19 Şubat 2015 Perşembe

KİM İÇİN HUKUK? NE İÇİN ADALET?


Ahmet Doğançayır
Bugün toplumun çoğunluğu sonuç alamayacağını bile, bile ‘bağımsız’ yargının üzerinde baskı oluşturarak adaleti onun alanında kurmaya çalışıyor. Oysa adalet ezilen kesimler üzerinden varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin yüceltilmiş bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Kapitalist toplumda adalet mülkün temelidir, mülksüzleştirilmişlerin değil. Çoğunlukla ‘’yüce Türk adaletine’’ inanıp sığınmak,’’Yüce mahkemelerin kararına saygı duymak’’vb. terimlerle yargıya duyulan saygı neyi sağlamlaştırıyor onu görmek lazım.


Burjuva düzende anayasal değişim isteği ya da girişimi, her durumda ezilen sömürülen sınıfların tabi oldukları ya da olacakları yeni bir kurallar ve normlar bütünlüğünü ortaya çıkartır. Hukuksal olarak nasıl ifade edilirse edilsin, bu kurallar ve normlar, kesin olarak ezilen sınıfların, hak ve özgürlüklerini değil, onların burjuva kapitalist sisteme karşı yükümlülüklerini ve görevlerini saptar. Bu nedenle de, burjuva egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı ve yansısı olan hukuk ve anayasa tartışmaları, öncelikle egemenlerin, yani yönetenlerin değil, yönetilenlerin kaderini belirler.
Bugün kapitalist dünya sistemi içinde nasıl bir anayasal düzen içinde olunursa olunsun ve ne kadar “hukukun Üstünlüğünden” söz edilirse edilsin, egemen sınıflar her koşulda kendi oluşturdukları hukuksal çerçeveyi çiğniyorlar. Kimi durumda yürütmenin yasama ve yargı karşısında mutlak üstünlüğünün sağlanması şeklinde ortaya çıkan bu hukuk tanımazlık, burjuva partilerinin her ne şekilde olursa olsun iktidar olma isteklerinin yansımasıdır. Ülkemizin temel sorunlarından birisi de bu iktidar isteği ve bu isteğin ortaya çıkardığıhukuksuzluktur.
Buna mahkeme ve yargıçların siyasal iktidarlara tabi olarak kararlar alması ve bu yolla yasa dışı, hukuk dışı uygulamalara “yasal” görünüm kazandırılması çabaları eklendiğinde, bir hukuk devletinden ve “hukukun Üstünlüğü”nden söz etmenin olanaksız olduğu görülecektir. Bu şekilde hukuksuzluğun, kolayca uygulanabildiği, yasaların kolayca bir yana itildiği, görmezlikten gelindiği bir ülkede, açıktır ki, anayasa da, yürürlükte ki hukuk da hiçbir bağlayıcılığa sahip değildir. Aynı biçimde, anayasanın “temel toplumsal uzlaşma metni” olduğuna ilişkin düşünce ve kanı da geçerli değildir. Bu durumda, AKP’nin iktidarını pekiştirmeye yönelik yasalar çıkarması ve icraatta bulunması ne kadar “meşru” ise, hiçbir “mutabakat” aramaksızın meclisteki çoğunluğuna dayanarak bu hukuksuzluğu “meşrulaştıracak” yeni bir anayasa yapmaya kalkışması da o kadar “meşru” olmaktadır. Burjuva kapitalist bir sistemde esas olan hukuksuzluktur, yasa koyucuların kendi yaptıkları yasalara uymamalarıdır.
Burjuva demokrasisinin bile uygulanmadığı, dolayısıyla demokratik hukuk ilişkilerinin gelişmediği bizim gibi ülkelerdeyse her yeni iktidarın, kendisini iktidara getiren hukuksal ilişkileri değiştirmeye kalkışması ve yürürlükte ki hukukun kendi iktidarını sınırladığını düşünerek mevcut hukuksal kuralların dışına çıkması sistemin temel niteliğidir. Bugün “sivil vesayet” ya da “tek parti diktatörlüğü” denilen durum, bu özelliğin AKP iktidarı koşullarında bir kez daha ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.  AKP iktidarı, kendisini iktidara taşıyan hukuksal yapıyı değiştirmeye çalışırken, zaten uyulmayan ve sürekli çiğnenen ve kendisinin de çiğnediği bir hukuksal yapıyı ortadan kaldırmaya kalkışmaktadır.  Gizli ellerin iktidara karşı komploları ve provokasyonları söylemleri demokrasiyi korumak adına hak arayışlarını bastırma aracı olarak kullanılıyor.Bütün bu yaklaşımların altında şu neden yatıyor. Türkiye de yeni muhafazakar siyaset kendi hesaplaşmasını ve provokasyon dediği olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni ‘’derin devlete ve onun komplolarına’’ atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor.
Konuya bu açıdan bakıldığında hükumeti kurduğu günden bu güne AKP’nin ‘’yargıyı kontrol altına’’ almaya çalışmasının bir varlık sorunu anlamak zor değildir. Yine de AKP’nin asıl gücünü temsilcisi olduğu mülk sahibi sınıflardan aldığını unutmamak gerekir. Tekelci sermaye kesimlerinin AB sürecinin tamamlanmasıyla uluslararası sermaye bütünleşmesi önündeki Ordu- yargı gibi yerel engeller ve hukuk engellerinden kurtulma projesine bir itirazda bulunması söz konusu değildi. Bu süreçte çok büyük kapsamda mevzuat, idari düzenleme çalışmalarıyla devletin restorasyonu, özelleştirme furyası, para, mal ve hizmetlerin ülke içine ve dışına transferindeki engellerin kaldırılması tekelci sermaye dahil tüm mülk sahibi sınıfların müşterek arzu ve beklentisiydi. AKP adına hareket ettiği sermaye sınıfları içinde tercihte bulunarak teşvik kamu ihaleleri gibi doğrudan ve dolaylı yöntemlerle ciddi kaynak transferi yaptı. Tekelci sermaye de uluslararası ekonomiye uyum projesi geliştikçe, kâr miktarlarını arttırdıkça bu politikadan rahatsız olmadı. Mali sermayeyi temsil eden bankalar peşi sıra yüksek kârlar açıkladılar. Karşımızda Emperyalizmin taleplerini son sürat yerine getiren bir hükumet var.  Erdoğan’ın söylemlerine karşı büyük bir çoğunluğun sessiz kalmasını böyle açıklayabiliriz.
2004 yılından itibaren bu olağanüstü yargı rejimi iktidarın tespit ettiği hedeflere doğru ‘’düşman ceza hukuku’’ uygulamaktadır. Kimseye hesap vermeme güvencesi almış savcılar, hakimler pervasızca işlemlerini yapıyorlar. Siyasi egemenlik sisteminin yöneticisi AKP gazetecileri, avukatları, Kürtleri devrimcileri düşman olarak nitelemiş, bunlara düşman ceza hukuku uygulanması için gerekli zemini oluşturmuştur. Yargıyı bu süreçte bir tasfiye aracı olarak kullanan ve önceden verilmiş hükümlerin infaz memurluğuna çeviren AKP 17 Aralık depreminin mimarlığını da kendisi yapmış oldu. Üstelik kendi yol açtığı bu depremi başkalarının yaptığını iddia ederek ve güya onlarla mücadele ediyormuş gibi yaparak yargıyı mutlak surette kendisine bağlama hedefinin gerekçesi olarak göstermeye çalıştı.
AKP, yargı tarafından siyasi mühendislik yapıldığı iddiasıyla,  arkasında büyük bir yandaş medya ordusu desteğinde toplumsal bir kanı oluşturma amacıyla mevcut durumu yine bir mağdur edebiyatı havasına sokarak, belki de son büyük siyasi mühendislik yapma girişimi içindedir. Önümüzde günlerde karşılaşacağımız sorunlar AKP’nin kendisini tehdit olarak gören unsurlara karşı başlattığı genel mücadelenin son raundunu teşkil eden ‘’tabi kılma’’, ‘’mutlak iktidarı’’ sağlama aşamasıdır. AKP’nin arzusu ve hedefi yasama, yürütme ve yargı yetkisinin ‘’Tek Adamın’’ şahsında birleşmesidir. Milli irade diye tanımlanan şey ise ‘’tek adama’’ biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Mevcut Cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu olağanüstü hal rejiminin vurucu gücünün ‘’ordu değil’’ , ‘’destanlar yazan’’ polis gücü olacağı anlaşılıyor. Böylece ortaya ‘’hukuk devleti’’ denilen mülk sahibi sınıflar için ‘’istikrarlı’’ ortam yaratan, yoksullara ve ezilenlere de hukuk talep etme imkanı vermeyen bir düzen çıkıyor.
Sermayenin her zaman devlete ve hukuka ihtiyacı var
Burjuva Hukuku toplum ötesi, sınıflar üstü, tarafsız, sonsuz evrensel kutsal bir değer olarak kutsallaştırmanın kökeninde burjuva toplumunun maddi yaşam koşulları yatar. Emperyalizm çağında ‘’mutlak yasa egemenliğinin’’ yırtıldığını vurgulamak gerekir. Tekelci sermayenin parlamento kanalıyla geç ve güç gerçekleştirilebilecek istekleri parlamento içi ve dışı muhalefetle karşılaşmaksızın çoğu zamanda devre dışı bırakılarak çabuk, sessiz kapalı kabine toplantılarında oldubittiye getirilir.
Mevcut yasalarda her zaman bireylerin ödevlerinden çok haklarına yer verilmiştir. Ödev genellikle yasanın yasak ettiği şeyi yapmamaktır. Hakları zedeleyecek olan şeyi yapmamaktır. Eğer özel mülkiyeti koruyan yasalara uymakta iseniz, hatta yanınızda çalışanlara kötü davransanız bile hatta çocuklarınıza ve çevrenize dünyayı zindan etseniz bile size kimse dokunmaz. Yasa adı altında toplanmış kullanışlı reçetelerden başka bir şey olmayan hukuk kurallarının bütünü ki bunlar aslında toplumun durumuna göre değişken iyi kötü kavramlarını da gösterirler ama gerçekte hakim sınıfların ihtiyaçlarına göre hazırlanmışlardır.
Adalet isteği ezilenlerin normal tepkisidir. Baskı ne kadar zorlu ise bu istek o kadar güçlüdür. Adalet kavramı sınıflı toplumda baskının karşıtı olarak sonradan doğmuş ve gelişmiştir. Sınıflı toplumda adalet sosyal ilişkilerin temeli rolünü almıştır. Köle sahibi ve köle, toprak ağası ve toprağa bağlı köle, patron ve işçi doğumları ya da zengin olup olmamaları açısından eşit olmadıkları için birbirinden ayrı varlıklar olarak görülür. Halbuki gerçek kural adaletsizliktir. O kaynağını maddi koşullardan ve toplum ilişkilerinden alır. Baskının yani adaletsizliğin kökünün kazınacağı bir toplumda da bir toplum olayı olarak silinip gidecektir.
Şu kesindir ki üretim araçları üstündeki mülkiyetini yitirmiş olan ve kapitalist üretim çarkları yüzünden mülksüzleşmesi sürekli yenilenen işçi sınıfı burjuvazinin hukuki hayalleri aracılığı ile gerçek yaşam durumunu dile getiremez. Bu yaşam durumunu burjuva hukukça karatılmış gözlükler kullanmadan, iç yüzleriyle gözlediği zaman tümüyle kavrayabilir.
Bu sözlerimizle sosyalistlerin belirli hukuki taleplerde bulunmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylemiyoruz. Elbette aktif bir sosyalist parti bütün siyasi partiler gibi bu hukuki talepler var olmaksızın düşünülemez. Bir sınıfın ortak yararlarından çıkan talepler ancak bu sınıfın siyasal iktidarı fethetmesi ve taleplerine yasalar kılığında genel bir yürürlük sağlaması sayesinde gerçekleşebilir. Marksizm demokratik özgürlüklerle burjuvazinin temel kurumları arasında bir ayrıma başvurur. Bu ayrım çerçevesinde parlamento,  Genel oy, grev örgütlenme, toplu gösteri hakları gibi demokratik özgürlüklerle aynı düzlemde yer almaz. Bu özgürlükler emekçi sınıfların mücadeleleriyle kazanılmış haklardır. Bu durum saldırılar karşısında emekçilerin neden burjuvazinin temel kurumlarını değil mevzilerini ve haklarını korumaları gerektiğini açıklar.
Sosyal adalet ve özgürlük mücadelesi için!
Bugün Türkiye de görünen o ki alıştığımız biçimiyle ‘’ulus devlet merkezli’’ siyaset yerine sınırları farklı çizen, aidiyetleri farklı tanımlayan yeni bir siyaset biçiminin, ahlakının ve hukukunun kuruluşuna tanık olunuyor. Bu değişimin gerisinde birçok neden olduğu gibi yol açtığı önemli sonuçlarda var. Değişimin önemli sonuçlarından biri daha önce uluslararası siyaseti tanımlayan ‘’reel politik’’ anlayışının bugün iç siyaset dediğimiz alanı da tanımlayan ana mantık haline gelmiş olması. Türkiye de bu anlamda iç ve dış siyaset ayrımı büyük ölçüde çökerken iç siyasete giderek aratan bir şekilde ‘’reel politiğin’’ mantığı damgasını vuruyor. Sınırlar, içerisi, dışarısı, dost düşman yeniden tanımlanırken yeni bir iktidar jeopolitiği ortaya çıkıyor. Diğer bir anlatımla 1980 sonrası dayatılan küresel dünya düzeni ve ulus devletlerin sonu senaryolarının adım, adım uygulanışının sonunda gelinen yeni bir düzensizlik ve onun siyaseti ile karşı karşıyayız artık.
Türkiye de bu düzenin yaratılmasında AKP kendinden öncekilerden çok daha önemli roller üstlendi. İçerideki bölünmeleri aşma vaadiyle yola çıkan AKP bugün bu çatlakları kırmaya başlamış bulunuyor. Ulus devlet düzeninin dışarıya ilişkin kurduğu türden biz ve düşmanımız ikiliğinden çok daha büyük ikilikler içinde laik-muhafazakar, seçkin-halk, alevi-Sünni ayrışması olarak yaşanıyor. AKP başarısını yoksullardan, ‘’orta sınıflara’’ kadar kendi tabanını, yegane çözüm olanağının iktidarı süresince takip ettiği muhafazakar pragmatizmde yattığına ikna etmesi kadar, muhaliflerini de bu dar siyasal alan içerisinde olası başarılı olma şansının güç mücadelesinin parçası olarak stratejik hesaplar yapma fikrine razı etmesinde yatıyor. AKP karşıtı tarafta açığa çıkan ‘’Gitsinler de, nasıl giderse gitsinler’’ havası, pragmatik oy hesabına dayalı olarak yapılan aday tercihleri, sosyal adalet, eşit yurttaşlık ve özgürlük taleplerinin muhalif siyasal projelerin oluşturulmasında temel etmen haline gelememesi bunun iyi bir göstergesi.     
Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönü yoktur. Onun parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak emekçi sınıfların gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Emekçi sınıfların gücü ise burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer. Bugün yaşanan uzlaşmaya açık akraba tarafların çatışmasında, emekçi sınıfları bu iki kanadın herhangi birisinin peşine takma girişimleri Türkiye’de sınıf mücadelesi önünde engeldirBu nedenle iktidar bloku içi kavganın tetiklediği gündelik heyecana kapılmadan güçlü bir sosyal adalet talebini merkeze alarak yaşadığımız eşitsizliği ve özgürlüklerin sınırlanmasını sorun haline getiren, sosyal adalet ve tanınma mücadeleleri arasındaki güçlü bağları, siyaset üzerinden ören bir muhalefetin ve yapılarının ne olabileceğini düşünmemiz gerekiyor.
Belirtmek gerekiyor ki otoriter güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etmenin çok önemli zaafları ve eksikleri var. Öncelikle bu tür yaklaşım siyaseti rasyonel olana aşırı indirgediği için demokratikleşme doğrultusunda farklı hareketlenme ihtimallerini, yeni aktörlerin ortaya çıkış dinamiklerini ve mevcut aktörler arasındaki yeni ortaklıkların kuruluş olanağını ıskalıyor. Eğer mevcut dar siyasal genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin bu olası sınırlılıklarını görmek zorundayız. Bugün Kürt ve Arap halklarının ve işçilerinin sokak eylemleri solun bir zamanlar sahip olduğu lakin unutmasına ramak kaldığı toplumsal muhalefet reflekslerini hatırlatmasıyla da ayrıca bir önem teşkil etmektedir. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü.
Çözüm bulmak için mevcut siyasi aktörleri sayıp toplayan aritmetik aklın işleyişine bir son verilmelidir. Yaratıcı tahayyüller ve özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni özneleşme süreçlerini harekete geçiren kitlesel hareketlere daha çok ihtiyacımız var. Bu tür olaylar belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmamış olsa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan yanıtları bu kitleselleşen hareketlerde bulacağız. İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir.
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine, bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. 

Hiç yorum yok: