19 Şubat 2015 Perşembe

Sosyalizmin Klerikalizm* Karşıtı Politikası/Rosa Luxemburg



Dünya devriminin köşe taşlarından  Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da sosyal-demokrat Ebert-Scheidemann hükümetinin emriyle katledildi. Onun anısına  ‘Sosyalizmin Klerikalizm Karşıtı Politikası’ başlıklı makalesini güncelliğini de dikkate alarak sendika.org kaynaklı yayınlıyoruz.
*                                *                              *
I. Monarşi ve Cumhuriyet Dönemlerinde Kilise
Luxemburg
Sosyalizmin klerikalizm karşıtı politikasından bahsedildiğinde sosyalist bakış açısıyla dini inançlara saldırmanın kast edilmediği açıktır. Kitlelerin dini, ancak, toplumsal süreçlerin insana hükmetmesi yerine insanın toplumsal süreçlere hükmedip bunları bilinçli olarak yönlendirdiği zaman bugünün toplumuyla birlikte tamamen ortadan kalkacaktır.




Bu duygu (din duygusu) sosyalizmin eğittiği kitleler toplumsal gelişimi anlamaya başladıkça gitgide daha da azalacaktır.
“Dinin özel bir mesele olduğu” düşüncesinin bizi götürdüğü tek yer, yalnızca mahrem inançlara ve vicdana ilişkin oldukları zaman dini sorunlar karşısında nötr kalmak ve taraf olmamaktır. Fakat bu ilkenin bir anlamı daha vardır; bu sosyalistlerin takınması gereken doğru tutumu belirleyecek bir rehber ilke olmakla kalmaz, aynı zamanda mevcut Devlete bir çağrı da teşkil eder. Biz, vicdan özgürlüğü adına, inananların inanmayanlar aleyhine sahip oldukları tüm kamusal ayrıcalıkların kaldırılmasını talep ederiz ve Kilise’nin Devlet içinde egemen bir güç haline gelmesine yönelik tüm çabalara karşı mücadele ederiz. Burada söz konusu olan inanç değil politikadır ve bu noktada farklı ülkelerin Sosyalist Partileri elbette koşullara göre çok farklı taktikler izleyebilirler.
Almanya ve Fransa birbirine tamamen zıt politikalar benimsemişlerdir. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti 1870 ve 1880’lerin Kulturkampf’ı ile işbirliğine girmemeyi ve sık sık Cizvitlerin geri dönmesi lehine tavır sergilemeyi tercih etmekle kalmamış, dinin özel bir mesele olduğunu ilanen dinî amaçlarla yapılan her türlü kamu harcamasının kaldırılması yönündeki propagandada fazla yer almamıştır. Kuşkusuz yasama meclislerinde benzer amaçlarla girişilen her türlü borçlanmaya karşı oy kullanıyoruz fakat ne toplantılarda ne de basında ve Parlamento’da bu amaca yönelik bir propaganda yapılmamaktadır. Alman Sosyal-Demokratları, yalnızca dini düşünceler üzerinde etkili olan konularda değil aynı zamanda din politikasında da büyük bir çekince göstermektedirler, aynen her Sosyalistin doğal olarak bir Cumhuriyetçi olmasına rağmen pratikte hiçbir Cumhuriyetçi propaganda yapılmamasında olduğu gibi. Fransa’da bu türlü taktiklerin Klerikalizme dayanılarak izlenmesi olanaksızdır. Her iki ülkede koşulların bütünüyle farklı olduğu doğrudur. Almanya’da din adamları sınıfının çoğunluğunu Protestanlar oluştururken, Fransa’da çoğunluk Katoliklere aittir. Elbette Almanya’da da Katolikler vardır fakat bunlar çoğunlukta olmadıkları gibi on yıl önce büyük bir zulme uğramışlardır. Bismarkçı Kulturkampf doğal olarak Sosyalistler ve onlarla aynı zamanda, aynı gerici sebeple ezilerek saldırıya uğrayan Katolikler arasında bir tür ittifakın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat şimdi durum tam tersidir; Ultramontanlar (Papacılar) iktidardadır ve bunu dinî örgütlenme yoluyla değil siyasal bir parti olarak başarmışlardır. O halde Sosyal Demokratlar bunlara belirli bir inancın temsilcisi olarak değil, yiyecekten alınan vergilerin, militarizmin ve emperyalizm temsilcileri olarak saldırabilirler. Burada temel ayrım siyasidir. Kilisenin kamusal yaşamdaki nüfuzu ne kadar gerici olursa olsun, bunun bir monarşide veya cumhuriyette gerçekleşmesine göre önemi o kadar farklılaşır.
Monarşide, Kilisenin -ki keyfi bir doktrin olarak esasen monarşik bir karaktere sahiptir- Devlet mekanizmasına girişi uyumu bozmadan gerçekleşir. Bu anlamda Kilise bağımsız bir siyasi güç değildir. Diğer yandan otoritesini Kilise ile aynı kaynaktan, ilahi gökten alan monarşi, kamusal yaşama müdahale etmek istediğinde Kiliseyi ele geçirmekte daha az sorun yaşar. Ayrıca Protestan din adamları ne kadar uysal ve mütevazı olurlarsa olsunlar Alman İmparatoru bundan birkaç yıl önce öylesine, bunların siyasete girmelerine izin vermeyeceğini söylemek zorunda kalmıştır.
İtalya’da Quirinal [1] ile Vatikan arasındaki mücadele biraz önce bizim söylediklerimizle çelişiyor görünmektedir fakat burada gerçek rekabet Monarşi ve Kilise arasında değil, birisi hüküm süren diğeri ise iktidarını kaybetmiş iki seküler egemen güç arasındadır. Rusya da farklı bir biçimde de olsa, Kilisenin monarşinin kamusal otoritesine nasıl yardım eli uzattığının çarpıcı bir örneğini vermektedir.
Bu sebeplerle Kilise, kamuoyunun bir organı olarak kabul edildiğinde, ilk bakışta Cumhuriyetçi Fransa’nın çözülüşünde bir öğe olarak belirmektedir: Devletin tüm makamlarına seçimle gelmenin ve halk egemenliğinin esas olduğu Cumhuriyetin temel ilkelerinin güdüsel hasmı olarak. Orta sınıfa ait saf seküler iktidar ilkelerine karşı çıkan, yalnızca kendi ruhaniliğinden ilham alan ve kendisini aristokrasiye bağlayıp monarşik geçmişin yaşatılması olarak ona feodal karakterini veren kişisel ilişkilerden güç alan Kilise, doğal olarak siyasi bağımsızlık iddiasında bulunmak amacıyla Devletin bir organı olma eğilimine girmiş ve kendisini Cumhuriyet düşmanı olarak ortaya koymuştur. Klerikalizme karşı mücadele, orta sınıf Fransız Cumhuriyeti tarihi boyunca görüldüğü üzere hep ince bir bağ teşkil etmiştir. Kilise adım adım Cumhuriyete karşı kullanmak amacıyla okulları ele geçirirken, Cumhuriyet ise muhalefeti alt etmek ve kendisini boğan periyodik krizleri atlatmak için nafile yere sarf ettiği çabalar sonucunda bitap düşmüştür.
Fransa’da Kilise’nin oynadığı rol ile ordunun rolü birçok açıdan benzerlik arz eder. Yaklaşık bir yıl önce Neue Zeit’ta Dreyfus davası ve Sosyalistlerin krizi hakkında şöyle yazmıştık:
“Üçüncü Cumhuriyet, orta sınıf Hükümetinin en mükemmel türünün sergilendiği bir noktaya kadar gelişmiştir; fakat aynı zamanda kendi çelişkilerini de geliştirmiştir. Bu temel çelişkilerden birisi, bir yanda orta sınıf Parlamentosu’nun erkine dayanmakla birlikte diğer yandan Kolonyal ve Emperyalist bir politika izlemek için gereken kalabalık bir daimi orduya ihtiyaç duyan bir Cumhuriyetin varlığıdır. Ordu güçlü bir monarşide kast benzeri niteliğiyle Yürütmenin elinde yalnızca basit bir araçken, Parlamenter Cumhuriyette -görevleri sürekli değişen sivil kişiler ile önceki mesleği ayakkabıcılık da avukatlık da olabilen liderler tarafından yönetilir- Devletin diğer parçalarına ince bağlarla bağlı bağımsız bir güç haline gelir.
“Fransa’nın toplumsal gelişiminde orta sınıfın izlediği çıkar politikası öyle bir noktaya gelmiştir ki bu sınıf iki ayrı gruba bölünmüş ve hiçbir sorumluluk hissetmeden Hükümeti ve Parlamentoyu kendi özel çıkarlarının oyuncağı yapmışlardır. Diğer yandan bu gelişim orduyu bağımsız hale getirmiştir. Ordu, kamusal mercilerin elinde bir araç olacağına, kendi çıkarlarına sahip ve Cumhuriyete rağmen, hatta Cumhuriyet aleyhine sadece kendi ayrıcalıklarının peşinde koşmaya hazır bir gruba dönüşmüştür.”
“Parlamenter Cumhuriyet ile daimi ordu arasındaki antagonizma ancak ordunun sivil topluma iadesi ve sivil toplumun ordu olarak örgütlenmesiyle çözülebilir. Ordu artık Kolonyal fetihlerini bırakmalı ve sadece ulusu savunmayı düşünmelidir.”
“Tek kelimeyle daimi ordunun yerini milis kuvvetler almalıdır. Bu yapılmadığı takdirde içsel
çelişki kendisini periyodik krizlerle, Cumhuriyet ile kendi ordusu arasındaki mücadelelerle ve ordunun bağımsızlığını, çürümüşlüğünü ve disiplin ihtiyacını gözler önüne seren çatışmalarla kendini gösterecektir. Wilson Davası’nın, Panama ve Güney Demiryolu skandallarının eşdeğeri Dreyfus Davasıdır.”
Ordunun ve Kilise’nin Cumhuriyet karşısındaki konumları arasındaki benzerlik bu iki gücü birbirine iyice yaklaştırmış ve daha sonra Fransa’da meydana gelen tüm siyasi krizlere monarşik bir ton katmıştır. Cumhuriyetin bu iki organı her seferinde isyanlarında birleşmişlerdir.
Nasıl ki ordu ile Cumhuriyet arasındaki çelişki ancak daimi ordunun milis kuvvetlerine dönüştürülmesiyle çözülebilirse Katolik Kilisesi ile Cumhuriyet arasındaki çelişki de ancak Kilise’nin kamusal bir kurum olmaktan çıkarılıp, özel bir kurum haline getirilmesiyle, yani Kilise’nin Devletten ayrılmasıyla, din adamlarının okullardaki ve ordudaki varlığına son verilmesiyle ve dinsel cemaatlerin sahip olduğu malvarlığının kamulaştırılmasıyla kaldırılabilir.
Sosyal-Demokratların talebi kapitalist mülkiyetin orta sınıf Devleti tarafından kısmen kamulaştırılması değildir, fakat bunun nedeni, Sosyal Demokrat Parti’nin kamulaştırmaya ilkesel olarak karşı çıkması değildir. Sanayinin, örneğin demiryollarının, toplumsallaştırılmasını istediğimizde sırf bu tedbir kamulaştırma yoluyla gerçekleştiriliyor diye buna itiraz etmek basit bir tutum olur. Eğer bu bizim arzu ettiğimiz bir şey değilse ve eğer ki biz, ancak bazı durumlarda Devletin bir sanayiyi ele geçirmesini talep etmezsek bunun nedeni söz konusu sanayi kolunun Devlet tarafından işletilmesi ile mülkiyetin kapitalist niteliğini değiştirmeyeceği ve aslında, bazı durumlarda reaksiyoner devletin gücünü artıracağı içindir. İsviçre’de olduğu gibi bu korku haklı çıkmasa da orta-sınıf Devleti’nden böyle bir talepte bulunmak ütopyacılıktır.
Bununla birlikte Sosyal-Demokrat Parti ancak, orta sınıf devletinden Orta Çağ mülkiyet biçimlerinin -mülklerin okul, kilise ve hayır kurumlarına daimi olarak devredilmesinin hukuken mümkün olması gibi- ortadan kaldırmasını istemekle daha fazla haklı olabilir. Çünkü bu uygulamanın yerine getirdiği tüm işlevler günümüzde Modern Devlete aittir. Fakat artık bu yükümlülükten azade olan Kilise’nin elindeki mülkiyet şu anda yalnızca feodal zamanların orta-sınıf toplumundaki bir kalıntısını temsil etmektedir. Kendi görevlerine sadık olan tüm orta-sınıf devrimleri Kilise’nin elinde bulunan mülkleri kamulaştırmalıdır. Bu tedbiri Fransa’da savunan sosyalistler aynı zamanda laik bir eğitim talep ederek orta-sınıf Cumhuriyetçileri kendi ilkelerini yerine getirmeye zorlamaktadırlar.
II. Sosyalist ve Orta Sınıf Klerikalizm Karşıtlığı
Orta-sınıf partileri için Devlete karşı mücadele gerçekte bir araç değil başlı başına bir amaçtır ve bu öyle bir tarzda yürütülür ki amacına ulaşması olanaksızdır; bunun sonsuza dek süreceği düşünülmektedir. Biraz önce belirttiğimiz gibi Sosyalistler orta-sınıf kilise karşıtlarının peşinden gitmekle yetinmemelidirler; onlar Sosyalistlerin hasmıdırlar ve maskeleri Kiliseye karşı savaşta düşürülmelidir.
Sosyalizmin Klerikalizm karşıtı amacını orta sınıfınkinden ayıran yalnızca programının daha geniş kapsamlı ve kararlı oluşu değil, aynı zamanda tamamen ayrı bir başlangıç noktasından yola çıkmasıdır. Orta sınıf Cumhuriyetçilerinin son 30 yılda Kiliseye karşı giriştikleri umutsuz kampanyanın özel bir niteliği vardır: Cumhuriyetçiler, politik olarak bir ve bölünmez bir problemi yapay olarak iki ayrı soruna bölerler. Seküler din adamları ile yerleşik din adamlarının birbirinden farklı olduklarını söyleyerek dinsel cemaatleri görmezden gelirler. Ve gerçek sorunun Kilise ile Devletin ayrılması olduğunu nedense bir türlü anlamazlar. Kamusal ibadete bütçe ayrılmasına ve din adamlarına tanınan tüm idari görevlere son vererek ve dinsel cemaatlerin malvarlıklarını kamulaştırarak Gordiyon düğümünü tek bir hamle ile çözmek yerine, yalnızca izinsiz cemaatlere saldırırlar. Kiliseyi Devletten ayırmaya değil dinsel cemaatleri Devlete bağlamaya çalışırlar. Okulları dinsel cemaatlerin elinden alıyor görünmelerine karşın, hala bir Devlet kurumu olarak tanınan Kilisenin kılına dokunulmaz. Bakan Waldeck-Rousseau’nun bu konudaki tutumu tipik bir örnektir. O halde Radikal Bakanların ve Parlamento çoğunluğunun Kilise karşıtı zavallı önlemlerinin daha geniş reformlar için bir başlangıç olduğunu ve soruna kısmi bir çözüm teşkil ettiğini düşünmek son derece hatalıdır. Aksine cemaatlere karşı verilen bu cılız mücadele yalnızca saldırıyı en zayıf noktaya yönelterek Klerikalizm yandaşlarının temel konumlarına koruma sağlamaktadır. Dolayısıyla Kilise, orta sınıf Cumhuriyetçilerinin gözde kurgusunu, seküler din adamları ile yerleşikler arasında bir karşıtlığın olduğu inancını, özenle sürdürmektedir. Kilise bunu açıktan düşmanlıklarıyla da gösterir.
Sonuçta orta sınıf Klerikalizm karşıtlığı aslında Kilisenin gücünü pekiştirir, aynen Dreyfus Davasında görüldüğü gibi orta sınıf anti-militarizminin yalnızca militarizme içsel olgulara dokunmakla yetinmesi gibi: tek yapılan genelkurmayın çürümüşlüğünü saflaştırarak orduyu güçlendirilmesi olmuştur.
Sosyalizmin ilk görevi daimi bu politikanın maskesini düşürmektir. Bunu yapabilmek için ihtiyaç duyduğu tek şey kendi din politikasını tam anlamıyla ortaya koymak ve bunu orta sınıf Cumhuriyetçilerinin hadım edilmiş programlarının karşısına çıkartmaktır. Fakat eğer ki sosyalistler Parlamenter Radikallerin başlattığı mücadelenin zavallı iddialarına hiç eleştirmeden katılırlarsa, örneğin her durumda orta sınıf “rahip yiyicilerinin” her şeyden önce prolateryanın düşmanı olduklarını dile getirmezlerse, o zaman Cumhuriyetçiler Klerikalizm karşıtı amaçlarına ulaşmış, sınıf savaşı da bozulmuş olur. Klerikal gericiliğe karşı mücadele umutsuzluğa kapılmakla kalmayıp, hem Cumhuriyetçiler hem de Sosyalistler için orta sınıfın ve işçilerin ortak eyleminden doğacak tehlike kuşkusuz Kilisenin gerici saldırılarından duyulan endişelerden daha büyük olacaktır.
Sonuç olarak benim düşünceme göre, Fransa’da Sosyalistler tarafından izlenmesi gereken politika şöyle olmalıdır: Benimsenecek taktik ne Alman Sosyal-Demokratlarınki ne de Fransız Radikallerininki olmalıdır; Sosyalistler yalnızca Cumhuriyet-karşıtı Kilise’nin gerici güçlerine değil, aynı zamanda orta sınıf Klerikalizm karşıtlığına da saldırıp, bunları fethetmelidir.
ROSA LUXEMBURG, Leipziger Volkszeiting
Kaynak:http://www.sendika.org/2008/09/sosyalizmin-klerikalizm-karsiti-politikasi-rosa-luxemburg/
[Marxist.org’daki İngilizcesinden Burçak Akman tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
dipnotlar:
*Klerikalizm: Dinin ve din kurumlarının toplum hayatının çeşitli kesimlerindeki yerini güçlendirmeyi amaçlayan toplumsal, ekonomik akım (TDK).
[1] Roma’da Cumhurbaşkanlığı’nın bulunduğu tepe.Quirinal İtalyan Devletini ve Cumhurbaşkanlığı’nı da ifade etmek için de kullanılır; bizdeki Çankaya Köşkü gibi.

Hiç yorum yok: