir devlette tarafsızlık ve hoşgörü bambaşka bir anlam taşır. Bu işlev doğru ve yanlış, haber ve propaganda, hak ve haksızlık arasındaki farkları silmeye yarayan bir tutumu içerir. Ayrım gözetmeden gösterildiği öne sürülen hoşgörü aslında süregelen ayrım gözetmeyi ve baskıyı yeterince küçük göstermeye veya tamamen serbest bırakmaya yarar. Yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin kanunlarla korunduğu ve genellikle uygulandığı söylenen bir sistem yaftası altında muhalefet  zor kullanmaya, düzen değişikliğine   yönelmedikçe ve bu yolda örgütlenmedikçe buna katlanılır. Temelde kabul edilen görüş, kurulu toplumsal düzeninin özgür ve her yeni düzeltmenin kendi başına bir toplumsal yapı ve değerler değişikliği olduğu, bunun olayların olağan akışı içinde oluştuğu, fikirlerin ve malların açık pazarındaki özgür ve eşit tartışmalarla araştırılıp hazırlandığıdır. Ancak bütün bunlar Sınıfların var olduğu, sınıfsal güçlerin eşit olmadığı, var olan durum sürdükçe bu eşitsizliğin durmadan arttığı bir topluma uymaz. Ekonomik ve politik gücün belli ellerde toplandığı, teknikten egemenlik aracı olarak yararlanan bir toplumda zıt görüş açılarının entegrasyonu ile radikal karşı çıkışlar ortaya çıkabildiği yerde engellenmektedir. Kendi başlarına ekonomik ve politik gücün uygulayıcısı olan tekelci çevrelerin egemenliği altında öyle bir zihniyet imal edilmiştir ki bu zihniyete göre hak ve haksızlık, doğru ve yanlış her zaman toplumun hayati çıkarlarına dokunduğu yerlerde önceden saptanmıştır.
Burjuva Demokrasilerinde bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır. Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıf bu egemenliğinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar, toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp, sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işçi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslararası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslararası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.
Böylesi bir toplumda değişimlerin ancak hoşgörüye dayanan bir alış veriş içinde ve çatışan çıkarların devamlı birbirlerini dengelemesi yoluyla sağlanan uzlaşmalarla gerçekleşeceğini savunan liberal hoşgörü çığırtkanlarının ileri sürdükleri görüşlere var olan sistemin devamından yararı olanlar, olmayanlara oranla daha büyük bir yakınlık göstereceklerdir. Çünkü çıkarlar arası uyum ve sorunların hoşgörü ve uzlaşmayla çözülmesi görüşleri toplumdaki egemen sınıflar tarafından kendi üstün ve egemen durumlarını sürdürmek için etkin bir moral araç olarak kullanılmaktadır.       
Hangi Şiddet, ne için hoşgörü?
Böyle bir toplumda şiddete karşı hoşgörüyü tartışmak demek, şiddet olayını, şiddete dayanan ve dayanmayan eylem şeklindeki geleneksel ayrımı yeniden araştırmak demektir. Şiddet polis tarafından karakollarda, gösterilerde uygulanır. Ancak daha güçlü bir baskı karşısında bu zor kullanmaktan çekinmek başka bir şey, ahlaki nedenlerle şiddete karşı şiddetten vazgeçmek başka şeydir. Şiddet insanları kendi iradelerine karşı eyleme yöneltmek ve böylelikle onları seçme hakkından yoksun bırakmak anlamına gelir. Şiddet aslında tartışmalı bir kavramdır. Zamanında ‘’uygar dünyanın bir zaferi’’ olarak kaydedilen şey bir süre sonra bir şiddet tarihi olarak yeniden yazılma eğilimi gösterir. Kapitalist dünya düzeninin muhafızlarının görevi gayri meşru olarak tanımlanan muhalefetin şiddetini tasfiye etmek, kendileri için ‘yararlı ve zorunlu baskıyı, terörü ve şiddeti’ meşrulaştırmaktır. Baskı güvenli bir biçimde kurumsallaştırıldığı zaman gündelik hayatın geri planında erir. Bu durumda o görünmezdir ve baskı rutin, tekrarlamalı ve monoton hale geldikçe dikkati çekme şansı azalır. Ama rutin kırıldığında ve baskı altına girdiği zaman onu ayakta tutmak için kullanılan ‘zor’ görünür hale gelir.
Zora başvurmamak normal olarak zayıflara, ezilenlere yalnızca ‘’vaaz edilmez’’ buna zorlanır da.  Ancak çoğu zaman ezilenler açısından zora başvurmak bir erdemden çok bir gerekliliktir. Normal olarak bir pasif direnme pasif olmaktan çıkar, zora başvurmamayı bir yana bırakır. Aynı şey genel grev için de söz konusudur. Tarihsel işlev açısından devrimci ve gerici zor, ezenler ve ezilenler tarafından güdülen zor arasında fark vardır. Ahlâk açısından zorun her iki şekli de insanlık dışı ve berbattır. Ama ne zamandan beri tarih ahlâk ölçülerine uyarak yapılmaktadır? Ezilenlerin ezenlere, yoksulların zenginlere karşı ayaklandığı dönemde ahlâk ölçülerinin uygulanmaya başlaması var olan zorun çıkarlarına,  karşı protestoyu zayıflatmaya hizmet etmek demektir.
Ulus devletlerin inşası, egemen ulusçuluğun ezilen uluslar ve etnik azınlıklar üzerinde sürdürdüğü terör ve şiddetin öyküsüdür. Asla kendi tarihlerini yazma şansı verilmeyen yenilgiye uğramış azınlıkların ve ulusların ezilmesi ve fiziksel ya da kültürel olarak yok edilmesi, bir ilerleme ve uygarlaşma sürecinin şiddetten arındırılmasına yönelik bir hikâye olarak tanımlandı ve yeniden anlatıldı. Ulus devletlerin tartışmalı kuruluşlarının unutturulmasıyla birlikte ‘’yasa ve düzenin savunulması’’ kılığına sokulmuş baskı ile dağılmış, yerelleşmiş ve tecrit edilmesi kolay baskı arasında bir çizgi çekilebildi. Ancak bugün ezilen ulusların ve etnik azınlıkların iktidarlar yardımıyla asimile edilmesi, farklı kimliklerinin ortadan kaldırılması artık sağlanamaz olmuştur. Bunu sağlamak için aralıklı olarak yapılan girişimler artık etkisiz olma eğilimindedir. Zorlayıcı bir asimilasyon ve yerel ulusal geleneklerin, anıların, adetlerin bastırılmasına yönelik siyaset artık sonuç verici bir seçenek olmaktan çıkmıştır.
Kendi ulus devletlerini kurma bilincini kazanmış veya oluşum halindeki uluslara resmi olarak varsayılmış kimliklerini desteklemek için daha önce dayatılmış otoriter kurumların hiçbir faydası yoktur. Onlar içinde erimiş oldukları kültürler, diller ve inançlar karışımından kendilerini ayrıştırmak, kristalize etmek zorundadırlar. Karışmış parçalarını ayırarak kendi ayrı kimliklerini korumaları gerekir. ‘‘Meşru, tanımlanmış baskıya’’ başvuramadıkları için, bu hedefe ulaşmak için yapacakları her neyse ancak şiddet olarak sınıflandırılabilir.
Liberaller ve pasifistler günümüzde ezenlerin terörizmini ‘’tarafsız’ ‘olarak kınarlar. Ezilenlerin, dışlananların bu gibi saldırılar karşısında kullandıkları kendini savunma yollarını tasvip etmezler. Özgürlük, birlik, bağımsızlık adına sömürgecilik karşıtı bir savaşım yürüten halkların devrimci etkinlikleriyle saldırgan güçlerin vahşetini aynı kefeye koyarlar. Bu onların var olan sistemin kötülüklerine karşı güçleri zapt edip onları doğru yolu tutmaktan alıkoyarak aslında gericiliğin güçlenmesine yardımcı olmalarına yol açmaktadır.  
Şiddete karşı hoşgörünün haklı görünenle, haklı görünmeyen sınırları, devrimci ve karşı devrimci zor arasındaki fark ölçütlerin geçerli olmalarını gerektirir. Bu ölçütler, süregelen toplumda ortaya konan, kullanılan bütün anayasaya ve kanunlara uygun ölçütlerden olağanüstü hâl ya da yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin öbür yerleşmiş tanımlamaları gibi önce var olmak durumundadır. Çünkü bu tür tanımlamalar özgürlük ve baskı ölçütlerini bile süregelen toplumda kullanılır ve kullanılmaz şeklinde varsayar.
Burjuva Anayasal sistemde kişisel özgürlüğün, basın özgürlüğünün, düşünce açıklama özgürlüğünün, öğretim ve din özgürlüklerinin üzerine bir anayasa giysisi geçirilmiştir. Böylece özgürlükler her çeşit tehlikeden korunur görünür. Ancak şu şartla ki bu haklar kısıtlanmamakla birlikte başkalarının eşit hakları ve kamu güvenliği nedeniyle ya da öteki bireysel özgürlüklerle uyumu sağlayacak yasalar eliyle sınırlanabilir. Demek ki anayasa işi hep ilerde anayasayı uygulamak için çıkarılacak yasalara bırakmaktadır. Bu yasalar öyle düzenlenmiştir ki burjuvazi onlardan yararlanırken öteki sınıfların hakları hiç önemsenmez.
Mevcut yasalarda her zaman bireylerin ödevlerinden çok haklarına yer verilmiştir. Ödev genellikle yasanın yasak ettiği şeyi yapmamaktır. Hakları zedeleyecek olan şeyi yapmamaktır. Eğer özel mülkiyeti koruyan yasalara uymakta iseniz, hatta yanınızda çalışanlara kötü davransanız bile hatta çocuklarınıza ve çevrenize dünyayı zindan etseniz bile size kimse dokunmaz. Burjuva hukukunda hak ile ödev arasında ayrılık kurulmuştur. Yasa adı altında toplanmış kullanışlı reçetelerden başka bir şey olmayan hukuk kurallarının bütünü ki bunlar aslında toplumun durumuna göre değişken iyi kötü kavramlarını da gösterirler ama gerçekte hâkim sınıfların ihtiyaçlarına göre hazırlanmışlardır. Bu sınırlar içinde bireyin durumunu düzenlemek için maddi ve manevi baskı araçlarına, sosyal alışkanlıklara güvenilir. Adalet isteği ezilenlerin normal tepkisidir. Baskı ne kadar zorlu ise bu istek o kadar güçlüdür. Adalet kavramı sınıflı toplumda baskının karşıtı olarak sonradan doğmuş ve gelişmiştir. Sınıflı toplumda adalet sosyal ilişkilerin temeli rolünü almıştır. Gerçek kural adaletsizliktir. O kaynağını maddi koşullardan ve toplum ilişkilerinden alır.
Egemen devlet şiddetinin alternatifi nedir?
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzende oynadığı aldatıcı rol, insanlığın adeta bir ayak bağıdır.  İnsanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetici’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine, bu kanun ve düzen altında acı çekenlere karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanları dışında başka bir yargıç yoktur. Onların zora başvurmaları yerleşmiş zorbalığı kıracaktır. Saldırıya uğrayacaklardır bunun rizikosunu bilirler. Bir ölçüde pasif direnme pasif olmaktan çıkar. Tarihsel işlev açısından devrimci ve gerici zor, ezenler ve ezilenler tarafından uygulanan zor arasında bir fark vardır. Baskı ve şiddeti ortadan kaldıracak olan,  toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimdir. Sözünü ettiğimiz şey, egemen sınıflar tarafından zihinleri şekillendirilmiş kamuoyunun zorbalığını ve bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.
Burada küçük bir gurubun değil, çoğunluğun eylemlerinden ve uygulayacağı siyasal şiddetten bahsediyoruz. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir. Politik kitle grevi, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının ele geçirilmesi; bütün bunlar, üretimin gelişmişlik derecesi, sınıfsal güçlerin mevzilenişi, proletaryanın toplumsal ağırlığı ve nihayet, devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen etken silahlı kuvvetler olduğu için, ordunun toplumsal bileşimi tarafından belirlenir.  İşçi hareketleri ancak zorlayıcı durumlarda ve barışçı taktikler yenilgiye uğradığında şiddete başvurmuştur. Sosyalist devrimlerde şiddet olmuşsa bunun nedeni egemen mülk sahibi sınıfların mücadele etmeksizin ayrıcalıklarını bırakmak istememeleridir. Marksizm, proletaryanın yetersiz devrimci gücünün yerine hazır ‘’kimyasal formülleri’’ geçirmeyi amaçlayan tüm yöntem ve araçları reddeder.
Bir terör eyleminin “başarılı” olanı, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklese bile etkisi kısa ömürlü olacaktır. Kapitalist devlet kendisini sadece hükümet bakanlarına ve görevlilerine dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Bir politik mücadele düzeyine yükseltilmeden önce terörizm, kendisini bireysel intikam eylemleri biçiminde ortaya koyar. Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bazı devlet görevlileriyle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur. 

Hiç yorum yok: